“Barthes roman mı yazacaktı?”

Posted: 30 Kasım 2012 Cuma by bülent usta in
0

Geçen yıl sessiz sedasız bir kitap yayımlandı: Romanın Hazırlanışı I: Yaşamdan Yapıta (Sel Yayıncılık, 2006). Roland Barthes’ın Collège de France’taki son derslerinden ve seminerlerinden oluşan yapıtı Mehmet Rifat ve Sema Rifat çevirdi. Sadece Barthes tutkunlarını değil, edebiyatla yazar ya da okur olarak ilgilenenlerin, yaşamdan yapıta uzanan o ilginç ve gizemli sürecin nasıl gerçekleştiğini merak edenlerin de ilgisini çekecektir Romanın Hazırlanışı I: Yaşamdan Yapıta.
Benim Barthes ile tanışmam Bir Aşk Söyeminden Parçalar’ın tesadüfen elime geçmesiyle olmuştu. Defalarca okuduğum o kitap, yazma serüvenimin yön değiştirmesine varacak kadar beni derinden etkilemişti. Barthes’ın her yapıtı göstergebilimin başka başka kapılarını açmıştı önüme. Göstergebilimin Türkiye’deki kapılarından birisi de Mehmet Rifat'tı. Mehmet Rifat’ın sessiz sedasız, iğneyle kuyu kazar gibi, düşünce ve kültür hayatımıza büyük bir titizlikle neler kazandırmış olduğuna tanık olmak beni sevindirmişti.

Bülent Usta: Öncelikle sizin Barthes ile ilişkinizden söz etsek. Sizin bir Barthes’sever olduğunuzu biliyoruz. Barthes ile karşılaşmanız sadece yapıtları aracılığıyla olmadı. Onun derslerini ve seminerlerini de izlediniz. Bize “sizdeki Barthes’ı” anlatabilir misiniz biraz?

Mehmet Rifat: 1973-1977 yılları arasında göstergebilim ve yeni-roman (Michel Butor) konusunda hazırladığım doktora tezim için çalışırken, bir yandan göstergebilimin dünyadaki gelişmesini yakından iziliyor, öte yandan da modern Fransız romanının, daha çok da Marcel Proust ile yeni-roman akımının temsilcilerinin yapıtlarını okuyordum. Bu belirttiğim konular üstüne düşünce üretmiş yazar olarak da Roland Barthes hemen dikkati çekiyordu. Paris’e gidişlerimden birinde (1970’te) Barthes’ın Racine üstüne yazdığı kitabını (Sur Racine) edinerek okumuştum. Ama Barthes’ın düşüncesiyle daha yakından bağlantı kurma fırsatını sonraki yıllarda buldum. 1975, 1977 yıllarında dönem dönem Paris’te doktora tezimi bütünlemek için yaptığım çalışmalarda hep Barthes okudum. Tezimi 1977’de savunduktan bir yıl sonra da Paris’e bu kez doktora sonrası araştırmalar yapmak üzere gittim. 1978-1979, 1980 ve 1981 yıllarında yoğun biçimde sürdürdüğüm bu çalışmalar sırasında bir yandan Paris Göstergebilim Okulu’nun kurucusu Algirdas Julien Greimas’ın yönettiği seminerlere katılıyor, öte yandan da Barthes’ın Collège de France’ta “Yazınsal Göstergebilim” kürsüsünde verdiği dersler ile yönettiği seminerleri (1978-1979 döneminde) hiç aksatmadan izliyordum. 1978-1979’daki ders konusu Romanın Hazırlanışı’ydı. Cumartesi sabahları yapılan dersler ve seminerler (o yılın seminer konusu da “Labirent Eğretilemesi”ydi) tam bir şölen havasında geçiyordu. Yazarlar, üniversite hocaları, araştırmacılar, vb. cumartesi sabahları Collège de France’ın salonlarında (iki salon vardı, birinde Barthes konuşmasını yapardı, bu salon dolunca da izleyicilerin bir bölümü öteki salondan Barthes’ın yalnızca konuşmasını dinlerlerdi) ellerimizde Le Nouvel Observateur adlı haftalık derginin o sabah çıkmış sayısıyla gelirdik: Barthes o yıllarda bu haftalık dergide yazar, kaleme aldığı yazılarında da dersleriyle ilgili göndermeler bulurduk.

