SIMON’U ÖLDÜREN CANAVARIN SAKLANDIĞI YER

Posted: 29 Kasım 2012 Perşembe by bülent usta in
0

Bizim Simon

Sineklerin Tanrısı’nda, avcı çocukların reisi Jack’ın emriyle başlayan, çocukların şefi olan Ralph’ın önce istemeye istemeye, sonra da kendisini kaybederek iştirak ettiği bir linç ayiniyle Simon’un öldürüldüğü sahne, Marquez’in "Kırmızı Pazartesi" adlı romanındaki Santiago Nasar’ın öldürülme sahnesine çok benziyor. Aralarındaki fark, Santiago Nasar’ın öldürüleceğini bile bile kimse bir şey yapmayarak cinayete dolaylı yoldan iştirak ederken, “Sineklerin Tanrısı”nda Simon’un öldürülmesine herkes katılır. Bu iki cinayetin benzerlerine yaşadığımız topraklarda çok sık rastladığımız için, romanda okuduğumuz bu sahne bizim için ayrıca anlamlı. Örneğin Sivas Katliamı'nda yakılan oteldeydi Simon. 1970’lerde Kahramanmaraş’ta ya da Çorum’da… Hatay Dörtyol’da evi, işyeri taşlanıp yakılmaya çalışılmıştı. 6 Eylül 1955’te Beyoğlu’nda bir Rum’du. Sokaklarda, cezaevlerindeki tutuklularla dayanışma için bildiri dağıtırken linç edilmeye kalkışılan üniversiteli bir gençti…

“Sineklerin Tanrısı”yla ilgili yazılarda, Simon, Jack’la karşılaştırılır çoğunlukla. Simon iyidir, Jack kötü… Simon, insanın iyi yanını temsil eder; Jack da 
insanın kötülüğünü, şiddete düşkünlüğünü… Bir de Ralph var, lider özellikleri taşıyan, uygarlığın temsilcisi… Jack’la ters düşse de, onu avcı olarak görevlendirerek, uzaktan da olsa ilişkisini sürdürmekten, onun uzattığı eti yemekten geri kalmaz. Simon’un öldürülmesine, sadık yardımcısı Domuzcuk’la beraber Ralph da katılır: “Kendilerini gökyüzünün tehditi altında bulan Domuzcuk ile Ralph, bu çıldırmış ama bir bakıma güvenilir topluluğa can attılar. Halka yapan çocukların esmer sırtlarına dokunabildiklerine seviniyorladı. Bu sırtlar bir siper gibiydi; halkanın dışındaki korkuyu engelliyor; bu korkuyla başa çıkabilmelerini sağlıyordu.”

Kendisini toplumdan ayırmış silahlı bir grup varsa ortada, kendilerine düşman bulmak konusunda hiç zorlanmayacaklarını romandaki bu sahnede de görürüz. Düşman yoksa da yaratılır mutlaka. Nitekim Roger, linç ayinine domuz taklidi yaparak katılır ve avcıların reisi Jack’a şakacıktan sataşır. Bu hamle, çocukların harekete geçmesi için yeterlidir. Bu ayin, gök gürültüsünden korkan çocukların, kendi korkularıyla baş etme yoludur aynı zamanda. Aslında yazar, fona gök gürültüsünü ve çakan şimşekleri de koyarak, acaba “şiddet” ile doğa arasında bir bağlantı kurmamızı da istemiş olabilir mi? “Kendilerini gökyüzünün tehditi altında bulan” bu kalabalık, doğadaki şiddetten, gökyüzünde çakan şimşekten mi etkilenmiştir? Hangisi öncelikli? Eğer Jack, “hadi dansımızı yapalım” diye seslenmeseydi, çocukların gök gürültüsüne vereceği tepki farklı olabilir miydi? Muhtemelen farklı olacaktı. Ama avcıların reisi Jack’ın daveti ve Roger’in bu davete sahte domuz olarak iştiraki, kalabalığın galeyana gelmesi ve duygularının yön değiştirmesi için yeterli olmuştu.

Ve atılan slogan ya da şarkıyla birlikte, kalabalığın "Canavarı gebert! Gırtlağını kes! Kanını dök!" bağırtıları arasında, Simon’u öldürecek “Canavar” da birden ortaya çıkmıştır: “Çocukların hareketi bir düzene girdi; tekdüzen şarkı, yapay heyecanından arınıp, sağlıklı bir nabız gibi temposunu buldu.” “Bir tek varlığın nabzını ve varlığını taşıyordu.”

