İşkenceciyi Anlamak
Posted: 29 Kasım 2012 Perşembe by bülent usta in
0
Bugüne
kadar işkence üzerine yapılmış bilimsel çalışmaların büyük çoğunluğu
mağdurlar üzerine. İşkencecileri incelemek yasal olarak onaylanmış
bir iş yapmadıkları ve ucu mutlaka başka yerlere varacağından ötürü
mümkün olmadı. Ama işkence görenler kadar işkencecilerin de bu
sistemin mağduru oldukları ve ancak onları yaratan gücü anlayarak
onlardan kendimizi koruyabileceğimiz de çok açık. Bir insan niye
işkenceci olur? Onu dünyanın en iğrenç ve en aşağılık mesleğine
sürükleyen nedir? .
BASTIRILMIŞ KİŞİLİKLER
Bir insanın işkenceci olmasının ruh hâlini, ancak duruşmalarda ve basın açıklamalarındaki ifadelerinden yola çıkarak anlayabiliyoruz. Geçenlerde okuduğum kitabında Arno Gruen, İsviçre'de politik bir gösteri sırasında bir yazarın iki polis tarafından tutuklanıp bu esnada dövülerek öldürülmesi olayını anlatmış. Polislerden birisi şöyle diyor: "Benden ne istiyorsunuz? Hayatım boyunca itaat gösterdim. Çocukken, okulda, mesleki eğitimde, askerlikte ve polis olarak. Ben sadece emirleri yerine getirdim". Bu ifade size tanıdık gelmiyor mu? Irak'taki işkence olayına karışmış ABD askerleri de benzer ifadeleri kullandılar. Yaşamı boyunca sürekli itaat etmeye zorlanmış, toplum içerisinde ve devletin nazarında itaati ölçüsünde değer verilmiş, ailesinin, okulunun, iş yerinin sürekli olarak ondan talep ettiği şeyleri yerine getirmiş birisinden farklı bir davranış tarzı ya da düşünme yöntemi beklemek anlamlı mı? Pek çok şey, insanların çocukluktan başlayarak itaat etmesi, uyumlu olması üzerine kurulu bir bakıma. Başarı ancak uyumlu, kurallara uyan insanların ödülü. Ama bu itaat eden, kendi öz-benliklerinden kaçan, kendi vicdan dünyasını kendi kişisel dinamikleri ve tercihleri doğrultusunda yaratamamış insanların, bir gün asker, polis, memur ya da işveren olarak, gösterdiği itaatin ve bu yüzden ödediği bedelin intikamını kendi çevresinden ve toplumdan alması, kendisine itaat etmeyenlere ödetmesi kaçınılmaz.
Peki itaatin cazibesi nerede? Gruen'e göre itaat, insanı kendi içinden uzaklaştırır ve onu aynı zamanda bu nedenle oluşacak huzursuzluktan korur. İtaat bir iktidarın varlığını ortaya koyar ve her iktidar barındırdığı güç ile kendisinden pay almak isteyen insanları etrafında toplar. Kendi eylemimizin sorumluluğunu almak daha zor olduğundan, tabi olma ve uzlaşma bizi daha güvenli bir iletişim modeli içerisine sokar ki, bu durum çocukluktan başlayarak tüm hayatımızı şekillendiren bir süreç hâline dönüşür. Kendi eyleminin sorumluluğunu alamayan ve itaat etmeye, uyumlu olmaya zorlanmış birisi için vicdanın en temel dinamiği olan empati duygusunu yitirmesi kaçınılmaz. Empati, yani kendini ötekinin yerine koyabilme becerisi yitirilmişse, o insanda gerçek duygularla karşılaşmak zor. Bu insan sadece onay sağlayan bir başarı çabasıyla kendisini var kılmaya çalışır. Eğer bunu başaramazsa kendisini yok etme eğilimi taşır. Bu tip insanlar eleştiriye karşı öylesine öfkelidir ki, eleştirinin ima edilmesini bile varoluşunun temellerine bir saldırıymış gibi ele alır ve bunu ancak saldırıyla bertaraf edeceğini düşünür.