Derslerin odak noktası ise kısa, parçalı anlatımdan, uzun, kesintisiz anlatıma geçiş sorunsalıydı. Örnek olarak Marcel Proust alınmıştı. Barthes’ın bakışı Proust’a yönelince de tadına doyulmaz bir süreç başlamıştı benim için. O dönemden beri Barthes ve Proust çalışma yaşamımın ayrılmaz parçası oldular. Barthes’ın bugüne dek birçok kitabını, metnini, söyleşisini çevirdim: Bunların arasında özellikle Göstergebilim İlkeleri’ni, Anlatıların Yapısal Çözümlemesine Giriş’i, bu iki araştırmanın da içinde yer aldığı Göstergebilimsel Serüven adlı kitabı, Eiffel Kulesi başlıklı nefis denemeyi sayabilirim (söz konusu metinleri imece bir çalışmayla Sema Rifat ile birlikte çevirdiğimi de belirtmeliyim). Barthes’ın öteki çalışmalarını da (sözgelimi kendisiyle yapılan bütün söyleşileri, Collège de France’taki Açılış Dersi'ni, eleştirel denemelerini, vb.) akıl ve beden gücüm yettiğince çevirmeyi sürdüreceğim. Şu anda tezgâhta Romanın Hazırlanışı II var.

Bu arada bir küçük açıklama: Romanın Hazırlanışı’nı çevirmeye, kaydetmiş olduğum ses bantlarına dayanarak 1982’de başlamıştım; ancak dersler Fransa’da kitap haline ancak 2003’te, Barthes’ın beklenmedik ölümünden 23 yıl sonra getirilebildi; bunun üzerine Varlık dergisinde (Aralık 2004) bu kitaptan söz edeceğimi duyurdum. Birkaç ay sonra da Enis Batur benden bu kitabı Sel Yayınları için çevirmemi istedi. Yayın haklarını Sel Yayınları satın almıştı. Romanın Hazırlanışı’nın Türkçede kitaplaşma serüveni de böyle başlamış oldu.

Ben Barthes’ı yalnızca çevirmedim. Barthes üstüne de yazdım. 1982’de kaleme alıp yayımlamış olduğum yazıyı 2005’e dek dönem dönem geliştirerek birçok kez daha yayımladım (bkz. M. Rifat, XX.Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim Kuramları 1: Tarihçe ve Eleştirel Düşünceler, İstanbul, YKY, 3. baskı, 2005, s. 181-191). Ayrıca Barthes, göstergebilimle ilgili yazılarımın, göstergebilimsel çözümlemelerimin çoğunda yer alıyordu. Bu arada Barthes’ın derslerinin yönlendirmesiyle az önce de vurguladığım gibi Proust’u çalışmalarımın ayrılmaz bir parçası durumuna getirdim. Hazırlığı uzun süredir devam eden Proust Kitabı’nı artık 2008 yılı içinde bütünlemek istiyorum.

Barthes ve Proust Boğaziçi Üniversitesi’nde yıllardır verdiğim Modern Fransız Yazını derslerinin de ana konularından ikisini oluşturuyor. Öğrencilerimin ilgisiyle bu dersleri sürdürmekten büyük haz duyuyorum.

Bülent Usta: Barthes’ın Collège de France’taki son derslerini Romanın Hazırlanışı’na ayırdığını öğreniyoruz kitaptan. Bunu yapmaktaki amacını nasıl yorumlayabiliriz? Gerçekten, kitapta da bahsedildiği gibi, Barthes roman yazmaya mı hazırlanıyordu? Romanın Hazırlanışı, Barthes’ın diğer yapıtları arasında sizce nerede duruyor? Bu kitabın önemini, Barthes’ın son yapıtı oluşu dışında nerelerde aramak gerekiyor?

