DEKODERİN GÖSTERDİĞİ

Posted: 24 Haziran 2011 Cuma by bülent usta in
0

Seçmenlerin oy kullanma tercihini ve siyasetle ilişkisini anlamak için, bir gazete yazarı olarak sokağa inmeye karar verdiğimden bahsetmiştim önceki yazımda. “Gündelik hayatı” sanat ve siyaset için yeni bir imkâna dönüştürmenin zaruretiyle eve dönüp odama kapanmış ve yazmaya başlamıştım.

Bunaltıcı ve sıcak havaya bir de sivrisinek serenatları eklenince, yazdığım şeyleri fırlatıp tekrar sokağa çıkmam uzun sürmedi. Yanımda defter ve kalem götürmeyi de ihmal etmedim elbette. Yazacağın şeyin, ne zaman ve nasıl aklına geleceğini çoğu zaman bilemezsin. Aslında yazarlığı, daha doğrusu gazete yazarlığını bir tür dekoder olma durumuna benzetirim. Nasıl ki dekoderler, şifreli yayınları çözüp televizyonda yayınlıyorsa, gazete yazarlığı da, kanıksanmış olsun ya da olmasın dağınık, düzensiz ve şifreli bilgileri alıp anlamlı bir bütüne dönüştürerek sözcüklere dökmektir bir bakıma. Bu yüzden dekoderin bozuk olup olmaması, ne kadar hızlı çözüp yayımladığı önemli bir mevzu. Dekoderlerin bozuk, cızırtılı yayın yapmasına öyle çok alışmışız ki, eski model dekoderlerin piyasadan kalkması için daha vakit var gibi gözüküyor. Dekoderlerin parazitli görüntü yayınlamasının bir diğer nedeni de, dekoderlerin kullandığı “codec”ler. Yani dekoderin kullandığı sistem dosyaları… Bazı dekoderler, sadece devletten gelen görüntüleri çözecek “codec”ler kullanırken, bazıları holdinglerden, bazıları da siyasi partilere özgü üretilmiş “codec”leri kullanarak gerçekliği yorumluyor.

Benim yaptığım şeyse, tamamen korsan yayıncılık. Sokaklardan topladığım bilgileri, sanatın da verdiği ilhamla tek bir “codec”le değil, her duruma ve olaya özgü yeni “codec”ler üreterek çözümlemek ve yansıtmak… Eduardo Galeano gibi gazetecilerin yaptığı şey de buydu. Bakın o ünlü gazete yazarlarına, hepsinin bir ayağı edebiyatın içinde, bir ayağı da sokaklardadır… Galeano, kendimize başkalarının gözüyle bakmaya şartlandırıldığımız için körleştiğimiz uyarısını yaparak, gazete yazarlarına dekoderleri için “codec” tavsiyesinde bulunuyordu aslında. Belki de bozuk dekoderlerden kendimizi izleye izleye zihnimiz parazitten geçilmiyor, bu kadar bulanık görüyorduk her şeyi… Metis Yayınları’ndan Bülent Kale çevirisiyle çıkan “Biz Hayır Diyoruz” adlı kitabında, insanın sadece etten ve kemikten değil, sözcüklerden de yapıldığının altını çizerek, edebiyatın ve gazete yazarlığının bir zaruret olarak yaşamımızdaki öneminin hiç azalmayacağının işaretini verir.

Benim dekoderimin en iyi çektiği yer, yazılarımda sık sık bahsettiğim “balıkçılar kahvesi”dir genellikle. Deniz kenarındaki bu küçük balıkçı kahvesinde, bayat çayımı yudumladığım zaman, birden dünyaya bakışımdaki bulanıklık kaybolur ve her şeyi olduğu gibi görmeye başlarım. Bu defa da öyle oldu. Kungfu Hikmet’le seçimleri ve sonuçlarını konuşurken, dekoderimin ışığı birden yeşile döndü:

Sokaklarda geçirdiğim süre içinde, Vaneigem’in “insanın hayatının yirmi dört saatinde, bütün felsefelerden çok daha fazla gerçek vardır” sözünün doğrulandığını gördüm. Bu gerçekler, belki hepimizin yaşadığı, bildiği şeyler. Ama öylesine kanıksamışız ki, gözümüzün önünde ne olup bittiğini fark edemiyoruz genellikle.