Sahte düşman (av), canavarın önünden kaçıp kendilerine katılınca, düşmansız (avsız) kalan canavar, “akıl almaz korku” dışında “başka bir istek” duymaya başlamıştır. Simon’un ortaya çıkışıyla da, canavarın arzusu nesnesini bulur. Zavallı Simon, avcıların ortak ruhundan oluşan bir canavarın önünde çaresizce kaçmaya çalışır. Simon, kalabalığın ortasında linç edilirken sürekli olarak “tepedeki ölü” adamdan bahseder. Çocukların korkmalarına ve Jack’ın vahşi düzenine katılmalarına sağlayan o “canavar”, aslında ölü bir paraşütçüden başkası değildir. Çocuklar, gördükleri o ölü adam siluetini canavara benzetip, ormanın içinde bir canavarın yaşadığına dair hikâye uydurmuşlar ve o hikâyeye başka hikâyeler ekleyerek varoluşlarını şekillendiren korkuyla yoğrulmuş bir inanç yaratnışlardır. Canavarın varlığına dair 
bu inanç da, avcıların reisi Jack’ın çocuklar üzerindeki etkisini güçlendirmiş ve şiddetin olağanlaştığı bir düzenin kurulmasına neden olmuştur. Simon, öldürülürken o canavarın gerçekte ölü olduğunu, bir ölüden korktuklarını haykırmaktadır. Simon’un ağzından “tepedeki ölü” sözünden başka bir şey çıkmaz; ne bir yalvarma, ne de başka bir şey… Keşfettiği gerçeği, canı pahasına söyleyen bir hakikat söyleyicisidir bir bakıma Simon...

Gelelim Sadede

Romanın bu sahnesine bakarak, romanın ana tezini ispatlamaya yönelik bir çaba 
içinde görürüz yazarı. Mina Urgan’ın kitabın “Sonsöz”ünde Leigh Lodson’un yazısına referans vererek yazdığı gibi, Jack, Hitler’e benzer. Uygar olan Ralph da sportmen ve yakışıklılığıyla Batı’nın olumlu değerlerini temsil eder adadaki çocuklar arasında. Kendisini kabile şefi ilan eden, yüzünü ilkeller gibi boyayan Jack, Batılıların Doğulu barbarlara bakışından izler taşır bir bakıma. Mina Urgan, “Sonsöz”de bir başka tespitte daha bulunur: Ralph da, Jack da doğuştan liderlerdir. Ralph, iyiliğin; Jack da kötülüğün lideridir. Domuzcuk da, iyiliğin liderine danışmanlık yapan bir tür “aydın”dır. Simon ise, “solcu”dur, çünkü romancı John Fowles’un “solculuk” tanımına uygun olarak “başkalarının derdini kendine dert edinen ve başkaları için hayatını tehlikeye atan” kişidir. Simon, aynı zamanda sanatçıları da temsil eden bir karakterdir. Zaten John Fowles’un tanımında sanatçı olmak için önce “solcu” olmak gereklidir. Işin espirisi bir yana, Mina Urgan’ın “Sonsöz”de romanın karakterlerini ele alışı gerçekten de dikkate değer. Örneğin Jack için, “içinde canavar olan çocuk” diye yazarken, Simon için, “içi ışıkla dolu” diyebiliyor. Buradaki tüm temsillerin, sürekli olarak “öze” yönelik olduğunu görürüz. Yani, ne yaparsak yapalım Jack’ın içinde bir canavar vardır ve o canavar ortaya çıkıp tüm kötülükleri yapacaktır demeye getiriliyor. Öyleyse, öyle bir sistem kurulmalı ki, bu kötülüğe yatkın öze sahip olanların içindeki canavar uyanmasın. Bu sistem de, elbette Ralph’ın temsil ettiği Batılı değerlerle oluşturulmalı. Ama Jack’ın Hitlere benzetildiğini düşünürsek, Hitler’i Batılı değerlerden ne kadar ayrı düşünebileceğimiz de bir başka soru olarak karşımıza çıkıyor. Bir de, nedense bu türden mevzularda akla ilk gelen de Hitler olur, Bush ya da Humeyni gibi daha yakın zamana ait başka faşist örnekleri anmayız… Halbuki Hitler, diğerlerinden hiç de farklı değildir. Onlardan farkı, iktidar arzusunu modern bir akılla son noktasına kadar götürme hevesi ve tutkusu olsa gerek. Yani aslında, bu romanın tezinde beni tedirgin eden şey, bariz biçimde uygar bir devletin gerekliliğine dair bir ikna çabası içinde olunması ve bu ikna çabasını da insanın doğuştan kötülüğe yatkın olduğuna dair bir öngörüye dayandırılması. Eminim ki, bu romanı okuyan hemen hemen herkes, insanın doğuştan kötü olduğuna kesinkes inanacaktır; yaşadığımız ülkenin tarihi ve olaylarını da gözönünde bulundurarak… Hatta gündelik hayatta, iş yerinde, otobüste, sokakta başımıza gelenleri, gazete sayfalarında okuduğumuz cinnet geçirenlere dair haberleri de düşünürsek, işin içinden zaten insanın doğası kötü diyerek, kötülüğe teslim olma ya da kabullenme duygusuna kapılmamız da muhtemel. Aslında
devletlerin, bu türden kabulleri ve korkuları yaymak için özel bir gayret içinde olduğunu da görürüz. Adli tıp ve polisiye dizileri, korku filmleri ve romanları bile, çoğunlukla insanın içindeki kötülüğün ispatıyla uğraşır. Bu tür roman ve filmlerde, suçun nedenlerine değil, suçlunun yakalanmasına öncelik verilir. Çünkü bazı insanlar doğuştan kötüdür. Hatta “neden bazı insanlar suç işlerken, bazıları işlemez” sorusunu aydınlatmak için, bazı genetikçiler, “suçlu gen”in peşinde olduklarını açıklamışlardı
yıllar önce. Bulurlar mı bilinmez? Ama suç ya da kötülük gibi belirsiz, değişken ve kültürle ilişkili ahlaki meselelere, genetik bilimiyle yanıt aramanın ne kadar ürkütücü olduğu da bir gerçek. Aslında bu özcü bakış açısının kendisi faşist bir öz taşır. Ve Jack’la ilgili küçük bir bilgi: Adaya düşmeden evvel, Katolik kilisesinde şarkı söyleyen koronun başıymış. Yani Jack’ın, uygarlıktan nasibini almış olduğunu göz önünde bulundurarak Mina Urgan ya da başka yazarların belirttiği gibi doğuştan kötü olduğunu söylememiz zor. Ralph’ın da bir binbaşının iyi okullarda okumuş, eğitimli çocuğu olduğunu gözönünde bulundurmak gerek. Yani romanın ana tezini, “insanın doğuştan kötü” olması olarak ele almamız oldukça zor. Daha çok, uygarlığın yaşadığı şiddet krizini anlamaya yönelik bir laboratuvar olarak görülebilir bu roman. Kendisi de eğitimci olan (okul müdürlüğü bile yapmış) Batılı bir yazarın, 2. Dünya Savaşı’nın nedenlerini araştırdığı bir tür laboratuvar...