Mehmet Rifat: Romanın Hazırlanışı’nın Türkçede henüz birinci bölümü (1978-1979 ders notları) yayımlandı. Barthes’ın asıl amacı kuşkusuz 2. cilt de çevrildikten sonra ortaya çıkacak. Bu kitabın önemi şu: Barthes 1950’li yılların sonlarına doğru başlayan göstergebilimi kurma çabalarını 1980’e dek dönüşümlerle sürdürürken birikiminin tadını çıkarmayı bilir, önceki çalışmalarının özünü alarak yeni atılımlara geçmeye bayılırdı. Greimas, göstergebilimi (semiyotik terimini kullanırdı) “dünyanın insan için ve insanın insan için taşıdığı anlamları” tutarlı bir üstdille yorumlayan ve kendini sürekli geliştiren bilimsel bir tasarı olarak tanımlarken, Barthes göstergebilimi (o ise semiyoloji terimini kullanmayı yeğlerdi) yaklaşık olarak aynı noktadan kalkıp başka yerlere getirmişti: 1970’lerin başlarından itibaren Barthes için semiyoloji artık bizi çevreleyen dünyanın anlamlarını bireysel bakış ufkuna göre yorumlamak, bu yorumları da özgürce yaratmaktan zevk aldığı yazarca bir söyleme yansıtmaktı. Bu süreç kendi içinde hızlı bir evrim geçirerek 1977’de annesini yitirmesine dek aksamadan sürdü. Ama Anne’nin ölümüyle (tıpkı Proust’un yaşamında olduğu gibi) birden dünyası yıkıldı Barthes’ın. Anne-siz ne yapacaktı bu dünyada artık? Karşısında bir Proust örneği duruyordu: Annesini yitirdikten birkaç yıl sonra kısa, parçalı anlatımdan uzun, örgülü, dokulu bir anlatıma, romana geçen Proust örneği. Peki Barthes da roman mı yazacaktı? Anımsamaya dayalı bir roman yazarak o da Anne’yi bu yolla mı yaşatacaktı? Bunun için yazı ve yaşam biçimini tümüyle değiştirmeyi, her açıdan yepyeni bir yaşam biçimine geçmeyi (Vita Nova) düşündü. Bu amaçla Günce tuttu, Notlar aldı. Ama anımsamaya dayalı bir roman yazabilmek için belleği yeterli miydi? Bütün bu soru(n)ları düşünürken, bir Yas içinde yaşadığının da farkındaydı. Sonunda çözüm yolunu buldu: Kendi roman fantasmasını ders konusu yapma yolunu seçti. Sanki bir roman hazırlıyormuş gibi yapacak, Yaşamdan Yapıta nasıl geçildiğini Ders Notları olarak yazıya döküp bunları derslerini izleyenlerle paylaşacaktı. Bu amaçla yaşama ilişkin olarak tutulmuş kısa kısa notların en yetkin örneği olarak gördüğü ve tümce atomu diye adlandırdığı Japonların hayku’sunu ayrıntılı biçimde inceleme konusu yaptı.

Birinci cilt Not etme’den Yapıta (Romana) nasıl geçilebileceğini araştırırken, dersleri izleyenlere, daha sonraları da ders notlarını okuyan şiir tutkunlarına hayku’nun en ince ayrıntılarını da sunuyordu.
Evet, Barthes 1978-1979 öğretim yılında bu konuyu işledi. 1979-1980 öğretim yılındaysa, Romanın Hazırlanışı aşamasından Romanın Tamamlanışı aşamasına geçiş sürecini ya da “Yazma Arzusundan Yazma Olgusu”na geçişi tartıştı. 1980’in başlarında derslerini bitirmişti. Birkaç gün sonra başlayacağı seminerinde de “Proust ve Fotoğraf” konusunu ele alacak, Paul Nadar’ın çekmiş olduğu Proust ve yakınlarının fotoğraflarını (66 fotoğraf) yorumlayacaktı. Ancak, derslerini verdiği Collège de France’ın önündeki caddede bir kamyonetin çarpması sonucu geçirdiği bedensel sarsıntı, Anne’nin yokluğunun getirmiş olduğu ruhsal sarsıntıya eklenince, Barthes yaşama isteğini tümüyle yitirdi. Gençliğinde yakalanmış olduğu verem hastalığının da bıraktığı izlerin sonucu, yaşamını kazadan bir ay sonra yitirdi. Ve Proust semineri günümüze Barthes’ın fotoğraflarla ilgili olarak kaleme almış olduğu kısa yorumlarla kaldı.

Romanın Hazırlanışı’ndaki ders notları dikkatle okunduğunda, Barthes’ın bir eleştirmen-yazar olarak ulaştığı son aşamada, o güne dek yaşamış olduğu bütün düşünsel evrelerin nasıl süzülüp geldiği görülecek, daha önceki kitaplarında sözünü ettiği birçok konunun bu ders notlarında nasıl derinleştirildiği, nasıl bütünlendiği, nasıl son bir dönüşüme uğratıldığı saptanacaktır. Daha önce söylemiş olduklarını gözden geçiren (sözgelimi “yazma eylemi”nin geçişsiz bir eylem olduğu konusunda yıllar önce yaptığı saptamadan artık pek emin olmadığını söyleyecek, “yazma eylemi”ni artık geçişli bir eylem olarak algıladığını vurgulayacaktır), yaşama artık bir metne verdiği önem kadar önem veren, ya da yaşamı da bir metin olarak okuyan, salt bilimsel terimlere dayalı bir yaklaşımla yazınsal sorunlara bakmanın nerelerde tıkanacağını göstermeye çalışan, Özne’nin sansür edilmesine karşı çıkan, anadilinin sınırlarını zorlamaya giderek daha çok özen gösteren bir son Barthes var karşımızda. 1950’lerde başlayan serüvenin 1978-1980’deki son aşaması bu.

