Carlo ve Turan’ın anısına...*
“........
Ne gönlüme tek bir ak düştü,
Ne ihtiyar bir sevecenlik başımda!
Tuttu bütün dünyayı sesim, o korkunç gümbürtü;
Yakışıklı yürürüm şimdi
Yirmi üç yaşımda.
Otoriterler
her zaman için asayişin berkemal[1]
olduğunu duymak isterler. Ama burada asayişten kasıt, kendisine tehdit
olabilecek unsurların yok edilmesine yöneliktir. Buna çok güzel bir örnek, bir
grubun Ankara Kızılay’da bir nümayiş[2]
düzenlemesinin ardından televizyonlardaki yorumcu ve sunucuların sözlerinde
gizlidir. Nümayişe katılanların belediyeyi 86 milyar TL’sı zarara uğrattığını
öylesine ballandıra ballandıra anlattılar ki, bu ülkede nümayişler olmasa dış
borcumuzun ödeneceğini bile düşünebilirdiniz.[3]
Hemen arkasından gelen haber TMSF ile ilgiliydi ve bilmem kaç milyon dolarlık
dolandırıcılık konusunda neler yapılması gerektiği konuşuluyordu. Ama
ballandıra ballandıra anlatıp, o saygı değer işadamlarının görüntülerini bol
bol vererek insanlarda nefret duygusu uyandırmamaya çabalıyorlardı bu sefer.
Yani asayiş dediğimiz şey, tamamen egemenlerin anlayış ve çıkarına göre
şekillenen bir durum.
Çok az
ülkede bizimki kadar nümayişlerden korkan egemenler olmuştur. Eğer bir şeyden
bu kadar korkuluyorsa, bu bize verilmiş bir işaret midir diye düşünebiliriz.
Aslında bizden daha çok egemenler, nümayişin önemini ve etkisini biliyor gibi
davranıyor. Canetti’nin[4]
kitle gösterileri ile ilgili hoş bir tespiti var. Özelliklerine göre kapalı ve
açık diye iki kitle tanımı veriyor. Açık kitleler bir kere büyümeye başlarsa
önüne geçen her şeyi içine alarak büyüme, yayılma, iktidarları söküme uğratma,
nesneler dahil özneleri kaynayan bir kazan görünümündeki bir alanda (ya da bir
alanlar toplamında) toplayıp dönüştürme vaadinde bulunuyor. Ama açık kitleler,
açıklığından dolayı kısa bir süre içinde sönümlenebilir de. Kapalı kitleler,
büyümekten çok kararlılık ve süreklilik gösteren yapılar şeklinde gözükür ve
bir noktada eğer açık kitle görünümü almazsa, karşı dağıtıcı güç tarafından çok
kolay biçimde kıyıma uğrayabilir. Çünkü kapalı kitle, bir noktada yoğunlaşıp
gücünü birleştirirken, açık kitleler yaşamın her alanında, yani ana caddelere
yayıldıkları gibi, tüm ara ve arka sokaklara da yayılma ve kendi anlayışına
göre tüm sokakların ve caddelerin yapısını da değiştirmeye yönelir. Camlar
kırılır, otomobiller ters döner, bir şenlikte olduğu gibi ateşler yakılır,
duvarlar yıkılır, yıkılamıyorsa boyanır, birbirinden farklı binlerce ses (cam
kırılma sesi, slogan, kahkaha, küfür) tek bir sesmiş gibi bir yerde toplanır ve
bir canavarın çıkardığı gürleme gibi asayiş meraklılarının bilinçaltlarına
yollanır. Dehşet verici bir şeydir bu asayişçiler için.
Korku...
Ölesiye korku... 12 Eylül’den sonra, sokaklarda üç-dört kişinin bir araya gelmesi
bile yasaklanmıştı. Çünkü önce üç-dört kişiyle başlayan bir nümayiş, üç-dört
bine ulaşabilirdi açık kitle bilinciyle. Bu gerçekten de korkutucu bir şey. Ama
bir sokaktaki gibi, birbirinden bağımsız kişilerin oluşturduğu bir kalabalık
korkutmaz asayişçileri. Çünkü orada temas yoktur.
Maç
sonrası zafer kutlamaya çıkmış kalabalığın nasıl da büyümeye hevesli olduğu
güzel bir örnek olabilir. Bir çığ gibi büyüye büyüye ilerler caddelerde. Siyasi
nümayişlerin büyümesinin benzer şekilde büyümesini engellemek için bir yerde
durdurmaya çalışır asayişçiler, önünü panzerle tıkayarak, boyalı su ve gaz
bombalarıyla kitleyi tekrar küçük parçalara ayırıp dağıtarak.[5]
Eğer bir yerde önü açılırsa nümayişin, hızla büyüyecektir çünkü. Her yeri saran
bir yangın gibi meydanlardan ara sokaklara doğru gelişecek, büyük bir yıkım ve
yaratım şenliği başlayacaktır. İşte asayişçiler bunu bildiği içindir ki, taviz
vermemeye çalışır. Çünkü onların hafızası, yaşadıkları korku nedeniyle daha bir
gelişmiştir, güçlenmiştir. Ne halk yığınları gibi kolayca affederler, ne de
unuturlar kolay kolay...
Genç bir
kızı saçından sürükleyip götüren bir asayişçinin bilinçaltına yerleşmiş ve
beslenen bir korkudan bahsediyoruz. Nümayişlerden korkuyorlar. Nümayişçiler de
onlardan korkuyor.[6] Kimin
korkusu daha büyükse, o daha büyük hazırlık yapıyor. Panzerler, kimyasal
bombalar, elektrikli coplar, azgın köpekler, çeşit çeşit silahlar, işkence
aletleri, komplolar, provokasyonlar, medya terörü vb... Böyle bakınca, asayişçilerin
daha çok korktuğunu bile söyleyebiliriz. Bunun için nümayiş bastırma
teknolojilerini sürekli olarak geliştiriyorlar.[7]
Ama nümayişçilerin de korkması gerek artık. Korkarak daha çok önlem alması,
daha organize olması, daha çok bilinçlenmesi ve tartışması. Yani asayişi bozma
teknolojilerini geliştirmesi gerek. Bu şu anlama geliyor: onların ışın
tabancasına karşı bir altıpatlar geliştirmekten ziyade, onların hamlesini boşa
çıkartacak bir hamleyle karşılık vererek, kendini her yeni durumda yeniden
oluşturma ve her yeni hamlede asayişçileri işlevsiz kılmayı başarabilmenin
teknolojisini yaratmak.
Bu yazı,
her geçen gün artan nümayişlerin sokaklarda, alanlarda bıraktığı seslerin
pencereden girip yazı makinesinin başında ter döken adamı dolduruşa
getirmesiyle başladı.[8]
30 Kasım dolayısıyla Seattle ayaklanmasının beşinci yılının verdiği coşkuyla
düşünüldü nümayişlerimiz. Egemenlerin bu çok korktuğu nümayişler, bugün için
ülkemizde korkutucu muydu? Korkutucu muydu derken şiddetten bahsetmiyorum.
Etkiden, sokakların etkisinden bahsediyorum. Politika yapmanın en doğrudan
şeklinden, politik önermelerin yaşanarak sunulduğu yerlerden bahsediyorum. Öyle
oturduğun yerden konuşarak ya da yazarak değil. Sokağa çıkıp yumruğunu sıkarak
“Genetik Müdahaleye Son!” diye bağırırken tüm vücudun ve ruhunla içinde yaşadığın
politik önermeyi başka önermelerle birlikte kaynaştırarak, çarpıştırarak hayata
yön verme çabasına ortak olma duygusu ve bilincinden bahsediyorum.[9]
Bu yazı,
yenilgilerle ve ölü canlarla dolu nümayiş tarihimizin derinliklerine bakarak,
başka bir nümayiş mümkün mü sorusuna başka sorular ve yanıtlar ekleme
gayretiyle yazıldı. Biri 6 Kasım Yök’ü protesto, diğeri 27 Haziran Nato’yu
protesto girişiminin ele alınması, aslında hangi noktada olduğumuza dair benim
kişisel tespitlerimi taşımaktadır. Bu tanıklıklardan ve tespitlerden yola
çıkarak “başka bir nümayiş mümkün mü” sorusunu küreselleşme karşıtı hareketin
verdiği esinle tartışmak, eylemcilere belki bazı fikirler sunabilir.