Öncelikle, “halk” dediğimiz şeyi yanlış algıladığımızın farkında değiliz. Teoride belki doğru tanımlıyoruz ama “halk” sözcüğünün bizdeki çağrışımının duygusal etkileri çok daha belirleyici oluyor. Fransız Devrimi’ni ya da 17 Ekim Devrimi’ni, çoğunlukla devrimi yapanların gözünden, onların anlattığı kadarıyla biliyor olmamızın bir etkisi olabilir bu algı bozukluğunda. O dönem yazılan romanlar bile, çoğunlukla devrimcilerin gözünden ve onları meşrulaştıracak şekilde yazılmıştı. Kimse, o yıllarda halkın “gerçekte” ne yaşadığıyla, devrime hangi duygularla katıldığıyla yeterince ilgilenmemişti. Bugün de aynı şey oluyor. Siyasi partiler, yoksullukla mücadeleyi kendilerine görev bilip çeşitli projelerle çıktılar seçimlerde halkın karşısına. Ama halkın çoğunluğunu, yoksulluğun bu projelerle sonlandırılacağına ikna edemediler.

Bu konuda yapılan yorumların en sağlıklısı, “sınıf siyaseti”nin yerini “kimlik siyaseti”ne bıraktığına dair tespit oldu. Ama sağ ve solu, sadece sınıf siyasetine mal etmek, siyaseti dar bir alan içine hapsetmek anlamına geliyor ki, dekoderlerin bozulması da kaçınılmaz oluyor. Kılıçdaroğlu, her ne kadar iyi niyetli bir biçimde aile sigortası vb projelerle, siyaseti eski kanalına oturtmaya çalışsa da, seçim sonuçları “kimlik siyaseti”nin belirleyici olduğunu bir kere daha gösterdi. Kürt sorunundan muhafazakârlığın artışına kadar pek çok şeyin “kimlik” meselesiyle ilişkisini görememek, kullanılan “codec”lerin eskidiğinin ispatı bir bakıma. Çünkü anlayamıyoruz bir türlü. İnsanların aç kalmayı göze alıp da, ana dillerini kullanmak için bu kadar çok belayı göze alışları ya da bir başörtüsü uğruna okullarını terk edişlerindeki mantık, bazı dekoderlerde görüntüye dönüşemiyor bir türlü. 12 Eylül’ün siyasete düşman iktidarlar yaratmasının elbette bir etkisi var bu sonuçta. Gündelik hayatın her şeyi kapsayarak dönüştürmesinin, kapitalist ahlakın bir virüs gibi toplumun bütün hücrelerini ele geçirmesinin böyle bir sonucun doğmasında etkisi olmuş olabilir. Ama bu duruma bakarak hayıflanmak ne işe yarar ki? Zamanı geriye döndürmek mümkün mü? Üstelik tüm dünyada “kimlik” meselesi, en can yakıcı meseleye dönüşmüşken… Mesela Meksika’da da, hükümetin neoliberal politikaları yürürlüğe sokarak köylü örgütlerine baskı yaptığına, hapisler, işkenceler ve katliamlarla köylü direnişini etkisizleştirmeye çalıştığına tanık olmuştuk. O köylü hareketinin zamanla sınıf siyasetinden yerli halkların kimlik siyasetine evrildiğine tanık olduk daha sonra. Zapatistler, asıl gücünü Cheipas Kızılderililerinden almıştı. Çünkü ortada bildiğimiz anlamda bir proleterya yoktu. Cheipas Kızılderililerinin siyasi bir özne olarak belirmesiyle, Türkiye’de Kürtlerin siyasi bir özne olarak belirmesi arasında büyük bir benzerlik var. Ama solun bir kısmı, siyaseti saf ve mutlak bir şeymiş gibi düşündüğü için, bu değişen sürece adapte olamayıp marjinalleşme sonucuyla karşı karşıya kaldı. Sendikaların sarı sendikaya dönüştüğü ve siyasete düşman devlet anlayışının çokuluslu şirketlerle işbirliği yaparak neoliberal küreselleşmenin atomlaştırıcı etkisini kullandığı bir zamanda, solun sadece sınıf siyaseti eksenine göre hareket etmesi mümkün gözükmüyor.