Bu konu üzerine düşünürken itaat etmeyle ilgili lise kitaplarına dahi geçmiş, üniversitelerin psikoloji derslerinde anlatılan Milgram deneyi akla gelebilir. Bu deneyde, kendi hâlinde orta sınıf bir grup katılımcıya, deneklerin canlarını acıtacak derecede elektrik akımı vermeleri istenir. Katılımcılar, karşılarında beyaz önlükleri ve kibirli bu bilim otoritelerini görünce, kendilerine biraz tuhaf da gelse bu teklifi biraz da para karşılığında kabul ederler. Bir yandan bu bilim otoriteleri yaptıkları bir çalışma gereği bu deneyin sonuçlarının kendileri için ne kadar önemli olduğunu anlatırlar. Sadece birkaç kişi deneyi sadistçe bulup vazgeçer. Geri kalanı deneye katılmayı kabul eder ve direktiflere uyar. Deneyi yürüten kişi, elektrik verecek olana şöyle seslenir: "Düğmeye bas, elektrik ver, bu onun iyiliği için". Katılımcılar da denileni yapar. Denek bir oyuncudur ve katılımcılara çaktırmadan acı çekiyormuş gibi yapar. Deneyi yürüten kişi katılımcıdan daha yüksek düzeyde elektrik vermesini ister. Katılımcıların çoğu bunu yapar ve bu sefer denek bas bas bağırır, acıdan bayılıyormuş gibi yapar. Katılımcılar deneğin yaşadığı acıyı hisseder ama itaat düşüncesi sahip oldukları bu duyguyu bastırmalarına yeter.
İTAAT ETMEYİ ÖĞRENMEK
Gruen, bizdeki bu sürecin çocukluğumuzdan itibaren başladığını, dinlerin ve devletlerin bizi itaat etmeye zorlamak için çeşitli araçlar geliştirdiğini, karşılaştığımız birçok zorluğun vicdanımız ve bize gerçeklik olarak sunulan şeyle arasındaki çatışmadan doğduğunu gösteriyor. Çoğu insan duygularıyla hesaplaşmak istemez genellikle. Sorunlarının kökenine inecek gücü olmadığı için, mutlu olmanın beş yolu ya da başarılı olmanın sırları gibi kitaplara yöneliyorlar. Belki de çoğumuz potansiyel işkencecileriz, kim bilir. Çünkü işkenceciler, yine bizlerin arasından çıkıyor. Ankara'da gecekondu mahallesinde kadınlar arasında bir araştırma yapılmış ve görüşülen kadınların %97'sinin evlerinde koca dayağı yediği anlaşılmıştı. Evlerinde eşlerine işkence yapanların, kahvehanede Amerikalı işkencecilere sövmesi de işin bir başka boyutu.
Bunlar, elbette işkencecileri bağışlamamız için yeterli değil. Ama işkenceciyi anlamalıyız. Çünkü işkence her ne kadar siyasal bir araç olarak kullanılıyorsa da, en nihayetinde bir kültür biçimi. Bu kültürü kırmak için kimsenin kimseye itaat etmek zorunda kalmayacağı bir toplumun hayalini kurmak gerek öncelikle. Ama o toplumun hayali için önce kendimizle yüzleşmemiz gerek. Çünkü bu itaat kültürünü biz yarattık ve sürdürüyoruz. Kendimizle hesaplaşarak içimizdeki işkenceciyi bulup çıkarmaktan başka bir şansımız yok.
Bülent Usta (BirGün gazetesi, Kasım 2004)
BASTIRILMIŞ KİŞİLİKLER
Bir insanın işkenceci olmasının ruh hâlini, ancak duruşmalarda ve basın açıklamalarındaki ifadelerinden yola çıkarak anlayabiliyoruz. Geçenlerde okuduğum kitabında Arno Gruen, İsviçre'de politik bir gösteri sırasında bir yazarın iki polis tarafından tutuklanıp bu esnada dövülerek öldürülmesi olayını anlatmış. Polislerden birisi şöyle diyor: "Benden ne istiyorsunuz? Hayatım boyunca itaat gösterdim. Çocukken, okulda, mesleki eğitimde, askerlikte ve polis olarak. Ben sadece emirleri yerine getirdim". Bu ifade size tanıdık gelmiyor mu? Irak'taki işkence olayına karışmış ABD askerleri de benzer ifadeleri kullandılar. Yaşamı boyunca sürekli itaat etmeye zorlanmış, toplum içerisinde ve devletin nazarında itaati ölçüsünde değer verilmiş, ailesinin, okulunun, iş yerinin sürekli olarak ondan talep ettiği şeyleri yerine getirmiş birisinden farklı bir davranış tarzı ya da düşünme yöntemi beklemek anlamlı mı? Pek çok şey, insanların çocukluktan başlayarak itaat etmesi, uyumlu olması üzerine kurulu bir bakıma. Başarı ancak uyumlu, kurallara uyan insanların ödülü. Ama bu itaat eden, kendi öz-benliklerinden kaçan, kendi vicdan dünyasını kendi kişisel dinamikleri ve tercihleri doğrultusunda yaratamamış insanların, bir gün asker, polis, memur ya da işveren olarak, gösterdiği itaatin ve bu yüzden ödediği bedelin intikamını kendi çevresinden ve toplumdan alması, kendisine itaat etmeyenlere ödetmesi kaçınılmaz.
Peki itaatin cazibesi nerede? Gruen'e göre itaat, insanı kendi içinden uzaklaştırır ve onu aynı zamanda bu nedenle oluşacak huzursuzluktan korur. İtaat bir iktidarın varlığını ortaya koyar ve her iktidar barındırdığı güç ile kendisinden pay almak isteyen insanları etrafında toplar. Kendi eylemimizin sorumluluğunu almak daha zor olduğundan, tabi olma ve uzlaşma bizi daha güvenli bir iletişim modeli içerisine sokar ki, bu durum çocukluktan başlayarak tüm hayatımızı şekillendiren bir süreç hâline dönüşür. Kendi eyleminin sorumluluğunu alamayan ve itaat etmeye, uyumlu olmaya zorlanmış birisi için vicdanın en temel dinamiği olan empati duygusunu yitirmesi kaçınılmaz. Empati, yani kendini ötekinin yerine koyabilme becerisi yitirilmişse, o insanda gerçek duygularla karşılaşmak zor. Bu insan sadece onay sağlayan bir başarı çabasıyla kendisini var kılmaya çalışır. Eğer bunu başaramazsa kendisini yok etme eğilimi taşır. Bu tip insanlar eleştiriye karşı öylesine öfkelidir ki, eleştirinin ima edilmesini bile varoluşunun temellerine bir saldırıymış gibi ele alır ve bunu ancak saldırıyla bertaraf edeceğini düşünür.
Bu konu üzerine düşünürken itaat etmeyle ilgili lise kitaplarına dahi geçmiş, üniversitelerin psikoloji derslerinde anlatılan Milgram deneyi akla gelebilir. Bu deneyde, kendi hâlinde orta sınıf bir grup katılımcıya, deneklerin canlarını acıtacak derecede elektrik akımı vermeleri istenir. Katılımcılar, karşılarında beyaz önlükleri ve kibirli bu bilim otoritelerini görünce, kendilerine biraz tuhaf da gelse bu teklifi biraz da para karşılığında kabul ederler. Bir yandan bu bilim otoriteleri yaptıkları bir çalışma gereği bu deneyin sonuçlarının kendileri için ne kadar önemli olduğunu anlatırlar. Sadece birkaç kişi deneyi sadistçe bulup vazgeçer. Geri kalanı deneye katılmayı kabul eder ve direktiflere uyar. Deneyi yürüten kişi, elektrik verecek olana şöyle seslenir: "Düğmeye bas, elektrik ver, bu onun iyiliği için". Katılımcılar da denileni yapar. Denek bir oyuncudur ve katılımcılara çaktırmadan acı çekiyormuş gibi yapar. Deneyi yürüten kişi katılımcıdan daha yüksek düzeyde elektrik vermesini ister. Katılımcıların çoğu bunu yapar ve bu sefer denek bas bas bağırır, acıdan bayılıyormuş gibi yapar. Katılımcılar deneğin yaşadığı acıyı hisseder ama itaat düşüncesi sahip oldukları bu duyguyu bastırmalarına yeter.
İTAAT ETMEYİ ÖĞRENMEK
Gruen, bizdeki bu sürecin çocukluğumuzdan itibaren başladığını, dinlerin ve devletlerin bizi itaat etmeye zorlamak için çeşitli araçlar geliştirdiğini, karşılaştığımız birçok zorluğun vicdanımız ve bize gerçeklik olarak sunulan şeyle arasındaki çatışmadan doğduğunu gösteriyor. Çoğu insan duygularıyla hesaplaşmak istemez genellikle. Sorunlarının kökenine inecek gücü olmadığı için, mutlu olmanın beş yolu ya da başarılı olmanın sırları gibi kitaplara yöneliyorlar. Belki de çoğumuz potansiyel işkencecileriz, kim bilir. Çünkü işkenceciler, yine bizlerin arasından çıkıyor. Ankara'da gecekondu mahallesinde kadınlar arasında bir araştırma yapılmış ve görüşülen kadınların %97'sinin evlerinde koca dayağı yediği anlaşılmıştı. Evlerinde eşlerine işkence yapanların, kahvehanede Amerikalı işkencecilere sövmesi de işin bir başka boyutu.
Bunlar, elbette işkencecileri bağışlamamız için yeterli değil. Ama işkenceciyi anlamalıyız. Çünkü işkence her ne kadar siyasal bir araç olarak kullanılıyorsa da, en nihayetinde bir kültür biçimi. Bu kültürü kırmak için kimsenin kimseye itaat etmek zorunda kalmayacağı bir toplumun hayalini kurmak gerek öncelikle. Ama o toplumun hayali için önce kendimizle yüzleşmemiz gerek. Çünkü bu itaat kültürünü biz yarattık ve sürdürüyoruz. Kendimizle hesaplaşarak içimizdeki işkenceciyi bulup çıkarmaktan başka bir şansımız yok.
Bülent Usta (BirGün gazetesi, Kasım 2004)