Bir
İzinsiz Nümayiş Olarak 6 Kasım[10]
6 Kasım sabahı, Beyazıt
Meydanı. Üç yüz civarında kişi birbirimize sokulmuş bir hâlde nümayişimizin
başlayacağı zamanı bekliyoruz. Herkes çok gergin. Nümayiş tarihi oldukça kanlı
olan bir ülkede bu gerginlik çok anlaşılabilir bir şey. Etrafımız robokop
giysileri ile korkutucu ve acımasız makinelere benzeyen beş yüzden fazla
polisle sarılmış. En ufak bir hareketimiz, tıpkı Matrix filmindeki sentineller
gibi onların yok edici hışmını üzerimize çekebilir. Sentineller karşısında ise
bizim elimizde ders kitaplarımız dışında hiçbir şeyimiz yok. Tamamen
savunmasızız. Peki bu savunmasızlık içinde niye buradayız? Ne olmasını
bekliyoruz? Sentinellerin bizi farketmeyeceği bir hareketsizlik içinde
görünmezliğe kavuşarak kampüsün içine girip, kapıları sıkı sıkı kapatıp kendi
Zion’umuzu yaratmayı mı düşünüyoruz? Hayır. Bize aslında çok büyük bir
kalabalığın daha yolda olduğu, onların da bize katılarak daha da büyüyeceğimiz
söylenmişti. Tabii bu bir söylenti. Çünkü çoğunlukla bu beklenti bir şeylerin
ters gitmesi ile sonuçlanır. Bir söylenti de biz kampüsün kapılarını zorlamaya
teşebbüs ettiğimiz zaman, bir eşgüdüm içinde kampüsün içinden de büyük bir
kalabalığın kapılara hareket edeceği, polisleri şaşkına çevirerek o basınçla
bir anda kapıların açılacağı ve üniversite işgalinin gerçekleşeceği yönündeydi.
Bu bir plandı elbette, büyük bir plan. Sabırsızlıkla bu planın hayata geçmesini
bekliyorduk. Ama bu bekleyiş gittikçe uzamaya, eylemcilerin sentinellerin
dikkatini çekmemeye özen gösteren yavaş hareketlerle yere oturmalarına ve
birbirleriyle gergin bir biçimde söyleşmeye başlamalarına neden olmuştu. Ne
gelen vardı ne de giden. Lider kadroda olan birileri sağa sola koşturup
ellerindeki cep telefonlarıyla birilerini arayıp duruyordu. Yanımda duran
insanlarla stres azaltmak için konuşmaya yeltendim. Birçoğu YÖK hakkında
yeterince fikir sahibi bile değildi. Kantin duvarlarını süsleyen afişlerde
yazanların dışında bir fikre sahip değillermiş gibi konuşuyorlardı. Örgütlü
olanlara, eğer polis saldırırsa ne yapacağımızı, bunun için bir hazırlık
yapılıp yapılmadığını sorduğum da, direneceğimizi, kaçmayacağımızı, mutlaka
polis barikatını aşıp kampüsü işgal edeceğimizi söylüyorlardı. Kiminle, üç yüz
savunmasız ve kararlılık belirtisi göstermeyen insanla mı? Bir polis ablukası
içinde olduğumuzu, polisin sayısının bizden daha fazla olduğunu, göz yaşartıcı
bomba ve panzerlerle kuşatıldığımızı bilerek bunları söylemesi şaşırtıcıydı.
Ona yarın devrim olur mu diye sorsam, sanki yarının çok kötümser bir tahmin
olduğunu, aslında birkaç saat içinde devrimi beklediğini bile söyleyebilirdi.
Ve bu devrim beklentisi, bizim üç yüz kişiyle binlerce polisi geçip
üniversiteyi işgal etmemizden daha iyi bir tahmin olacaktı. Tabii bunları
dinlerken, geçmiş nümayiş deneyimlerimi düşünerek, böyle söyleyenlerin çatışma
sırasında ilk sıvışanlar ve sıvışırken de “yılgınlık yok direniş var!” diye
bağıracaklardı muhtemelen. Kendimce bir saldırı anında polis barikatının en
zayıf halkasını hesaplamaya ve orayı yararak kaçmayı da düşünüyordum açıkçası.
Bu arada elinde cep telefonu sinirli sinirli yanımızdan geçen liderlerin şöyle
telefon konuşmaları da kulağıma gelmiyor değildi: “Cebeci’den gelecek grup
nerede kaldı? Tahsin uyuya mı kalmış? Hemen uyandırın onu.”
Biz bu
şekilde bekleyişimizi sürdürürken, etrafımızı saran sentinellerde bir
kıpırdanma oldu. Hemen ardından da kampüsün içinden ana kapıya doğru yaklaşan
bir uğultuyu duyduk ve biz de yerimizden kalkıp sloganlarımızla yalnız
olmadıklarını belli etmeye çalıştık. Ama sentinellere emir gelmediği için bize
saldırmıyorlardı. Kapıya doğru yaklaşan uğultu, daha sonra yavaş yavaş
uzaklaşan bir uğultu hâline dönüşünce birden bir yılgınlık çökmüştü nümayişin
üzerine. Çünkü muhtemelen kampüsün içindekiler geriye püskürtülüyordu. Liderler
yaptıkları telefon görüşmelerinden sonra geri çekilme kararı aldı. Bu durum
sentinellere de bildirilerek ateşkes kurallarına göre geri çekilme izni alındı.
Polis barikatında bir kapı açılarak oradan ana caddeye doğru yürünmeye
başlandı. Kitle ne olduğunu, sonra ne olacağını bilmeksizin liderlerin çizdiği
hat üzerinden ilerliyordu. Tam ana caddeye çıkılmıştı ki, o beklenen büyük
kalabalık, oldukça küçülmüş olarak bizi caddede karşıladı. Bu karşılaşmanın
verdiği bir heyecanla mı, yoksa yenilmiş olmanın verdiği bir kızgınlıkla mı
polisin kışkırtıcı tutumuna uygun bir şekilde hareket edilerek gerginlik
çatışmaya dönüştü ve büyük bir arbede cadde boyunca yaşanmaya, önce liderlerin
“yılgınlık yok direniş var!” sloganı atarak sıvışması, ardından kitlenin tüm
boşlukları değerlendirmeye yönelik ama lokal çatışma sahneleriyle polis saldırısını
da aşmaya yönelik çabasıyla tam bir ana baba günü yaşanmaya başladı. Hızlı
koşamayanlar, yaralılar, o yaralıları başkaları gibi umursamadan bırakıp gitmek
istemeyenler, ilk defa böyle bir kargaşa ortamı içerisinde kalmış ve hangi yöne
gideceğini bilemeyen şaşkınlar teker teker sentinellerin avı olmaya, paketlenip
paketlenip polis arabalarına bindirilmeye başlandı. Ben de Unkapanı’na doğru,
yanımda başına cop darbesi yemiş ve kan kaybeden bir arkadaşımla kaçmaya
başlamıştım. Otobüs duraklarından birisinde yavaşlamış bir otobüsün önünü
keserek, biletimiz olmadığı hâlde ve durumumuza bakarak bilet sormayı gereksiz
gören otobüs şoförünün izniyle kendimizi otobüsün içine attık. Otobüs
kalabalıktı ve herkes bana ve yaralı arkadaşıma biraz korku dolu, biraz da acıyarak
bakıyordu. Yolculardan birisi yanımızdan koşarak geçen ve ellerinde bayrak
taşıyan birilerini göstererek, “görüyorsunuz işte, Rus bayrağı taşıyor bunlar”
dedi. Muhtemelen faşist birisiydi ve bu fırsatı değerlendirerek insanlara
karalama propagandası yapmak istiyordu. Ben de taşınan o bayrağın, Koordinasyon
diye anılan bir öğrenci hareketini simgelediğini, Rus bayrağının renginin ve
şeklinin nasıl bir şeye benzediğini anlatmaya çalıştım. Tabii bu açıklama
otobüsteki insanlarla 6 Kasım’ı ve öğrencilerin neden YÖK’ü protesto ettiğini
anlatmaya yönelik bir sohbete dönüştü. Ön sıralarda oturan yaşlı bir kadın
tülbendini çözerek arkadaşıma yarasına tampon yapması için vermesiyle, birkaç
faşist dışında otobüsteki yolcularla aramızda bir yakınlığın doğmasını
güçlendiren bir jest olmuş oldu.
Nümayiş
amacına ulaşmış mıydı? Ulaşmadıysa bunun nedenleri neydi? Düzenleyenler ve
katılanlar gerçekten ne yaptıklarını biliyorlar mıydı? Haberlerde sadece
polisin şiddetini teşhir eden birkaç görüntü, yaralanan ve gözaltına alınan
eylemciler dışında geride ne kalmıştı? Daha akıllı, daha organize (hiyerarşik
değil, asla), daha yaratıcı, daha etkili bir nümayişi oluşturabilmek mümkün
müydü?
Kültür,
Tylor’ın en geniş anlamıyla tanımladığı gibi “insanın yapıp ettiği her şey”dir.[11]
Yaptığı müzik de, yemek de, sigara içişi ya da gülüşü de bir kültür biçimidir.
Öyleyse nümayiş de bir kültür içerisinde tanımlanabilir, sorgulanabilir,
bulunduğu kültürün de özelliklerini öyle ya da böyle ifşa edebilir. Nümayiş,
bir ya da birden fazla insanın, bir isteği dile getirmek ya da bir şeye karşı
çıkmak için yollarda, halka açık yerlerde genellikle sloganlar, şarkılar ve
pankartlar eşliğinde gerçekleştirilen toplantı olarak tanımlanmaktadır.
Savaşlar, devletlerin sağlığıdır sözüne karşılık olarak “nümayişler, temsiliyete
dayanmayan doğrudan radikal demokrasilerin sağlığıdır” diyebiliriz belki.