Sineklerin Tanrısı’ndan Lost’a Özcülüğün Sonu

Kitaplar, kitaplardan yapılır sözünü bu romanda da görürüz. Golding’in, “Sineklerin Tanrısı”nı Jules Verne’in “Mercan Adası” adlı romanından esinlenerek yazdığı söyleniyor. “Sineklerin Tanrısı”ndan da Stephen King gibi bestseller yazarları başta olmak üzere, pek çok yazarın esinlendiğini biliyoruz. Hatta “Lost” adlı TV dizisi, neredeyse bu romanın günümüze ve yetişkinlere uyarlanmış kötü bir kopyası gibidir. Kötü bir kopya olması, elbette ticari nedenlerle hikâyeyi uzattıkça uzatıp sonra da dini referanslarla saçma bir yere bağlamasından kaynaklanıyor. Halbuki, dizinin başlangıcında yaratılan atmosfer ve hikayedeki çok katmanlılık, “Sinekleri Tanrısı”ndan ortaya atılan soruların yeniden gözden geçirilmesini sağlayabilirdi. Dizideki John Locke karakteri, mistik yanı, ormanın içinde korkusuzca dolaşıp gerçeği aramasıyla ne kadar da Simon’a benzer örneğin. Işin kötü (ve belki ırkçı) tarafı, Iraklı bir Arap olan Sayid’e işkenceci karakterinin layık görülmesi.“Sineklerin Tanrısı”nda da şiddet düşkünü olan kabile şefi kılığında dolaşan Jack’tı hatırlarsanız. Halbuki Irak savaşı’nda ABD askerlerinin Iraklılara yaptığı işkencelere ait görüntüler çarşaf çarşaf gazete sayfalarında yer almıştı. Ya da oğlu için adadakilere ihanet eden ve cinayet işleyen Michael’ın, siyah bir işçi olması da tesadüf olmasa gerek.

“Lost”un “Sineklerin Tanrısı”na benzeyen bir başka yönü de özcü ve dualist bir bakış açısıyla yazılmış olması. Siyah ve beyazın belirsizleştiği anlar olsa da, netice de “iyi” ve “kötü”nün bir savaşı olarak hayatı tarif etmekle yetinmesi, büyük anlatıların içkinleştirildiği her hikâyede olduğu gibi, bir çıkışsızlığın içine hapsediyor her şeyi. Çünkü Saul Newman’ın Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Bakunin’den Lacan’a” adlı kitabında altını çizdiği gibi, özcülük, kimliklerin ve toplumsal tahayyüllerin önceden belirlendiği doğal süreçler olarak tarif ederek, bütün çıkış yollarını kapatır ve insanı gizemli bir dünyanın içine hapsedererek ona dayatılan dualist ahlaki öğretilere tabi olmasını talep eder. “Lost”un çoğunluğu hayal kırıklığına uğratan sonu, aslında modernizmin yaşattığı hayal kırıklığına da benzetilebilir. Bunun için miydi onca gürültü, macera?