Balıkçılar kahvesinde otururken, içeriye kaybıyla tesellisi imkânsız bir acı yaşamamıza neden olan Sorumlu Yazı İşleri Müdürümüz İbrahim Çeşmecioğlu’na benzeyen birisi giriyor. O kişinin İbrahim Abi olmadığını elbette biliyorum. Ama dekoderimin ışığı çoktan kırmızıya dönmüş bir kere...

Devamı gelecek…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 22 Haziran 2011)

TUHAF ZAMANLAR

Posted: 19 Haziran 2011 Pazar by bülent usta in
0

Seçimlerden bahsetmeye hiç niyetim yoktu. Okuduğum kitaplarla odama açtığım koridorlardan geçip başka dünyaların kapılarını aralamak istiyordum. Ama tüm bu olup bitene bakarak, seçmenlerin oy kullanma tercihinin ve siyasetle ilişkisinin arka planını bir gazete yazarı olarak merak ettiğim için, bütün bir hafta sokaklarda, garlarda, miting meydanlarında, sergi salonlarında ve daha pek çok yerde dolaşıp durmayı tercih ettim.

Merakımı diğer gazete yazarları ve televizyon yorumcularının, hele hele siyasetçilerin gidermesinin mümkün olmadığını biliyordum. Onlar daha ziyade, bulundukları pozisyonu savunma ve kendilerini haklı çıkarma gayretindeydiler. Retorik denilen şey, hakikatle yer değiştirdiğinden beri, Türkiye’nin tam ortasında kocaman bir karadelik belirmişti. Bu yüzden köşe yazılarının da, miting alanlarında söylenenlerin de önemini ya da belirleyiciliğini bir süredir kaybettiğini, bu seçimlerde bir kere daha görüp yaşadık. Kimse Tayyip Erdoğan’a “çılgın projeleri” için oy vermemişti, Kılıçdaroğlu’na “aile sigortası” vb projelerinden ötürü oy verilmediği gibi. Blok adayları, -iktidar iddiasından şimdilik uzak oldukları için- daha çok birer hakikat söyleyicisi ya da sözcüsü olarak belirdiler alanlarda.

Ama gerçeklik, sürekli yer ya da boyut değiştirerek, ciddi anlamda itibar kaybına uğradığı için, kafamdaki soruların tümünü insanların arasında onlarla birlikte arama ihtiyacını öyle yoğun bir biçimde yaşadım ki, kitapların arasından başımı kaldırarak kendimi sokaklara vurmak dışında başka bir seçeneğim yoktu. Aslında kitapların içine gömülü bir halde yaşarken de, görünmez üçüncü kulağımla sokakları dinlemekten hiç vazgeçmemiştim.

Öncelikle, karşılaştığım, konuştuğum hiçkimsenin, kendisine aydınlatılmayı bekleyen insan muamelesi yapılmasını istemediğini gördüm. Yani, sokaklarda bilinçlendirilecek, aydınlatılacak, uyandırılacak, silkinip kendisine getirilecek insan kalmamış. Bu yüzden 70’lerin, hatta 90’ların insan profiline hiçbir yerde rastlayamıyorsunuz. Elbette öyle insanlar da var ama onlar da öyle oldukları için fena halde mutsuzlar ve bir şeyleri kaçırıyor olduklarına dair hisle kendi çıkış yollarını arıyorlar. Televizyonlardaki talk show programlarını ya da internetteki sosyal paylaşım sitelerini takip ederek çağın ruhunu bir yerden yakalayabileceklerini sanıyorlar. Çünkü gündelik hayat denilen şeyin cazibesi öylesine artmış ve öyle kapsayıcı bir hale gelmiş ki, internet bağlantısı ya da cep telefonu olmayanların kayıp insan muamelesi gördüğü zamanları yaşıyoruz. Herkesin hem her şeyden, hem de hiçbir şeyden haberi olmadığı tuhaf zamanlar…

Bu tuhaf zamanlarda insanları, “gelecek güzel günler” söylemiyle ikna etmeniz mümkün değil. Çünkü zaman dediğimiz şey -buna ister bir yanılsama, ister yeni bir hakikat deyin- eskisi gibi “geçmiş-şimdi-gelecek” olarak birbirinden kolayca ayrılamıyor. Gelecekçi bildirgeleri, daha iyi bir dünyanın anahtarını elinde tuttuğunu iddia eden siyasetçileri, sanatçıları, aydınları umursayan yok. Hatta bilakis siyasetçiler, sanatçılar, aydınlar, “gelecek güzel günler”e dair bir anahtara sahip olmadıklarının gayet farkındalar. Daha çok ellerinde bir tomar anahtarla dolaşarak, her kapıyı başka bir anahtarla açmaya çalışıyorlar ki, o kutsal “tek anahtar”ın, “kutsal kâse” gibi mitololojik bir nesneye dönüştüğünü yaşanan tecrübeler onlara ziyadesiyle öğretmiş. Farkında olmayanlara, daha çok yaşı ilerlemiş olanlarda rastlıyoruz ki, onların da sayısı her geçen gün azalıyor. Ellerine geçirdikleri maymuncuklarla anahtarmış gibi oynamayı tercih ettikleri için, onlardan sonra onlar gibi yazacak ya da o söylemi devam ettirecek birilerini bulmaları pek mümkün olmayacak gibi gözüküyor. Çünkü maymuncuğun açamayacağı kapılar da var artık.

Günümüzde çatışmaya dayalı zıtlaşmalara da ihtiyaç duymuyor insanlar. Daha çok yeni kümeleşmeler peşinde koşan kitleler var karşımızda. Bu kümeleşmelerin, çağın en temel ve en derin sorunu olan “kimlik” sorunuyla alakalı olması ve “kimlik” sorununa yeterince önem verilmemesi yüzünden yeni çatışma alanlarının doğması, şimdilik ürkütücü bir noktaya gelmiş değil. Disipliner devlet anlayışının sivil toplum lehine ne ölçüde çözülüp çözülmeyeceği, bu yeni çatışma alanlarının yaygınlığını da belirleyecekmiş gibi gözüküyor. İşte bu noktada, meclis ile sivil toplum örgütleri arasındaki ilişki, her zamankinden daha önemli bir hale geldi. Özellikle, devletin olanaklarını kullanarak, belirli bir sermaye kesiminin desteğiyle ciddi bir oy oranına sahip olan iktidar partisinin izleyeceği seyir, eğer çatışmaya dayalı disipliner devlet geleneğine sıkı sıkıya sarılmak olacaksa, sokakların bu çatışma kültürünün yaratacağı yeni kümeleşmelere terk edileceği muhakkak. Ama hiçbir iktidar partisi, böyle bir sonuçla karşılaşmak istemez herhalde. Bu yüzden, karamsar olanların da, iyimser olanların da düşüncelerinin karşılığını sokaklarda göremedim. Toplum, korku eşiğini çoktan aştığı için, kimse insanları “şeriat geliyor, bölünüyoruz vb” söylemlerle korkutarak siyaset yapamaz artık. Yapılsa da çok düşük ölçekte bir siyaset olacaktır bu. Muhafazakârlığın artması dahil pek çok meselenin, “kimlik” meselesine nasıl yaklaşacağımızla alakalı olduğunu, nedense görmekte zorlanıyoruz.

Sokaklarda gördüğüm bir başka şey de, insanların umutsuz söylemlere rağbet etmediği. Roberto Bolano’nun Metis Yayınları’ndan çıkan “Vahşi Hafiyeler” romanındaki karakterlerden birisi, “ömrü boyunca umutsuz yaşanamaz, beden pes eder, acı dayanılmaz olur, bilinç buz gibi dalgalarla kaçar” diyordu. Umutsuzlar için yazılmış eserleri okumak, nasıl bir süre sonra okumaktan soğutursa insanı, umutsuzluğu yayan bir siyasi söylem de siyasetten soğutur. Muhalif olmak, baktığı her şeyde olumsuz olanı görmek anlamına gelmemeli. Philippe Djian’ın “Betty Blue” adlı romanında yazdığı gibi: “Ve bundan sonra insana sadece ümitsizliğin kaldığına inanmak bir kere daha yanılmaktır. Çünkü ümitsizlik de bir yanılsamadır.”

Bütün bir hafta sokaklarda, garlarda, miting meydanlarında, sergi salonlarında ve daha pek çok yerde dolaşıp evime döndüğüm zaman, sadece siyasetin değil, sanatın da bu tuhaf zamanlarda “gündelik hayat”ın kapsamına girdiğini düşünerek üzülmek yerine, “gündelik hayatı” sanat ve siyaset için yeni bir imkâna dönüştürmenin zaruretiyle yazmaya başladım.

Devamı gelecek...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 15 Haziran 2011)

ZARFSIZ KUŞLARIN TÜRKÜSÜ

Posted: 8 Haziran 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Metin Lokumcu için yas tutanlar arasında Malezya’dan Filistin’e, Kanada’dan Uruguay’a kadar dünyanın her yerinde “Su Kardeşliği” olarak da bilinen, Dünya Su Aktivistleri”ni görüp, Metin Lokumcu için yazdıkları mektubu okuyunca, yok olup gitmekten çok, yaşarken hayatlarımıza anlam katıp katmadığımızın önemli olduğunu anımsadım yeniden. Alexander Nehamas’ın Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Edebiyat ve Hayat” adlı kitabında Kazancakis’ten şöyle bir alıntı var: “En son, en büyük ayartıya boyun eğdiriyorum: Umut. Bizden istediği için savaşıyoruz; bizi işitecek kulaklar olmamasına rağmen söylüyoruz türkümüzü. Nereye gidiyoruz? Galip gelecek miyiz ki? Tüm bu savaş ne adına? Soru sorma! Savaş!”

Hopa’da ve daha pek çok yerde insanlar hakları için savaşıyor. Blok adayları ve onları destekleyenler, tüm polis ve sivil faşist baskısına, saldırılarına rağmen, özgürlük türküsünü söylemekten vazgeçmiyorlar. Belki de bu özgürlük savaşını kazanacakları günü, Metin Lokumcu gibi göremeyenler olacak aralarında. Denizlerin, Mahirlerin, Alexlerin, Nidaların, hayatlarını feda etmekten çekinmeyişlerini, hayatlarına anlam katmaktan yoksun olanların anlayabilmesi düşünülebilir mi? Siyasal İslam görüşüne sahip birisinin, şu sorunun yanıtını aradığına tanık olmuştum: “Bizler, ölünce cennete gideceğimizi bildiğimiz için hayatlarımızı kolayca feda edebiliyoruz. Peki ya onlar? Onları motive eden şey ne?”

Elinde limonla polisin kullandığı biber gazından etkilenenlerin yardımına koşan Metin hocamızın motivasyonu neydi? Neden evinde oturup, olan biteni televizyonun karşısında izlemedi de sokaklara çıkıp söylenen türküye ortak oldu? Onlarca polisin hastanelik ettiği Dilşat Aktaş’ın derdi neydi de, Metin hocamız için yapılan spontan bir nümayişte o panzerin üzerine çıkma cesaretini gösterdi? Şimdi en az altı ay hastanede tedavi görecek. Denilene göre felç olma tehlikesini de atlatabilmiş değil.

Ne Metin hocamız, ne Dilşat Aktaş, ne de Tahrir Meydanı’na çıkan o binlerce insan, kendi hayatlarını feda etme düşüncesiyle sokağa çıkmadılar. Kendi hayatını kolayca feda edebilecek birisi, umudun değil umutsuzluğun kurbanıdır. Onlar, hayatlarına kattıkları anlamın korkuya karşı kayıtsızlığını yaşadılar sadece. Kendi hayatına değer veren kişi, hayatı savunma ihtiyacı da duyan kişidir çünkü. Dini amaçlarla kendini feda eden birisinden bu açıdan ayrılırlar. Öte dünya için değil, bu dünya için, karşılığında bir ödül beklemeksizin feda ederler kendilerini. Nâzım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiirinde yazdığı gibi “Yaşamayı ciddiye alacaksın, / yani o derecede, öylesine ki, / mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, / yahut kocaman gözlüklerin, / beyaz gömleğinle bir laboratuarda / insanlar için ölebileceksin, / hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, / hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, / hem de en güzel en gerçek şeyin / yaşamak olduğunu bildiğin halde.”

Metin Lokumcu, sokağa çıkıp özgürlük türküsünü söylediği zaman, Malezya’dan Uruguay’a kadar binlerce insanın onu can kulağıyla dinlediğini, bugün dünyanın her yerinden havalanan ve Metin hocamıza doğru uçan “zarfsız kuşlar”dan anlıyoruz.


Otoriterliğin Seçimsizliği


12 Haziran’ın motivasyonu, birileri için nasıl güç ve paraysa, birileri için de özgürlük ve adalet... Aslında seçimlerden çok, halkın erklenme mücadelesi ve bu mücadeleye yeni deneyimler ekleniyor olması önemli. Yoksa temsili demokrasinin itibar kaybı ya da parlamenter sistemin sivil toplum ile devlet arasındaki etkin bir bağlanma aracından başka bir şey olup olmadığı zaten tartışılan bir şey. Hükümran devletten, Foucault’nun tabiriyle “yönetimsel devlet”e geçerken, parlamentonun bir aygıt olarak ekonomiyi nasıl sunacağı, sivil toplum ile devletin bağlanma düzeyi ile belirlendiği için önemli bu seçimler. Devlet –her ne kadar zaman zaman bağlarını az biraz gevşetse de- otoriter bir kültüre sahip toplumsal hayat sürdüğümüz içindir ki, kendisini her şeyin üzerinde görmeye devam ediyor.

Otoriter kültürlerde siyasetçilerin, halkla arasındaki ilişkiyi hem döven, hem seven “baba” rolüne uygun olarak sürdürdüklerine bu seçimde de tanık oluyoruz. Bu açıdan, “memlekete komünizm lazımsa, onu da biz getiririz” diyen “tek parti döneminin” Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ile gazetecileri hizaya sokmaya çalışan, her tür eleştiriye tahammülsüzleşen Tayyip Erdoğan arasında ciddi bir benzerlik yok mu? AKP’li siyasetçilerin “tek parti dönemine” yönelik yaptıkları eleştirilerin aynısı, bugün AKP iktidarı için yapılıyorsa, bunun en önemli nedeni demokrasiyi içselleştirmeyişimiz değil, otoriter bir kültürde başka türlü bir demokrasinin mümkün olamayışıdır aslında. “Demokrasi kültürü”nü yaratacak tek şey, sivil toplum örgütlerinin hem kendilerini, hem de devleti dönüştürecek siyasal alanlar yaratmasıyla mümkün olabilir ki, bu konuda umut verici gelişmeler de var. HES’lere karşı halkın örgütlenmesi ya da Demokratik Toplum Kongresi’nin çalışmaları gibi, başka bir siyaset ve demokrasi kültürü yaratmak isteyenlere, sanatçıların ve aydınların katacağı çok şey var. Sanatçı ve aydınların devlet adamlarına akıl hocalığını yapmayı bırakıp hakikatin sözcüleri olarak halkın arasına karışmaları, sadece halkı değil, kendilerini de özgürleştirecek tek şey belki de... “Yetmez ama evetçilerin”, iktidara yaptıkları akıl hocalığının göstermelik icraatlardan öteye gitmediği, hatta iktidarın onlar üzerinden yakaladığı meşruluk yüzünden her şeyin nasıl sarpa sardığı, bunun bir ispatı değil mi? Tüm deneyimi ve birikimine rağmen, pek çok aydını “özgürlükçü sol” içerisinde artık göremeyecek oluşumuz, yaşanan bu sürecin bir sonucu aslında. Ne diyordu Başbakan: “Taraf olmayan bertaraf olur.”

AKP’nin cemaatlerle arasındaki bağ ve bir cemaatmiş gibi örgütleniyor oluşu, devletin içindeki iktidar mücadelesinde ona başarı kazandırsa da, siyasi açıdan neo-Özalizm çizgisinin takipçisi olarak ortaya koyabileceği tek şey “çılgın projeler” ve istikrar vaadinden başka bir şey olamıyor. Bu tür bir siyaset anlayışıyla da varlığını sürdürmesi neredeyse imkânsız. Sorun, AKP ya da diğer partilerin siyasetsizliğe saplanıp kalıyor olmaları değil, bu siyasetsizliği üreten disipliner devlet anlayışının sivil toplum lehine dönüşüp dönüşemeyeceği. Ve bu dönüşümün, otoriteryen kültüre sahip bir toplumda nasıl yaşanacağı?

Bizi işitecek kulak olup olmadığına bakmaksızın türkümüzü söylemeye devam edeceğiz, 12 Haziran’da da...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 8 Haziran 2011)

SANSÜR ve RİSK

Posted: 1 Haziran 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

T.C. Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu, William S. Burroughs’un “Yumuşak Makine” adlı romanın edebi eser olmadığına karar verirken “kopuk anlatım tarzının benimsenmesi”ni gerekçe göstermesi, önce fena halde şaşırtmıştı beni. Ama sonradan yaşadığımız akıldışı sürece çok uygun bir gelişme olduğuna karar verdim.

Guillaume Apollinaire, William S. Burroughs ya da Chuck Palahniuk’u “toplumun sosyal normlarıyla çatışan” eserler yazdıklarını iddia edip o eserleri yayımlayanları cezalandırmak istemeleri, henüz yayımlanmamış, hatta yazılmamış bir kitabı toplatan zihniyetle birebir örtüşmüyor mu?

Sansür kurulunun “toplumun sosyal normlarını” nasıl belirlediği ya da “kopuk anlatım tarzını” neye göre edebi bulmadıklarını düşünürken, iki buçuk aylıkken açlıktan ölen bir çocuk üzerinden Recep Tayyip Erdoğan ile Kemal Kılıçdaroğlu arasındaki polemiğe takıldı aklım. Ümraniye’de miting yapan Başbakan halka sesleniyor: “Haberimiz yok ya kardeşim, bir telefon edersin, ambulans helikopterimizle, jetimizle biz alırdık onu.”

Başbakan’ın özel jeti, açlıktan ölen çocuk ve seçim mitingleri, zihnimde kopukluklar oluşturmaya başladı birden. Artık hiçbir şey düşünemeyecekmişim gibi bir korkuya kapıldım. Bence “Sansür Kurulu”nun kesinlikle bildiği bir şey var. Zihinsel olarak dağılmış bir halka Burroughs gibi yazarları okutmak büyük bir risk. Burroughs ya da Palahniuk okuyup, “toplumun sosyal normları”yla çatışmak yerine, o sosyal normları sahiplenip, “Sansür Kurulu”nun buyurduğu gibi, “basın-yayın, araç ve organları toplumu bu konuda yönlendirme, ikaz etme, hatırlatma görev ve sorumluluğu”nu da yerine getirmeliyiz. Öyle kolay iş değil, sosyal normlara sahip olmayan bir toplumun varlığını koruyup düzenini sağlayabilmesi. Şimdi Burroughs okuyacağız diye, o kadar bedel ödeyip oluşturduğumuz sosyal normlardan mı olacağız? Aç kalır ölürüz daha iyi. Eğer açlıktan ölmek, bir toplumun sonunu getirseydi, “Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu” yerine “Küçükleri Açlıktan Koruma Kurulu” kurulurdu.

İngiltere’de D. H. Lawrence’ın “Lady Chatterley’in Sevgilisi” adlı romanına açılan dava, 1959’da bilim, edebiyat ya da sanat eserlerinin “kamu yararı”na olduğunu savunan bir yasayla sona ermişti. Bilim, edebiyat ya da sanatın, bizdeki yasalara göre “sosyal normlar”ın karşısında ve onlara düşman olarak konumlandırılması, bizim bilim ve sanatta hangi noktada olduğumuzun ve olacağımızın bir ispatı olarak yorumlanabilir. Ama yanlış. Yazacağınız eserleri, bebekleri leyleklerin getirdiği gerçeği üzerine inşa ederseniz, yaratacağınız sanatsal etki, emin olun çok daha güçlü olur. Cinsellik gibi insan ruhunun karmaşık meselelerine girip “kopuk bir anlatım tarzı”yla ucuz eserler vereceğinize, toplumun sosyal normlarına katkı yapacak, onları güçlendirecek eserler vererek, insan ruhunun güzelliklerini ortaya çıkarma hazzını da yaşayabilirsiniz.

Bize benimsetilen şey, kişisel ahlakımızın toplumsal ahlakla uyum içinde ve değişmez olduğudur. Sanatın yaşamla olan bağını ise, birey üzerinden kurmanız, doğal olarak muhafazakâr değerlerle çatışmanızı getireceği için, içinde yaşadığınız toplum ve o toplumun normları çerçevesinde hareket etmeniz gerekir.

Sansür Kurulu’na sanatçıların vereceği tepki ya arzularını ölçülü bir biçimde yaşayıp yansıtmak olacak, ya da arzuların bastırılmasına yönelik eserler vererek üremeyi öne çıkartmak olacak. Herkesin en az “üç çocuk” yaparak toplumun çoğalmasına katkıda bulunması, o açlıktan ölen çocuğun, ailenin üçüncü çocuğu olduğunu düşünürsek, gerçekten çok mühim. Üç çocuk yapmanın, bu türden ölüm risklerinden toplumu korumak gibi, ihmal edilemeyecek bir yanı da var.

Eğer “Sansür Kurulu”, ahlaki ölçüt olarak kendisine Georges Bataille’ın düşüncelerini temel alsaydı, biz sanatçılara vereceği tavsiye, “toplumun yüksek ahlaka ulaşması için, sanatın insanları kışkırtarak yasakları ve kuralları aşmalarına yardımcı olmak gibi bir görevi vardır” şeklinde olurdu. Bataille, özellikle edebiyata “yüksek ahlak” konusunda özel bir yer ayırır ve edebiyatın risk aldığı zaman gerçek konumuna kavuştuğunu öne sürer. Baudelaire, Sade, Kafka, Blake gibi yazar ve şairler, insanlığın “yüksek ahlak”a kavuşmaları için o riski göze alarak, edebiyatın ve sanatın önünü açmış, insan aklını özgürleştirecek “yüksek ahlak” yolunda önemli adımlar atmışlardır. Geleneksel, toplumsal normların dayandığı ahlak, alışkanlıklardan ibaret ikiyüzlü bir ahlaktır Bataille gibi düşünürler için. Gerçek ahlak, ancak bu ikiyüzlü ahlaktan sıyrılanabildiği ölçüde mümkün olur.

Sivil toplumun devleti emerek, devletleşme sürecini tersine çevireceği günler, şu an çok uzakmış gibi gelebilir bize. Ama eninde sonunda bu süreç tersine işleyecek. Tek sorun, insanlığın acıya katlanma kabiliyetinin de her geçen gün artması. Yaşananlara bakınca, insanların bunca acıya ve o acının ürünü olan saçmalıklara katlanabilme kabiliyetlerine şaşırmadan edemiyor insan. Küçük bir çocuğun açlıktan ölmesinden daha büyük bir acı ve ahlaksızlık olabilir mi? Bu acıya ve ahlaksızlığa nasıl dayanabildiğimiz ise, edebiyatın risk alması gereken temel bir mesele olarak karşımızda duruyor.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 1 Haziran 2011)