Türkiye’de
nümayiş kültürümüz askeri darbeler, kirli bir savaş süreci ve soğuk savaş
sürecinin anti-demokratik eğilimleri güçlendirmesi ile birlikte sakat
bırakılmıştır demek, yanlış olmaz. Bir nümayişe katılmak Türkiye gibi bir
ülkede her zaman tehlike arz eden bir şey. Yürüyüş yapan öğrencilerin üzerine
bomba atmaktan, 1 Mayıs’ta on binlerce işçinin üzerine rasgele yahut keskin nişancılar tarafından açıkca hedef
gözeterek ateş açmaya kadar, Türkiye’de nümayişleri
engellemek için hemen hemen her tür nümayiş bastırma teknolojisi denendi. Bunun için faşist çeteler kiralanmış, istihbarat
örgütleri devreye sokulmuş, eylemciler kaçırıldı ve katledildi. Ama her tür
zorbalığa ve canavarlığa rağmen, yine de her 1 Mayıs’ta ya da her 6 Kasım’da
birileri alanlara çıkmaya, devletin bu çok korktuğu nümayiş geleneğini
sürdürmeye çalıştı her zaman. 6 Kasım YÖK’ü protesto nümayişi gibi, bu inadına
durum, yani dayak yiyeceğini bile bile alana çıkmak, önceleri polisin ve
dolayısıyla devletin (Türkiye’de devlet, polisle ve askerle bir tutulur çoğu
zaman) gerçek yüzünü teşhir etmek gibi bir amaç taşırken, zamanla bu nümayişler
aracılığıyla ve yoğun şiddet görülmesinin yarattığı etki ile birilerinin
vicdanını harekete geçirmek kaygısı doğmuştu. Ama bu kaygı, basının olaylara
ilgisini (emirle ya da değil) yitirmesi, yer verse bile sunuş şeklinin
basitliği ile (bir reality şov gibi sunulması) etkisi kaybolmuş, sadece bir
ritüel hâlinde yaşanır olmuştu. Neden bir ritüel dedim? Çünkü o zamana kadar
yine de bir sonuç alma niyeti ya da umudu varken bu türden eylemlerde, bugün
için o umut ya da niyetin yeterince güçlü olduğu şüpheli. Umutsuz bir tablo
çizmek istemem elbette. 30 Kasım 1999’da Seattle’da başlayan küreselleşme
karşıtı hareketi, Türkiye’de de sınırlı da olsa farklı grupların farklı
tarzlarda eylemlilikler gerçekleştirmesinin önünü açmış gibi gözüküyor. Son
zamanlarda eylemliliklerin çeşitliliğin de olduğu gibi sayısında da ciddi bir
artışın olduğu yayın organlarından ve sokaklardan izlenebilir. Ama bunun
nedenini sadece dünyada bir dalganın oluşmasına mı bağlamalı, yoksa AB
süreciyle birlikte Türkiye’de ki anti-demokratik eğilimin görece (ya da
görüntüde) azalmasının getirdiği bir fırsatın değerlendirilmesine mi
bilemiyorum. Sanırım her iki etkinin de Türkiye’de nümayişlerin çoğalmasını,
çeşitliliğini ve etkisini arttıracak yönde bir gelişme önümüzdeki günlerde
kendisini gösterebilir.
Bir
İzinli Nümayiş Olarak Nato Zirvesini Protesto Girişimi
6 Kasım
protestosu, izinsiz bir nümayişti. Yasaların sınırları içerisinde hareket etme,
ilgili kurumların gösterdiği yerde değil de kendi belirlediği bir alanda ve
saatte yapılan bir nümayişti. İzinli bir nümayişe örnek olarak da 27 Haziran
2004’te Kadıköy’de gerçekleşen Nato Zirvesi’ni protesto girişimi
gösterilebilir. Belli başlı büyük sendikalar, sol partiler ve örgütler,
Halkevleri gibi çok çeşitli sivil toplum kuruluşlarının da yer aldığı bir
nümayiş gerçekleştirildi. Gruplar, kendilerine yakın gördükleri gruplarla
sınırlı düzeyde bir işbirliğine gittiyse de, Kürselleşme Hareketinde görüldüğü
gibi geniş katılımlı, dayanışmacı, ağsal bir işbirliği söz konusu değildi.
Aylar öncesinden çalışma yapılıyor havası sürdürülse de, medya Nato Zirvesi
öncesi birtakım eylemliliklere yer verip ilgiyi nümayişlerin üzerine çekse de,
27 Haziran günü Kadıköy’de, daha önce yapılmış herhangi bir eylemlilikten çok
farklı bir görüntü oluşturulamadı. Hâlâ aynı zihniyet ve güdüyle alana
çıkılmış, çok iddialı pankartların ardında yaratıcılıktan yoksun, “kendin çal,
kendin söyle, kendin dinle” tarzında bir nümayiş gerçekleştirilmişti. Mesele
Nato Zirvesi’ni protesto etmekten daha çok kendi reklamını yapma meselesine
dönüşmüştü ki, aslında devletin istediği ve beklediği tepki de bu yönde
olmuştu. Bu nümayişin istenilen düzeyde katılım ve etkiye sahip olmamasının tüm
sorumluluğu elbette sadece eylemcilerin üzerine de yıkılamaz. Devlet, tüm kurum
ve kuruluşlarıyla aylar öncesinden gerçekleşecek protesto girişimlerine muazzam
şekilde her yönden hazırlanmıştı. İşin kötü tarafı, bu zirvenin önemini
nümayişi düzenleyenlerden daha çok devletin kavramış olmasıydı. Tüm kurum ve
kuruluşlarıyla birarada eşgüdümlü olarak hazırlık sürdüren devlete karşı,
gruplar ve örgütler aynı ciddiyetle nümayiş hazırlıklarını sürdürmemişlerdi.
Sadece anarşist birkaç grup ve diğer anti-otoriter gruplar, siyasi duruşlarının
verdiği rahatlıkla bazı farklılıklar kazandırmışlardı duruşlarına. Ama onların
da yeterli düzeyde hazırlık yaptıklarını söylemek, onların varlığını küçümsemek
olur doğrusu. Ellerinden bu kadar gelebildi demenin moral bozucu etkisini
kastediyorum. Bence herkesin elinden daha fazlası gelebilirdi. Önce devletin
hazırlık sürecine bir bakalım. Aylar öncesinden medyada Nato ile ilişkilerin
önemine dair bir yığın saçma sapan şey halkın üzerine boca edildi. Ve bu boca
etme de tıpkı AB sürecinde yaşandığı gibi “para”, “iş”, “AB” gibi halkın özlem
ve umutlarını güdülemeye yönelik kilit kavramlar üzerinden yürütülüyordu. ABD,
bizi AB sürecinde destekliyor, Kıbrıs meselesi ile Nato arasında ilişki
kuruluyor, Büyük Ortadoğu Projesi ile imparatorluğun dünyayı yönetme konseyi
içinde yer almanın avantajları anlatılıyor... Hatta medyada Nato Zirvesi’nin
İstanbul’da olmasının bilmem kaç milyar dolarlık bir turizm tanıtımı katkısı
bile olacağı uzun uzun köşe yazarlarınca yazıldı, uzmanlarca ballandıra
ballandıra televizyonlardan anlatıldı. Hemen yanımızda gerçekleşen iki yüzlü ve
iğrenç bir savaşa ve yakın bir zamanda Nato’nun patronu ABD’nin askerlerince
gerçekleştirilen işkencelere ait fotoğrafların büyük bir infial yaratmış olması
bile, toplumun hafızasını bir balık hafızası gibi düşünüp, Nato ve ABD karşıtı
oluşmuş tepkiyi bastırmaya yönelik ciddi bir propaganda kampanyası
başlatılmasını etkilememişti. Sürekli olarak fayda ve çıkar mantığı üzerine
oturtulan bu kampanyanın çok yönlü bir biçimde gerçekleştirilmesi, devletin ve
Nato’nun hazırlığının sadece küçük bir parçasıydı. Bir de bu propagandadan
etkilenmeyecek insanlara yönelik önlemler alınmalıydı. Bu önlemlerin en tuhaf
olanı da, İstanbul’un en kalabalık ve hareketli olan merkezinin, koca bir
şehrin insandan arındırılması süreciydi. İstanbul, İngilizler tarafından işgal
edildiği zaman bile böylesine büyük bir baskı ortamı oluşturulmamıştı.
Denizden, havadan, karadan nükleer başlıklı silahlar ile on binlerce polis ve
askerin kilometrelerce uzunlukta barikatlar kurarak halkı kentten yalıttığı bu
bölge, sadece Nato’ya tahsis edilmişti. İstanbul, işgal altındaydı. Ve
televizyonlardan bu zirve karşılığında elde edeceğimiz fayda karşısında bu
kadarcık fedakarlık yapmanın önemli olmadığı konusu işleniyordu. Tüm bu yaşanan
süreci, eylemciler de izliyordu. İzliyordu ama gerekli önlemler alınabiliyor
muydu acaba? Tüm gruplar bir araya gelip, kafa kafaya vererek Nato bu önlemleri
aldı, biz ne yapacağız şimdi diye tartışıyor muydu? Tartışanlar bunu lokal
düzeylerde ve önyargılı iletişimsizlik handikabı içerisinde gerçekleştiriyordu.