“Lost”, elbette “Sineklerin Tanrısı”yla kıyaslanamaz. Golding’in bir romancı olarak, çeşitli önyargılara ve açmazlara sahip olsa da, uygarlık eleştirisini uç noktalara kadar götürebilmiş olması önemli. Ayrıca, “uygarlık eleştirisini”, şiddet üzerinden gerçekleştirmesi de dikkate değer bir mevzu…

Antropolojik Açıdan Şiddet

Romanla ilgili tartışmalar arasında, şiddetin ayrı bir yere sahip olduğunu söylemekte fayda var. Bu tartışmalar arasında, “masum çocuklar”ın gerçekleştirdiği şiddete hayret ederek ürküntüyle “her tür şiddete karşıyım” söyleminin sık sık tekrarlandığına tanık oluruz. Sadece bu romanla ilgili de değil, sokakta, televizyonlarda da karlımıza çıkıyor bu tavır. Ama gerçekte “her tür şiddete karşıyım” derken neyi kast etmektedirler? Jack’ın çocuklara uyguladığı şiddetle, çocukların Jack’a uyguladığı şiddeti aynı kefeye koymak mümkün müdür? Sanırım, “her tür şiddete karşıyım” ibaresi, bu iki tür şiddete karşı olmak anlamına geliyor. Bu da, “şiddetseverliğin” tam zıttı bir başka nihilizm aslında. Daha doğrusu günümüzde yaygınlaşan pasif nihilizmin bir bakış açısı. Bu bakış açısına göre “Sineklerin Tanrısı”na bakmak ya da Simon’un öldürüldüğü o sahneyi ele almak, bizi dehşete düşürüp insanlığımızdan utanmamıza ve insanlıktan çıkıp sahte bir uhrevilik içerisinde ahlaki bir çözümsüzlüğe sürükleyeceği kesin.


Özellikle “şiddet hiyerarşileri” olarak tarif edebileceğimiz zihin ve beden, eril ve dişil, akıl ve duygu, aynılık ve farklılık, ben ve öteki arasındaki gerilimleri nasıl ele alacağız bu yaklaşımla? Ya da Franz Fanon’un “özgürleştirici şiddet”ine nasıl bakacağız? Aslında “Sineklerin Tanrısı”, Fanon’un Batılılara yönelik sömürgeci ve iki yüzlü uygarlık eleştirisini ispatlar niteliktedir. William Golding’in romandaki Simon’un öldürüldüğü şiddet sahnesini, antropolojik bir bakış açısıyla yazdığı da kesin. Oyun (linç oyunu) sırasında toplumdaki kötü güçlerin dışsallaştırılıp arındırılması istencinin, toplumdışı Simon’un hedef seçilmesini kolaylaştırdığı kesin. David Riches’in “Antropolojik Açıdan Şiddet”te belirttiği üzere, “şiddet” bireysel değil kollektif, toplum dışı veya karşıtı değil toplumsaldır. Mesela romanın başka sahnelerinde Jack, bireysel olarak hayvanları avlarken öldürmekte zorlanır. Ne zamanki uyguladığı şiddete toplumsal bir rol biçip, kendisini şef ilan ediyor, o zaman şiddeti uygulaması da meşrulaşarak kolaylaşıyor. Simon’un öldürüldüğü sahneye bakarak, insanın özü kötü olduğu için değil, şiddettin “toplumsal” olduğu gerçeğine ulaştırır bizi. Ve toplumsal olanın eleştirisini de, insana dair genel yargılar ya da özcü, kaderci yaklaşımlarla yapamayız. Işte bu yüzden “Sineklerin Tanrısı”nı Fanoncu bir perspektifle okuyup sömürgeci uygarlıkların analizine yönelmeliyiz.

René Girard, Necmiye Alpay çevirisiyle Kanat Yayınları’ndan çıkan “Şiddet ve Kutsal” adlı kitabında, Yunan tragedyasında ya da ilkel dinlerde şiddetin farklılıktan değil, farklılığın yitiminden kaynaklandığını söyler. Bu bunalımın, “insanları her türlü ayırt edici nitelikten, her tür kimlikten yoksun bırakan süreğen bir çatışmanın içine atar” derken, Simon’un neden ve nasıl öldürüldüğünü de açıklar sanki.


Bülent Usta (Sıcak Nal dergisi, Sayı: 4, Eylül-Ekim 2010)

0 yorum: