Gabo'nun gidip de gidemeyişi…

Posted: 20 Nisan 2014 Pazar by bülent usta in
0

Gabriel García Márquez’in öldüğü haberi düştü ajanslara… Yakasında bir gül vardı geçilen haberdeki fotoğrafta… Annesinin yıllar sonra kendisini gördüğü zaman, dilenci sanacak kadar yoksul olduğu günlerden, yazdığı romanların dünya edebiyatını etkilemekle kalmayıp, o romanları okuyanların hayatı algılayışını da kökten değiştirdiği günlere ulaşmıştı. Kendisine sunulan hayatı iyi ve kötü yanlarıyla doya doya yaşamakla yetinmeyip, yaşadığı çağın tanıklığını en uç noktasına kadar götürecek bir yaşama sevgisini ve serüvenini, romanlarıyla içimize kazıyarak ayrılmıştı aramızdan.

Karısı Mercedes’le yoksulluk içinde yaşadığı günlerde, posta masrafına parası yetmediği için yazdığı romanın ancak yarısını yayınevine gönderebilmişti mesela. Uzun yıllar kimlik olarak üzerinde sadece postane kartı taşıyan, boğazından günde üç öğün yemek geçerse mide krampları yaşayacağıyla ilgili şakalar yapılan, en ciddi ortamlarda dahi dil çıkartıp poz verebilecek kadar neşeli, Meksika’da düzenlenen bir kongrede “Artık geleneksel İspanyolca gramerin ve imlanın emekliye ayrılması gerektiğini,” söyleyerek, hayatını İspanyolcaya adamış akademisyenleri fena halde gücendirecek kadar sansasyonel biriydi Gabo. Sokaklarda şarkı söyleyip dans edecek kadar, hayat dolu…


Gitti Gabo… Ama gitmedi Yüzyıllık Yalnızlık’taki Aureliano, Melquiades’in “Soyun atası ağaca bağlanır, sonuncusunu da karıncalar yer,” yazan elyazmalarındaki son cümleyi okuyarak kalakaldı aramızda. Çünkü biliyordu, yazgısının yüzyıl önce yazılmış elyazmalarında olduğunu. Tıpkı bizim yazgımızın da, Gabo’nun romanlarında yazılı olduğunu bildiğimiz gibi. 

Gitti Gabo... Ama gitmedi Kırmızı Pazartesi’deki Santiago Nasar, Hrant Dink’in nasıl göz göre göre öldürüleceğini göstermişti bize yıllar evvel, kendi ölümüyle…

Gitti Gabo… Ama gitmedi Benim Hüzünlü Orospularım’daki Delgadina, iğne iplikle düğme dikmeye devam ediyor ve onun ruhunun hoş kokusunu içine çeken ihtiyar, şöyle fısıldıyor bize her defasında: “Kesin olan tek şey ölümdür,” mutlu bir can çekişmesi içinde aşktan olsa bile…

Gitti Gabo… Ama gitmedi Kolera Günlerindeki Aşk’ın Florentino’su, insan yüreğinin bir genelev kadar geniş olduğunu söylese de, bir ömür boyu seveceği Fermina’yı beklemeye devam ediyor.


Yani gitmiş olsa da gidememişti yine de Gabo… Kafka, Proust, Joyce, Dostoyevski gibi dünya edebiyatına yön veren diğer yazarlar nasıl gidemediyse… Onlardan farkı, aynı yüzyılın dertleriyle dertlendiğimiz, aynı havayı soluduğumuz bir büyük yazar oluşuydu.

Deseler ki, Cervantes’in Don Kişot’undan sonra İspanyolca yazılmış en önemli eser nedir? Dünyanın pek çok yerinde, hiç düşünmeden farklı dillerde aynı yanıtı verecektir herkes: Yüzyıllık Yalnızlık… Cervantes, nasıl modern romanı aşılamaz bir eserle başlattıysa, Márquez de modern romanı alıp hayatın özüyle beslediği başka bir aşılamazlığa taşımıştı.

Márquez, doğduğu toprakların, yazdığı dilin, Kolombiya’nın ve Latin Amerika’nın Gabo’su olduğu kadar, bizim de Gabo’muzdu. Bir Avrupalının hissedemeyeceği kadar bizdendi anlattığı insanlar, olaylar, duygular… Belki yaşadığı topraklardaki yoksulluğa benziyordu yoksulluğumuz, çaresizliğimiz; belki askeri darbelerin ve katliamların ruhumuzda bıraktığı izleri görüyorduk yazdıklarında; cinselliğin çok katmanlı dünyası içine sıkışmış o tutkulu aşklara benziyordu belki yaşadığımız aşklar… “Büyülü gerçeklik” diye anılan yazım üslubu, halk hikayeleriyle yoğrulmuş bu topraklarda yaşayanlar için hiç de yabancı değildi. Çoğu kişinin okuma yazma bilmediği, kanalizasyonu ya da yolu olmayan, kuş uçmaz kervan geçmez, Cemal Süreya’nın bir şiirinde Anadolu için söylediği gibi, Tanrı’nın çocukluk günlerinde yarattığı bir yer olan Aracataca’da doğmuştu bir kere... Babamın bana çocukluğuyla ilgili anlattığı hikayelerde hep biraz Márquez, Márquez’in yazdıklarını okurken de hep babamın Anadolu’nun yoksul bir köyünde geçen çocukluğu gelir aklıma bu yüzden. Romanlarında ne anlatmışsa, bir karşılığı var bu topraklarda. O yüzden gidişinin, dünyanın pek çok yerine ve diline göre çok daha başka bir anlamı var bizler için.

Ama bırakalım dünya edebiyatını ve hayatı algılayışımızı nasıl değiştirdiğini, giden güzel bir insandı öncelikle… Yazgımızın yanıtlarını gizlediği romanlarını geride bıraksa da, gitmişti Gabo, yakasında bir gül… "İnsanın yaşadığı değildir hayat; aslolan, hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır," diye yazmıştı, Anlatmak İçin Yaşamak adlı kitabının başına... "Güzel hatırlanacaksın Gabo!" diye haykırmak geliyor içimden, hem de o kadar güzel hatırlanacaksın ki, dünya var oldukça, gitmene izin vermeyecek yazdığın romanlar…

Bülent Usta (SabitFikir, 18 Nisan 2014)

Kadıköy Edebiyattır!

Posted: by bülent usta in
0




Ben eski bir Kadıköylü değilim. Son on yılım geçti sadece. Son iki yıldır da tam göbeğinde oturuyorum; evimin altı, yanı bar, bütün sokak bar ve meyhane, ama çok az oturmuşluğum vardır o bar ve meyhanelerde. Gürültü de oluyor çok, ama yine de ayrılmıyorum buradan. Ayrılsam da, daha az gürültülü olan bir yan sokağa geçerim en fazla. Niye mi? Çünkü Kadıköy edebiyattır, ben de bir edebiyatçı, bulmuşuz bir kere birbirimizi… Evimin bulunduğu sokağın biraz ilerisinde Cemal Süreya Sokak ve Fazıl Hüsnü Dağlarca Sokağı... Dağlarca, vasiyetini açıkladığı konuşmasında Kadıköy’ü neden sevdiğini şöyle dile getirmişti: “Ben İstanbul’un birçok yerinde ikamet ettim. Gezdim, gördüm, yaşadım. Ama en çok Kadıköy’ü sevdim. Kadıköy’ü bu kadar güzel yapan bence buradaki yaşamın çeşitliliği, renkliliğidir.” Dağlarca’nın kastettiği, sokaklarda hayat olması... Sokaklar sadece gelip geçilen, alışveriş yapılan, çalışılan yerler değildir Kadıköy’de. İnsanlar, sokaklarında içer, eğlenir, ağlar, zırlar, öpüşe de bilir üstelik... Cemal Süreya da, bir yazısında şöyle anlatır Kadıköy’ü: “İstanbul’da, ama Kadıköy’de oturuyorum.  Bu “ama” biz Kadıköylüler için çok şey açıklayan bir sözcük. Daha doğrusu bizi açıklayan bir sözcük. Kadıköylüler, iş ilişkileri ve zorunluluklar dışında İstanbul’u fazla kullanmazlar. Kadıköy yeter onlara. Diyeceksiniz ki, İstanbul yayıldıkça her semt için öyle olmuştur. Doğru. Ama bizim için daha da öyle. Öte yandan her şeye karşın, kasaba niteliğini yitirmemiştir Kadıköy. Oradaki dostluklar sıla dostluğu gibidir. Mahalle arkadaşlığı gibi.”


Çokluğun Grameri'nde Virno, Heidegger’in kaygının kökeni olarak gördüğü bir “kendini evinde hissetmeme” durumundan bahseder, dayatılan bir yaşam biçimi olarak.  Yani “kamusal alan” denilen yerde herkesin paylaştığı bir duygudur bu. Çünkü özellikle şehirlerde, insanların izole edilmeye yönelik bir hayat kurgusu içinde yaşadığı ortada. Ama ben, o kaygı halini Kadıköy’de yaşamadığımı fark ettim. İşyerim Beyoğlu’nda ve ben vapurdan Kadıköy İskelesi’ne ayak basar basmaz, sanki evimin salonuna girmiş gibi bir duygu yaşıyorum. Ancak Kadıköy son yıllarda hızla çarpık kentleşmenin, rant hesaplarının çoğaldığı bir yere doğru dönüşüyor.

David Harvey’nin Asi Şehirler kitabı yayımlandı geçenlerde. Çevirmenin 'sunuş' yazısında değindiği gibi, sermayenin el koyduğu ortak alanların geri kazanılması ya da el koymasını engellemenin tek yolu, sahip olunan ortak alanlarda toplumsal bir ilişki tesis edebilmekten geçiyor. Şehirlerdeki ortak alanlar bugün hiç olmadığı kadar ciddi bir tehdit altında. Bugün Taksim Gezi Parkı’nda olan şey, eğer insanlar yaşam alanlarını korumak için örgütlenmezse, her yerde görülebilir.


Kadıköy Sokaklarının Sansürlenmesi



Bugünlerde Kadıköy’de 'Barlar Sokağı' diye bilinen Kadife Sokak’ta barlara ait sokaktaki masalar, çevre sakinlerinden gelen şikayetler üzerine toplatıldı. Masaların toplatılması kalabalığı azaltmadığı için, tekel büfelerine de saat 22:00’den sonra kapatma zorunluluğu getirildi. Böylelikle gençlerin o sokakta toplanıp bira içmesinin önüne geçilmek istendi. Bu durum barların da işine yaramış olabilir, çünkü gençlerin bir kısmı, hava da güzelse, barlarda oturmak yerine, büfelerden içkilerini alıp sokakta vakit geçiriyorlardı. Kadıköy Belediye Başkanı, bu durumun içki yasağı olmadığını, geceleyin gençlerin bina girişlerine oturup etrafı kirletmelerini, gürültü yapmalarını önlemek için bu tedbiri aldıklarını açıkladı. Masaların kaldırılmasını da kaldırımların geniş olmamasıyla izah etti. Ama bu kararla büfelerin erken kapatılması, tüm Kadıköy’de ve polis denetiminde sert bir biçimde uygulanıyor. Başka çözümler üretmek yerine, doğrudan yasaklamaya gitmek, günümüzde egemen hale getirilen güvenlikçi anlayışla açıklanabilir sadece. Bu durum, son yıllarda gittikçe artan sansür ve yasaklama zihniyetini andırıyor. Ders kitaplarındaki –Cahit Külebi’ye ya da Edip Cansever’e ait– şiirlerin sansürlenmesi ile Kadıköy’ün sokaklarından eğlenen gençlerin temizlenmesi arasındaki ortak nokta, ikisinin de düşünme ve yaşam biçimine müdahale amacına hizmet etmesi.

Kadıköy edebiyattır, çünkü sokaklarında hâlâ hayat var, insanların birbirlerine temas edebildiği. Çünkü Dağlarca’nın dediği gibi “yaşamın çeşitliliğine ve renkliliğine” sahip hâlâ. Moda’ya çıkınca İzmir’i andırır, Yeldeğirmeni’nde de Barcelona’nın sokak aralarında geziniyormuşsunuz gibi hissedersiniz; çarşısında kilisesi, camisi, havrası, balıkçı tezgahları, sokak aralarındaki çay ocakları, meyhaneleri, Romanların darbuka sesleri ve çiçekçiler karşılar sizi...

Kadıköy edebiyattır ve şimdi, o da sansürleniyor azar azar, sokak sokak…


Bülent Usta (SabitFikir, 11 Eylül 2013)