Ve bu tartışmaların halka açılması konusunda bir girişim de gözükmüyordu.
Herkes kendi yayın organında halkı çağırıyordu kampanyasına ama, halkın o
kampanyaya girebilmesinin önündeki örgütsel ve düşünsel engellerin neler
olduğunu yeterince gündemine taşımıyordu. Çok yakın zamanda gerçekleşmiş olan
Sosyal Forumların işleyişi küreselleşme karşıtı hareketinin başarısı veya
başarısızlığı tartışılıp, oralardan bu topraklara özgü çözüm yolları aranmıyor,
dünyadaki hareketlerle iletişim çok sınırlı düzeyde gerçekleşiyordu. Türkiye’de
can çekişen geleneksel solun kendisini yenilemek gibi bir girişimden çok,
geleneksel yöntemlerle işin kolaycılığına kaçması şaşırtıcı değildi. Irak
savaşı üzerinden büyüyen savaş karşıtı hareketin kitleselliğinden kendisini
değiştirmeden faydalanmanın hesabı yapılıyordu sadece.[12]
Bu iki yüzlü hesap elbette açık zihinli insanlarca görülüyordu. Böylesine köylü
kurnazı siyaset yapmaya alışmış, komplocu, ulusalcı, zenofobik, küreselleşme
karşı hareketinin felsefesinden uzak, dışarıya, hatta yerel düzeyde bile
dışarıya kapalı, bir tarikat ya da limited şirket görüntüsündeki sekter
örgütlerin, ya da popülizmin doruklarında gezinen ve sendikaların, sivil toplum
örgütlerinin kuyruğuna yapışmış hareketlerin tutarsız ve samimiyetten uzak
yaklaşımları, halkın konuyla ilgisini sağlayamıyordu. 10 yıl evvel söylenilen şeyle
bugün söylenen şey eğer aynı ise[13],
insanların seni ciddiye almasını beklemek gerçekten ciddi bir siyasi körleşme
sorununun işareti olarak değerlendirilebilirdi. Ama tüm bu olumsuzluklara
rağmen, yine de katılımın yüksek olacağına dair umut sürmeye devam etti. Bu
beklentiyi ciddi bir biçimde sıkıntıya sokan bir başka gelişme de, belediye
otobüsünde patlayan ve üç kişinin de ölümüne sebep olan bombaydı. Bu çok
kuşkulu patlamanın sonucu gerçekten devlet tarafından sistemli bir şekilde
yaratılmış olan terörize olmuş ortama çok ciddi düzeyde katkıda bulundu. Çünkü
patlayan bomba, sol görüşlü bir eylemcinin eyleme gittiği sırada kaza sonucunda
patlamıştı. Demek ki başka girişimler de olacaktı ve devletin her tür yüksek
düzeyde güvenlik tedbirini alması meşrulaşmış oluyordu. Ama bu olaydan sonra,
Nato yanlısı istihbarat örgütlerinin, teknolojinin olanaklarından faydalanarak
bir eylemciye ait uzaktan kumandalı ya da saatli bombanın kendilerine ait bir
uzaktan kumanda ile patlatılmasının da mümkün olabileceğine dair kuşkular da
oluşmuştu. Artık o bomba nasıl patladı bilemiyoruz ama, Nato’yu protesto
girişimlerini olumsuz yönde etkileyen bir başka gelişme de bu yönde olmuş oldu.
Yer
Kadıköy. Tarih 27 Haziran 2004. Irak savaşı sürerken, Afganistan işgal edilmiş,
Kuzey Kore ile ABD arasında sürtüşmenin ve karşılıklı nükleer silah kullanma
tehdidinin sürdüğü, Nato’nun bir savaş örgütü olarak etki alanını genişlettiği
bir zamanda, Nato Zirvesi İstanbul’da, bir zamanlar Roma İmparatorluğu’nun
başkenti İstanbul’da gerçekleşecekti. Böylesine önemli bir zirveyi protesto
etmek için en geniş katılımlı olması beklenen nümayiş için devlet Kadıköy’ü
uygun gördü. Nümayişten önce ve süresince vapur seferleri iptal edilerek
eylemciler karşı kıyıya sürüldüğü gibi, bir biçimde zirveye ulaşma girişimi de
paranoyakça engellenmiş oluyordu. Zirve ile nümayiş arasındaki köprüler
böylelikle sembolik olarak atılmış oluyordu devlet tarafından. Hem bu sayede
karşı kıyıdan gelecek olan eylemciler engellenmiş oluyordu. Aslında yaşanılacak
olan olumsuzlukları düşünerek ilk başta katılmayı düşünmemiştim. Ama böylesine
tarihi ve sembolik bir öneme sahip zirveyi protesto girişimini de kaçırmak
istemedim doğrusu. Hâlâ da bir şeylerin alanlarda değişebileceğine, farklı
eylem biçimleri geliştirebileceğimize dair umudumu da koruyordum.
Sabah
saat onda buluşma yeri olarak tespit edilmiş ve alana oradan hareket edilecek
olan, Haydarpaşa taraflarında bir hastanenin önünde bir grup anarşistle
beklemeye koyulduk. Herkese saat onda gelmesi söylendiği için ben de tam
saatinde oraya gitmiştim. Ama çok az sayıda insanın verilen buluşma saatine
uyduğunu gördüm. Keşke ben de biraz daha geç gelebilseydim diye düşündüm. Çünkü
o sıcağın altında, elimizde tuttuğumuz kara bayrağı kendimize gölge yaparak
beklemek gerçekten de zordu. Neden bu saatte gelmemizi istediklerini sorduğum
da, “insanlar tam saatinde gelemiyor, biz de erken bir saat söyledik ki,
insanlar kendilerini ayarlayabilsinler” gibi tuhaf açıklamalarda bulundular.
İşte bir köylü kurnazı siyaset yapma tarzı. Böylelikle eylemcilerin verilen
saate uymama, her zaman geç kalma alışkanlığı kabul edilmiş bir davranışa
dönüşüyordu. Peki ya tam vaktinde gelenlere ne diyeceğiz? Bir ceza gibi onları
güneşin altında bekletmenin açıklamasını nasıl yapacağız? Eyleme katılacaklar,
ortak bir saatte biraraya gelemeyecek kadar vurdumduymaz ise, o eylemin ve
eylemcilerin niteliğinden şüpheye düşmek kaçınılmaz değil midir?
Tam iki
saat boyunca, bando ve megafon aracılığıyla kitleye durmaksızın sloganlar
attırılıp marşlar söyletilerek, zaten güneşin altında beklemekten sıkılmış
kalabalığın tüm enerjisi miting meydanına varmadan emilmiş oluyordu. Atılan
sloganları da bekleme yerinde duyacak olan, birbirlerine düşmanmış gibi
davranan rakip gruplar ve kendileri olacaktı yalnızca. Ama bu rakip gruplar
arasındaki ilişki de gerçekten dikkate değer bir durum oluşturuyordu. Bırakın
ortak davranma kültürünü oluşturma çabasını, grupların birbirlerine tahammülü
olmadığını en iyi ispat eden yerlerden birisiydi nümayişler. Marksist bazı gruplardan
kişiler, ellerindeki bildirileri “alın okuyun, adam olun” der gibi
anarşistlerin ya da rakip diğer sol örgütlerin yüzüne yüzüne vurur gibi
dağıtabiliyordu zaman zaman. Bildirilerin başlıkları, “İstanbul Nato’ya Mezar
Olacak” ya da “Ya Sosyalizm Ya Ölüm” gibi ölüm temalarıyla doluydu ve ajitasyon
hedefleniyordu. Anarşistlerin dışındaki grupların bildiri, pankart ve
sergiledikleri nümayiş düzenlerinde bir yaratıcılık, canlılık aramak boşunaydı.
Bir zaman tüneliyle 10 yıl öncesinden gelmişler gibi, benzer şeyleri benzer
şekillerde ifade ediyorlardı. Kullandıkları ifadelerin düzeyindeki düşüklük,
kitleleri bir aptallar ordusu gibi gördüklerini düşündürüyordu insana. Sürekli
olarak altı çizilen, bize destek verin, sizin için devrim de yaparız, Nato’yu
da dağıtırız.
Bu arada
son yıllarda gerçekleşen eylemlere sanırım Avrupa’dan tur düzenleyerek
getirilmiş Marksist turistler de vardı. Turist diyorum, çünkü her şeye bir
turistin şaşkınlığıyla bakıp bir müzeyi gezer gibi nümayişin içinde dolaşan,
pankartların önünde tarihi bir eserin önünde poz verir gibi fotoğraf çektirten
kişilerdi çoğu. Bir de tıpkı turistlerin çoğu gibi yaşlılardan oluşuyordu bu
grup. Nümayişe yurt dışından gelen anarşistlere bakınca da hepsinin gençlerden
oluştuğunu ilk bakışta fark edebiliyordu insan.
Bu arada
beklediğimiz yer simitçi ve sucudan geçilmiyordu. Eylemin ekonomisi.[14]
Hiçkimse kendi grubu için su ve yemek ihtiyacını organize etmemiş gözüküyordu.
Aslında bu çok zor bir şey olmamalıydı. Birisi nasıl pankart getiriyorsa, başka
birisi de su getirebilmeliydi. Orada dağıtılacak su, eyleme katılanları
gerçekten memnun edebilirdi. Ayrıca en büyük masrafı, yakılmak için satın
alınan ABD bayrakları tutuyordu.
Yürüyüşe
geçmeden evvel herkese pankart ve bayraklar dağıtıldı. Üzerlerinde Bakunin,
Makhno, Durruti gibi anarşistlerin portrelerinin bulunduğu dövizler,
bulunduğumuz grubun içinde insanların en çok ilgisini çeken dövizlerin başında
gelmişti. İşin tuhaf tarafı, hiç abartısız yüzlerce kişi bu anarşistlerin
posterlerine bakıp kim olduklarını sordu. Bir kısmı elbette dalga geçmek için
yaptı bunu. Ama insanların anarşizm karşısındaki bilgisizliği şaşırtıcı değildi
elbette. Hatta anarşistlerin bile. Mesela elindeki dövizde bir anarşistin
portresini taşıyan birisine, grubun dışındaki birisi tarafından dövizdeki
kişinin kim olduğu sorulduğu zaman, sadece adını bildiği ortaya çıkmıştı.
Ayrıca pankartların bir kısmı farklı dillerde hazırlanmıştı. Bayraklar ise
kavga çıkarsa kullanılmak üzere oldukça kalın tahta parçalarına geçirilmişti.
Ve o bayrakları taşımak, inşaata kalas taşımak kadar ağır bir iş hâline
gelmişti.
Ve
yürüyüş başladı. İki saattir güneşin altında bekleyen ve slogan atmaktan posası
çıkmış kalabalık son bir defa daha canlanıp ortalığı inletmek istedi ama
tısss... Nerede yürüyorduk? İstiklal Caddesinde mi? Yoksa kumsalda mı, hazır
güneş de cayır cayır yakarken. Hemencecik vardık alana. Sendika ağaları ve kim olduğu
belli olmayan ama kullandıkları sözcüklerden hep aynı adamlar ya da taklitleri
olduğu anlaşılan birileri kürsüdeydi ve mikrofon ağızlarından midelerine doğru
sarkıtılmıştı. Zaten kimse dinlemiyordu onları. Aslında kimse kimseyi
dinlemiyor, görmüyordu. Gözlerini ve kulaklarını sıkı sıkı kapatmış
kalabalıklar, kendilerine bekleme süresinde ezberletilmiş sloganları hızlı
hızlı haykırıyordu. Hepsi mi? Elbette hayır. Yabancı turistler kadar yerli
turistlerimiz de var ve biliyorsunuz ki ülkemizde turizm sezonu açıldı. Tek tek
grupları gezen ve fotoğraf çekip çekirdek çıtlatan bu insanların dışında, kız
kesmeye gelen ve macera arayanlardan, yankesicilik mesleğini sürdürmeye
çalışanlara kadar çok renkli bir topluluk miting alanındaydı. Dördüncü saate
doğru artık herkes bir yerlere serilmiş ve "n'olur miting bitsin de eve
gidelim" der gibi saatlerine bakıyorlardı.
Ve miting
bitti. Bittiğini nasıl mı anladık. Tüm Türkiye'deki üyelerini alana toplayıp
birkaç bin kişilik büyük kalabalığa ulaşan komünist partilerden birisi,
dağılmak üzere harekete geçti. Saatte bilmem kaç kilometre hıza vararak, şehir
içi yürüyüş hız kuralını ihlal eden bu örgüt, hızla meydanı boşaltmaya başladı.
Hem de ne boşaltma. Karşısına ne çıkarsa çıksın, özellikle bir anarşisti
gördüklerinde belki linç etme güdüsü ortaya çıkıyor ve ezip geçiyorlardı. Kendi
halinde pankart tutan bir arkadaşımızı neredeyse çarpa çarpa öldüreceklerdi ve
kısmi bir anarşist-Marksist çatışması yaşandı. Her şeye öncelik Marksistlerin
miydi? Mitinge girmek de, çıkmak da, devrim yapmak da her şey de öncelik
Marksistlerin miydi? Anarşistler Kronşdat da, İspanya da, her yerde ezilmeye,
itilip kakılmaya alışmış mıydı? Biz oraya Marksistlerle kavga etmek için değil
Nato'yu protesto için gitmiştik. Her neyse, itile kakıla meydandan ayrılarak
sokak aralarına daldık. Sanırım en güzeli de oydu.
İşte bir
nümayiş daha bitmişti. Yorgunluktan ve susuzluktan yürüyecek halimiz kalmamış,
sesimiz kısılmış ve terden sırılsıklam olmuş bir hâlde evlerimizin yolunu
tutmuştuk. Ne olmuştu gerçekten? Sucular, bayrakçılar, simitçiler, yankesiciler
dışında kimin işine yaramıştı bu eylem? Basın iyi bir biçimde kullanılarak tüm
dünyaya İstanbul'a özgü bir mesaj verilebilmiş miydi? Eyleme katılanlar,
katıldıkları bu eylemden bir şeyler öğrenebilmiş miydi? Yeterince yaratıcılık
kullanılabilmiş miydi? Tüm işçi haklarının gasp edildiği, asgari ücrete yüzde 5
zam yapıldığı bu ülkenin sendika ağaları kürsüden indirilebilmiş miydi? Nato,
bu eylemle yeterince teşhir edilebilmiş miydi? Bu eylemin diğer eylemlerden bir
farkı var mıydı? Kaç kişi bu eylemi hatırlayacak daha sonra? Bu ve benzeri
sorular yüzlerce binlerce arttırılabilir ve arttırılmalıdır. Neden? Çünkü Nato
zirvesinin güvenliğini sağlayanlar aylar öncesinden elektronik haritalar,
psikolog, sosyolog gibi uzmanlar eşliğinde, en ufak ayrıntıyı planlayarak
hazırlandılar. Ayrıca toplantının düzenlenişi, basın yoluyla verilen mesajlar,
her şey ama her şey planlanmış bir programa göre düzenlendi. Ve başarıyla
işlerini yapıp gittiler. Ya eylemciler ne yaptı. Her grup kendi başına, ya da
kısmi ittifaklarla, ciddi hiçbir hazırlık veya örgütlenmeye gitmeden, hiçbir
yaratıcı aktivitenin önünü açmadan, kendi kendilerine bağırıp, bağırdıklarını
sadece kendileri duyarak ayrıldılar meydandan.
Nümayişler ve Siyasi Söylemlerin
Ruhu
Nümayişlerin
bir ruhu vardır. Gerçekleştiği yerden, düzenlenme amacına, oluş şekline
(kendiliğinden ya da değil), katılanların özelliklerine (kadın, erkek,
eşcinsel, kentli, köylü, sağcı, solcu), nümayişi engellemeye çalışan güçlerin
özelliklerine (mesela Gazi’deki isyanı engelleme görevi polis yerine askere
verilince, nümayişin ruhu da değişmişti) gibi birçok bilinen ve bilinmeyen
değişken tarafından etkilenen bir süreçtir. Kendi nümayiş kültürümüze bakınca,
mesela Bergamalı Köylü Hareketi’nde kadın ve erkeklerin ayrı yürümesi, bir 1
Mayıs nümayişi sırasında örgütlerden birisinin sempatizanlarının asker gibi
giyinmesi ve uygun adım yürümesi[15],
aydınların ya da sendika ağalarının bulunduğu nümayişlerde protokol anlayışının
uygulanması gibi daha pek çok tanımlayıcı özelliklerle karşılaşabiliriz.
Nasıl ki,
bir ordu piramit şeklinde hiyerarşik olarak örgütlenir ve tek tip bir görüntü
arz eder ise, böyle bir gücün karşısında nümayişin niteliği de ağsal olarak
örgütlenmesi ile kendisini oluşturabilmelidir. Bu durum düzenli bir ordu
karşısında gerilla mücadelesi uygulamaya benzer. Eğer düzenli ordu düzenli
olmaya devam ederse, bir süre sonra bu parçalı bütünlük tarafından kendisine
benzetilip dağıtılabilir. Aslında her iki taraf da, karşısındakini kendisine
benzetmeye çalışır. Düzenli ordu, eğer dağıtılırsa, tek bir başa sahip olduğu
için ne yapacağını şaşırıp büyük bir karmaşaya ve ardından yenilgiye
sürüklenebilir. Öbür tarafta ise o kadar çok baş ve o kadar çok gövde vardır
ki, hangisi baş, hangisi gövde ve bunların nasıl hareket ettiğini
anlayamayabilir bir komutan. Eylemcilerin elinde tanklar, toplar, tüfekler
olmayacağına ve bu tür araçlardan tiksindiklerine göre, düzenli bir ordu gibi
örgütlenmenin bir mantığı yoktur. Bir sel gibi, buldukları her deliği ısrarla
büyüterek ve tüm boşlukları doldurarak ve yeni boşluklar bulma umuduyla
duvarları yıkarak her yere yayılabilme özelliği, nümayişlerin başarılı
olabilmesinin bir koşuluymuş gibi gözüküyor. Seattle 99’un başarısının da bu
özelliğinden kaynaklandığı çok açık. Seattle ile birlikte ortaya çıkan bazı
özelliklere değinirsek, küreselleşme karşıtı hareketten esinlenerek kendi
nümayiş kültürümüzde neleri tartışmamız gerektiğinin zeminini belki
oluşturabiliriz.
Küreselleşme Karşıtı Hareketinde
Nümayiş Kültürünün Oluşma Çizgileri ve Türkiye’ye Etkisi
Küreselleşme
karşıtı hareketini, diğer sosyal hareketlerden ayıran temel bir özelliği, başta
Canetti’nin açık ve kapalı kitle tanımında yaptığı özellikleri kendi bünyesinde
barındırmasıdır. Açık bir kitle görünümündeki hareket, aynı zamanda kapalı
kitlelerin sürekliliğini ve kararlılığını da içinde taşımaktadır. Çünkü genelde
nümayişler gelip geçici bir seyir izlerler. Ama burada hem nümayişin
hazırlanışı, hem de bitişinin ardından tartışmanın sürüyor olması, daha önceki
sosyal hareketlere göre belirgin bir faklılık gösterir. Bir başka fark da,
bugüne kadar üretilmiş sosyal hareket kuramlarının dışında bir oluşum
küreselleşme karşıtı hareketine yön vermektedir. Bu da, hareketin daha önce
değindiğimiz gibi ağ temelli, merkezi ve hiyerarşik olmayan bir yapılanmasından
kaynaklanmaktadır. Bu yeni durum daha henüz oluş sürecini tamamlayamadığı için,
hem hareketin dışında hem içinde kıyasıya tartışılan bir dolu soru ve sorunu da
peşinde getirmektedir.[16]
Ama hareketin kavranamamasındaki esas sorun, özellikle Marksist terminolojiye
göre şekillendirilmiş toplumsal hareketleri ele alma yönteminde hep ya bir
sınıfsal öze, ya da kültürel bir öze indirgeme çabası ve ulus-devlet modeline
göre şekillenmiş 19. ve 20. yy’ın pratiklerine bakarak hareketin
değerlendirilmesi anlayışında yatmaktadır. Zapatistaları değerlendirirken de
Marksistler ve benzer modernist yaklaşımlar aynı hataya düşmüş ve kafaları
karışmıştı.[17] Ama
elbette ne Zapatistalar, ne Los Angeles’ta 1992’deki büyük ayaklanma, bugünkü küreselleşme
karşıtı hareketinin özelliklerinin tümünü taşımıyordu. Bir kere hepsi yine de
bir ülke sınırı içerisinde kalmıştı. Ama bugün gelinen nokta da, teorik ve
pratik süreçte yaşanan gelişmeler hareketin varlığını sınırlar ötesine taşımış
ve en temel dinamiğini de bu nokta da yaratmıştır.
Küreselleşme karşıtı hareketi, temsiliyet
paradigmasının terk edildiği bir harekettir.[18]
İktidar, bir parti, sendika ya da silahlı bir örgüte teslim edilemez. Birilerinin
“biz Bergamalı köylüleri temsil ediyoruz” diye sokağa çıkması, bugün için
Bergamalı köylülerin kendileri adına sokağa çıkmasındaki etkiyi ve meşruluğu
sağlayamayacaktır. Kimsenin (bu ister devlet, ister şirket ya da parti olsun)
Bergamalı köylüler adına karar alıp uygulamaya hakkı yoktur. Bu fiiliyatta
böyle olsa da Türkiye’de geleneksel sol, ideolojisi ve duruşu gereği, bir türlü
kendisine biçtiği temsiliyet rolünden vaz geçmek istemiyor ve bu yüzden
gittikçe kitlelerden yalıtılmaya yönelik marjinalleşen bir grafik çiziyor.
Aralarından uyanık geçinenleri de süreç dışı kalma korkusu ile kendisini bu
yeni dalga siyasi rüzgarda yer açabilmek için öyleymiş gibi davranarak, aslında
hâlâ temsiliyete olan inancını yitirmeden “iş görmeye” çabalıyor.
Temsiliyete
olan inancın çökmesi, farklı bir demokrasi anlayışının da önünü açmış oluyor.
Sosyal Forumların bir ilkesi olan konsensüs sağlanarak karar alma anlayışı,
bugün için denenen yeni bir yöntem. Tek bir kişinin bile karara katılmaması, o
kararın alınmasını engelliyor. Böylelikle çoğunluğun diktatörlüğü engellenmiş,
azınlık kalmanın niteliği değiştirilmiş oluyordu. Bir başka altı çizilmesi
gereken nokta, şiddetsiz şiddet kırıcılıkla ilgili olarak yaşanan tartışmalar,
hazırlıklar ve uygulamadaki başarı ve başarısızlıklar olmuştur. Küreselleşme karşıtı
harekette şiddet, en çok tartışılan konuların başında geliyor. Çünkü ülkemizde
de olduğu gibi dünyanın her yerinde kapitalistlerin hâkimiyetinde olan medya,
nümayiş sonrası özellikle şiddet görüntülerine yer vererek hem eylemciler
hakkında bir karalama kampanyası başlatıyor, hem de halk üzerinde terörize
edici bir hava estirerek yarattığı korkuyla, insanları nümayişlerden uzaklaştırmayı
amaçlıyorlar. Aynı zamanda şiddete aç asayişçilerin şiddet uygulaması da meşrulaşmış
oluyordu.[19]
Şiddet
sorunu ile ilgili olarak küreselleşme karşıtı hareket, “saldırgan sivil
itaatsizlik” diye isimlendirilebilecek bir yöntem geliştirmişti.[20]
Bu yöntem, şiddetin devlet tekelinde olduğu ve nümayişçilerin devletle şiddet
konusunda rekabet edemeyeceği gerçeğini kabul etme olarak tanımlanabilir.[21] Peki nümayişçilerin şiddet karşısında
alternatif olarak kullanabileceği araçlar ne olabilir?[22]
Öncelikle enformasyon, itaatsizliğin bilinçli olarak uygulanması, açık kitle
bilinciyle hareketin toplumun her tabakasına yayılması ve kalabalıklaşması,
şiddetsiz engellemelerin uygulanması ve
belki de en önemlisi tüm bunları başarabilmek için politika yapılmasıdır. Yani
her şey siyasettir gerçeğini atılan tüm adımlara taşınması bir zarurettir.
Yoksa gerçekten moda bir akım olarak kalabilir hareket. Bunun için şiddete
gerek duymadan, grevler örgütlenebilir, nümayişler, yürüyüşler planlanabilir,
halkın sokağa çıkmasının önünü açacak girişimlerde bulunulabilir. Böyle bir
durumda şiddetsiz şiddet kırıcı bir taktikle devletin güçlerinin başarısızlığa
uğratılması Seattle deneyimi ile toplumsal hareketlerde yeni taktik ve
stratejilerin geliştirilmesinin önünü açmıştır. Ama ülkemizde çok sık
karşılaştığımız gibi, devletin çok açık ve kaba bir biçimde şiddet uygulaması,
birilerini öldürmesi durumunda ne yapılabilir diye düşünülebilir. Her şeye
rağmen, bir nümayişte şiddete izin verilirse, ortaya çıkacak sonuçtan yine
nümayişin ve nümayişçilerin zarar göreceği gerçeğini göz ardı etmemek gerekir.
Çünkü nümayiş alanı, devlete göre bir savaş alanı iken, nümayişçiler için bir
barış ve yaşam alanıdır.[23]
Ama yine de hareketin içinde şiddet konusunda tartışmalar sürmekte, tam olarak
bir konsensüsün henüz sağlanılmadığı görülmektedir. Ülkemizde olduğu gibi
hareket içinde de zaman zaman bazı grupların eylem fetişizmi[24]
denilebilecek yönelimleri ortaya çıkmaktadır. Bu tür nümayişlere zarar
verebilecek durumlar, eylem öncesi ve sonrası grupların bir araya gelerek eşit
bir düzlemde sorunları tartışması ile mümkün olabilir ancak.
Çok kısa
ve ana başlıkları ile küreselleşme karşıtı hareketinin özelliklerini ve
nümayişlerindeki gücünü ve etkisini özetlemeye çalıştım. Elbette bu bir sivil
hareket ve silahlı mücadele yürüten örgütler bu oluşumun dışında tutuldüğü için
de, hareket, bu örgütlerin yoğun eleştirisine uğramıştı. Ama bu hareketin
Türkiye’ye ulaşmamasının zenofobik olarak adlandırabileceğimiz dış dünyadan
yalıtılmış ve geleneksel siyaset yapma alışkanlığımız dışında, internetin
yeterince insanların hayatına girmemiş olmaması gibi bazı teknik ve kültürel
detaylar da önemlidir. İnternet, tüm engellemelere (bireysel kullanıcılara
yönelik yoğun virüs saldırıları, devletin interneti gözetleme çabası, vb.)
rağmen hâlâ alternatif medya ve iletişim aracı olmaya devam etmektedir. İnternet
kullanımının yaygınlaşması, dünya kamuoyu içerisine katılabilme şansımızı da
arttırabilir.
Türkiye’de
ki nümayiş kültürü, 23 Nisan Çocuk Bayramı ya da 19 Mayıs Gençlik ve Spor
Bayramı’nın etkilerini taşır bana göre.[25]
Taşıması da çok doğal, çünkü hepimiz bu resmi bayramların etkisiyle, bayram
gerçeğini ya resmi ya da dini olarak algılar ve ona göre tatbik ederiz. Halk
bayramları da vardır, Hıdrellez gibi. Ama o bile dini birçok öğe taşır içinde
ve yörelere göre farklılıklar gösterir. Çingeneler arasında “Kakava Şenliği”
olarak anılır mesela ve birçok yöreye göre daha canlı ve renkli yaşandığı
kuşkusuz. Aslında devletin ve dinin
bizim festival kültürümüze bu kadar çok müdahale etmesi çok anlaşılır bir
şeydir. Bir de belediyelerin düzenlediği “yoğurt” ya da “karpuz” festivalleri
vardır ki, hepsinde güzellik yarışmaları ve konserlerle halk
edilgenleştirilmiş, ticaret ve tanıtım ön plana çıkartılmıştır. Bizim
geleneksel solumuz, 23 Nisan ya da 19 Mayıs törenine göre çıkar alana. İsteksiz
bir kalabalık. Her şey, atılacak slogan, yürünecek istikamet, her şey önceden
belirlenmiş. Disiplinin katılık derecesine göre örgütler ciddiye alınır filan.
Hiçbir eğlenme alameti yoktur ortada. Eğleneceksen, 12 Eylül’den sonra yurdun
dört bir yanına açılmış folklor derneklerinden birine gitmiş ve halay
çekebilecek düzeye gelmiş olmalısın. Öyle hoplayıp zıplarsan “komik” yaparsın
kendini, seni siyasi olarak kimse ciddiye almaz. Hâl böyle olunca, küreselleşme
karşıtı hareketinin o karnaval havası da daha yeni yeni sokuluyor alanlarımıza,
ruhlarımıza. Nümayiş, yapıldığı yere ve amacına göre zaman zaman, belki de
çoğunlukla eğlenceli bir şeydir. Ve bu eğlence ve keyiftir ki, asayişçilerin
canına ot tıkar, onları kudurtur, geçersiz kılar.[26]
Yazının
başında, “savaşlar, devletlerin sağlığıdır sözüne karşılık olarak ‘nümayişler,
temsiliyete dayanmayan doğrudan radikal demokrasilerin sağlığıdır’ diyebiliriz
belki” demiştim. Şimdi bunca laftan sonra “diyebiliriz belki” de ki “belki”
sözcüğünü çıkartıp, “diyebiliriz” diyorum sadece. Nümayişiniz bol olsun!
[1] “Asayiş berkemal” ifadesi ikisi de Farsça olan sözcüklerden oluşan ve
düzenin sağlandığına, işlerin yolunda gittiğine dair, zaman zaman şaka yollu
olarak da söylenebilen bir ifade biçimidir. Asayiş, bir yerde, bir toplulukta,
güvenlik ve düzenle belirginleşen bir durumu anlatmak için kullanılır. Berkemal
sözcüğü de mükemmel anlamını taşır. Nöbet tutan bir asker ya da polis, üstüne
rapor verirken bir olay olmadığını anlatmak için bu ifadeyi günümüzde de
kullanabilmektedir.
[2] "Spectacle" da gösteri "show" da
gösteri "demonstration" da... Ve belki daha başkaları da... Bu
dağınıklık içinde bizi siyasi gösterilerin dünyasıyla başbaşa bırakması için
"nümayiş" sözcüğünü yardıma çağırdık. Buradan bir, yeni soluk da
belki devşirebiliriz diyerek...
[3] 8 Aralık 2004’te Atv haber bülteninde yer almış bir haber.
[4] Canetti Elias, “Kitle ve İktidar”, Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, 1998,
İstanbul
[5] Tüm dünyada kolluk kuvvetleri, nümayişleri dağıtmak için çok çeşitli
araç ve yöntemler geliştirmek için bilimadamları ile işbirliği yapmaktadır.
Kitle davranışlarını yönlendirmekten, güvenlik güçlerinin kitle karşısında
takınacağı tutuma kadar sosyal psikolojinin tüm olanaklarından faydalanıldığı
gibi, geliştirilen yeni silah ve araçlarla da teknolojik gelişmelerden sonuna
kadar faydalanılmaktadır. Mesela Pennsylvania State Üniversitesi bünyesinde
Birleşik Öldürücü Olmayan Silahlar Araştırma Merkezi (JNLWD) kurulmuş ve burada
geliştirilen “ışın tabancaları”nın nümayişler sırasında kullanılması birçok
ülkenin polis teşkilatını sevince boğmuştur. Silahın çalışma şekli: Bu silahla
ateş edildiğinde lazer ilk çarptığı şeyi buharlaştırıyor. Bu, üzerinizdeki
gömlek de olabilir, deriniz de. Buharlaşma etrafındaki havayı ısıtan bir plazma
oluşturuyor. Bu ısınma işlemi o kadar hızlı bir şekilde gerçekleşiyor ki, hava
infilak ediyor. Sonuçta ortaya çıkan şok dalgası insanın ayaklarını yerden
kesip, yere yıkılmasına yol açıyor.
[6] Bu söze kahramanlık kültürü ile yetişmiş olanlar şiddetle karşı
çıkacaktır. Onlar için bir okuma önerisi olarak sunulur: Kierkegaard Soren,
“Korku ve Titreme”, Anka Yayınları, Çv. N. Ekrem Düzen, İstanbul, 1990.
Kierkegaard’da
korku, bir insanın kendi varoluşuna uyanabilmesi için gerekli olan bir araçtır.
Burada bahsedilen korku, korkak ruhlar için değildir. Çünkü korku ve içinde onu
rahatsız eden ve tetikte tutan kaygı, o insanın kendi oluşunun farkında
olabilmesini sağlayan araçlardan birisidir. Ancak
korkuyu ta yüreğinde bütün uyanıklığı ile tutan ve bundan kaçmayan kimse, bu
korkuyla varoluşunun uyanıklığını sürdürebilir. Egemenler bu korkuyu sürekli
olarak ayakta tutmak için çaba gösterir ve geliştirirler. Korkunun aynı zamanda
Shymalan’ın “Village” filmin de olduğu gibi iktidarı meşrulaştıran ve yaşatan
bir şey olduğu gerçeği, devletlerin bulamıyorlarsa hayali olarak korku üreten
düşmanlar yarattığı da bilinen bir şeydir. Nümayişçilerin şiddet sahnelerini
kullanarak, onları birer şiddet için şiddet yapan kişiler olarak gösterme çabası
da korkunun devlet için vaz geçemediği bir özelliktir. Çünkü “village” filminde
ihtiyar heyeti korku aracılığıyla köyü dış dünyadan yalıtmayı başarıyordu.
[7] Burada teknoloji sözcüğü ile sadece fiziki araç-gereç kast edilmiyor.
Onu da içeren ve çok daha organize bir söylemler ve pratikler toplamını ifade
eder. Nümayişçileri bozguna uğratmayı hedefleyen her tür davranış, söylem, alet
ve örgütlenişin bir teknoloji olduğu Foucaultcu bir okumayla daha görülür hâle
gelir.
[8] Son zamanlarda belki AB’ye girme telaşında olan iktidarın açığından
faydalanmak, belki de Seattle ile yayılan Küreselleşme Karşıtı Hareketin
kazandırdığı ivme ya da kitlelerin politize olma sürecinin yoğunlaşmasıyla,
nümayişlerin sayısı her geçen gün artmaktadır.
[9] Nümayiş, geleceği değiştirmeye yönelik bir adım olduğu kadar, nümayiş
sırasında yaşanan eşitlik, karnaval gibi ilke ve oluşlarla da geleceği
eylemlilik içerisine taşıyan bir görünüme sahiptir (bkz: Jordan Tim, “Eylemci”,
çv:Gül Çağalı Güven, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2002). Örneğin Brezilya’da
görünen Topraksızlar Hareketi (MST), bir yandan toprakları işgal ederek bir
eylemliliği sürdürürken, o topraklarda kendi aralarında kurdukları ilişki ile
de geleceği yaşarlar. Yani geleceğin küçük bir parçasını şu an ki yaşantılarına
taşırlar. Aralarına giren araştırmacı (Metin Yeğin), onlarla dışarıdaki
(eylemin dışındaki) insanlar arasında büyük bir uçurumun olduğundan bahseder.
Çünkü paranın kullanımından aşkın yaşanmasına kadar birçok şey, bu eylemlilik
içerisinde değişmiştir (bkz: Yeğin Metin, “Topraksızlar”, İletişim, 2004).
[10] 6
Kasım bir “made in 12 Eylül” kurumu olan YÖK’ün kuruluş günüdür. Her sene
öğrencilerle polisin karşı karşıya geldiği bu tarih, polisin acımasız şiddetini
nümayişçiler üzerinde sergilediği ve herkesin bir arenaya dönüştürülen
televizyondan izlediği kanlı şiddet görüntüleri ile kutlanan bir ritüele
dönüşmüştür.
[11] E B Tylor, Primitive Culture: Researches Into the
Development of Mythology, Philosophy, Religion, Art, and Custom, Gordon
Press, 1974
[12]
Küreselleşme karşıtı hareketin belki de yeni olarak görülebilecek en çarpıcı
noktası ve Marksistlerin anlayamadığı şeylerden birisi de, harekete katılanlar
iktidarı devralmaktan çok söküme uğratmayı amaçlıyordu. Söküme uğratacak
araçları ve yöntemleri uygularken de kendilerine yaşam ve siyaset yapma
alanları oluşturuyorlardı. Ama geleneksel sol sürekli olarak küreselleşme
karşıtı hareketin taktiksel başarısını ön plana çıkartarak bir üst anlatıyla
biçimlenmemiş bir ideolojisi olmadığı konusunda bir zayıflık taşıdığını, eğer
acilen böyle bir strateji beklentisi ile kendisini tanımlayarak örgütlenme
şemasını da oluşturmasını bekliyordu. Eğer bu en kısa zamanda yapılmazsa bir
moda akım olarak varlığını bir süre sonra sona erdirecek ve 68 hareketi gibi
sadece bir kuşakla anılmaya başlayacaktı.
[13] Bu
aynılığı sınamak için, geleneksel soldan bir derginin 10 yıl evvelki sayısı ile
bugünkü sayısının açılıp karşılaştırmasını hararetle tavsiye ederim. Derginin
mizanpajında bile bir değişiklik göremeyebilir ve şaşkınlık içinde bazı siyasal
oluşum ve hareketlerin tarikatlaşma mantığı ile nasıl bir hezeyan içinde
yaşadığına tanıklık edebilirsiniz.
[14]
Küreselleşme karşıtı hareketin nümayişlerinde, çoğunlukla buluşma yeri olarak
tespit edilmiş yerlerde yemek çadırları, portatif tuvaletler gibi eylemcilere
çeşitli hizmetler götürülebilmektedir. Lojistik destek, bir nümayişin
başarısını doğrudan etkiler. Lojistik desteğin bir yönü de müzik gruplarının bu
buluşma yerlerinde verdiği konserler ve tiyatro gruplarının yaptığı
etkinliklerdir. (bkz: Cenova Günlüğü, Haz.Türkan Uzun, Stüdyo İmge, 2001)
[15]
Uygun adım yürümenin kitle karşısında polis ve askerin, kitleyi korkutmak için
kullanıldığı sosyal psikolojik bir yöntem olduğu bilinir. Aynı şeyi nümayiş
sırasında bir örgüt sempatizanları uygulayınca medyada büyük bir patırtı
kopmuştu.
[16] Bkz:
Yılmaz Nuray, “Bir Sosyal Hareket Olarak Küreselleşme Karşıtlığı” (Yüksek
Lisans Tezi), Yıldız Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset
Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, İstanbul, 2004. Tezin giriş
kısmından bir alıntı:“Küreselleşme karşıtı hareket tam olarak ne “eski”
(sınıfsal hareketler) sosyal hareket biçimlerine, ne de “yeni” (kültürel
hareketler) sosyal hareket biçimlerine benzer. Bu hareket sınıf-özneleri içinde
barındırmasına ve çeşitli sınıfsal talepleri öne sürmesine rağmen yalnızca bir
sınıf hareketi olmadığı gibi, kültürel talepleri olan grupları içinde
barındırmasına rağmen kültürel bir hareket de değildir. Daha çok bu ikisi
arasında bir sentez gibidir. Küreselleşme karşıtı hareketin bu özgün özelliği,
onu teorik yaklaşımların ele aldığı sosyal hareket biçimlerinden ayırmaktadır.
Dolayısıyla mevcut yaklaşımlarla bir
bütün olarak küreselleşme karşıtı hareketi açıklamak mümkün görünmemektedir.”
[17] Bkz:
Graeber David, “Küreselleşme Hareketi”, (ed) Evren Süreyyya, Öğdül Rahmi
G.,Başka Bir Dünya Mümkün, Stüdyo İmge, İstanbul, 2002, s:106-114.
[18]
Bkz:Evren Süreyyya, “21. yy’a Girerken Üçüncü Anarşist Canlanma” a.g.e., s:
96.
[19] Bkz:
Starhawk, “DTÖ’yü Nasıl Kapattık”, (ed) Danaher Kevin, Burbach Roger, Hadi Bunu
Küreselleştirin, Metis Yayınları, 2004, syf: 41. “Aslında, onlar şiddetten
arınmışlığa ve bu kadar çok sayıda şiddet kullanmayan aktivistin kararlılığına
hazırlıksızdı.”
[20] Bkz:
Albert Michael, “Yeni Hedefler” http://www.zmag.org/Turkey/yh.htm,
4 Mart 2001. Saldırgan sivil itaatsizlik, sivil itaatsizliğin baskıcı şiddeti
kırmak için Tutti Bianchi’ler ya da lastik adamlar gibi, özel kıyafetler giyip
kendilerini polis şiddetinden koruyarak ama şiddet uygulamadan barikatları
yararak nümayişçilere yol açan grupların tarzını anlatmak için kullanılır.
[21] Bkz:
Welton Neva, Wolf Linda, “Küresel Başkaldırı”, Aykırı Yayınları, İstanbul 2004,
syf:59. Sivil itaatsizlik biçimleri, yasallık kavramının yeniden düşünülmesini
sağladığı gibi, aşağıdan yukarıya doğru bir katılımcılığı da yansıtır. Bu eylem
biçimleri, eylemleri destekleyen, sürdüren ve savunan daha büyük toplumsal
ağların dikkatini çekmek, bu ağları içine almak ve aynı zamanda güçlü, uzun
vadede dayanıklı stratejiler yaratmak zorundadır.
[22] Bkz:
Brecher Jeremy, Costello Tim, Smith Brendan, “Aşağıdan Küreselleşme”, Aram
Yayıncılık, İstanbul 2002, syf: 44. “Gene Sharp’ın Şiddet İçermeyen Eylem
Yöntemleri, bu tür en az 198 yöntem sıralıyor ve şüphesiz yazıldığından
beri birkaç yeni yöntem daha keşfedilmiştir.”
[23] Bkz:
Jordan Tim, “Eylemci”, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2002.sf:53. Satyagraha (ruh
gücü, sevgi gücü) kavramının yeniden gündeme geldiği görülüyor. Gandici
düşünceye göre, baskıya karşı şiddete ve misillemeye dayanmayan direniş,
baskıcıya karşı manevi bir üstünlük sağlar. Satyagraha ile nümayişçiler
baskıcıya karşı manen üstün olduğunu kanıtladığı gibi, baskıcıyı psikolojik ve
manevi olarak köşeye sıkıştırıp kitleler önünde küçük düşürebilirler. Ayrıca
satyagraha, nümayişçiler arasındaki dayanışmayı da arttıran bir etki yapar.
[24]
İstanbul Kadıköy’de Nato Zirvesini protesto girişimi sırasında, yanımda yürüyen
genç bir aktivist, “polisler nerede. Onlarla çatışamazsak tadı çıkmaz ki eylemin”
demişti. Gerçekten de polisler ara sokaklara gizlenerek eylem fetişistlerini
kışkırtmamayı yeğlemişlerdi bu sefer.
[25]
Resmi bayramlarda sınırlı bir alan, izleyiciler, göstericiler, tek tip kıyafet
giymiş kişilerden oluşan gruplar, her grubun renginin birbirinden farklı olması
ama bu çok renkliliğin bile bir düzen içinde, uzaktan ya bir manzara resmi ya
da bayrak gibi görünmeye çalışması, sürekli olarak izleyicilere mesaj taşıma
kaygısı ve tepede bir yerde vali ya da askeri bir yetkilinin olan biteni şeref
loncasından izlemesi vardır. Nümayiş kültürümüz de bu törenlerin etkisini
üzerinde taşır. Sadece gösteriş ve güç üzerine kurulu bir estetik bilinç.
[26] Bkz:
Evren Süreyyya, Öğdül Rahmi G., “Bağbozumları”, Stüdyo İmge, 2002, syf: 194.
“Tüm meydan, tüm katılımcılar, kahkaha atan bir bedendir karnavalda. Hatları
belli olmayan, her kapalılığa sızabilen neşeli bir ejderha bedeni...”
Bülent Usta (Siyahî Dergisi, 2. Sayı, Ocak-Şubat 2005)