Bülent Usta: Romanın Hazırlanışı’nın ‘çeviriye hazırlanışı’ (ya da serüveni) hakkında bize neler söyleyebilirsiniz? Barthes’ın, yapıtlarının başka dillere çevrilmesine çok istekli olmadığını belirtmiştiniz bir yazınızda. Barthes çevirmenin zorluğu nerede başlıyor? Barthes, neden yabancı dillere kapalı tuttu kendisini?

Mehmet Rifat: Barthes yabancı dillere karşı isteksiz olduğunu, yabancı yazınlardan da pek zevk almayan biri olduğunu doğrudan kendisi açıklar, kendi üstüne yazdığı kitapta. Yabancı yazarlar üstüne ayrıntılı bir incelemesini bulamayız onun. Edgar Poe’nun bir öyküsünü çözümler ama bu öykünün Baudelaire tarafından yapılmış çevirisini sanki Fransızca yazılmış metin olarak ele alır; çünkü amacı yazar olarak Poe’yu incelemek değil, bir metin çözümlemesinin nasıl yapılabileceğini kısa bir metin üzerinden göstermektir. Brecht üstüne de yazısı vardır ama, o da tiyatro söz konusu olduğu için bu yazıyı oluşturmuştur. Gerçekten de Barthes anadili içindeki yapıtları sorgular, anadili (“kadınların dili”) sevgisi büyüktür onda. Yabancı dillerden yalnızca “kendine çok yabancı olan” Japonca’ya ilgi duymuştur. “Japoncanın yapısı, Onun için bambaşka bir konunun düzenlenişini simgeler” (Roland Barthes, s. 136-137; çev.: Sema Rifat). Bu nedenle de tek bir yazarın haykusunu değil de genel olarak hayku türünü hep inceleme alanı içinde tutmuştur, Fransızca çevirileri aracılığıyla da olsa.

Barthes “çeviri konusunda da sürekli kötümserdi, çevirmenlerin sorunları karşısında çılgına dönüyordu, çünkü onlar bir sözcüğün anlamının ta kendisi olduğunu sandığı şeyden, yani yananlamdan çoğu kez o kadar habersiz görünüyorlardı ki!” (Roland Barthes, a.g.y., s. 136). Şimdi gelelim Barthes’ın metinlerinin çevirisinin güçlüğüne. Barthes’ın ayrı dil tipolojilerinde, ayrı dil öbeklerinde, ayrı kültür dünyalarında yer alan dillere yapılacak çevirisi elbette bir sorun yaratacaktır. Bu kaçınılmazdır. Barthes’ın İtalyancaya ya da İngilizceye yapılacak çevirisi Türkçeye yapılacak çevirisiyle “sonuca daha kolay ulaşma”, “çözümü daha kolay bulma” açısından karşılaştırma bile kabul etmez. Ancak çeviride ana sorun dil boyutunda değil söylem boyutunda, Barthes’ın söylemini oluşturmadaki temel alışkanlıkları boyutunda ortaya çıkar. İşte size bunlardan küçük bir örnek: Barthes metinlerinde ikiz anlamlı sözcükleri kullanmaktan büyük zevk alır. Genel olarak bir metnin bağlamı, bir sözcükteki her iki anlamdan birini seçip öbürünü siler, unutturur. Oysa Barthes bu ikiz anlamlara “her rastlayışında, tersine, sözcüğün iki anlamını birden korur, sanki aralarından biri öbürüne göz kırpar gibidir ve sözcüğün anlamı da bu göz kırpışta yer alıyor gibidir, dolayısıyla aynı sözcük, aynı tümce içinde aynı anda iki ayrı şey söyler ve anlamsal açıdan birinin zevki öbürünün yardımıyla çıkarılır.” Üstelik “Fransızca’da bu ikiz anlamlı [sözcüklerin] sayısı son derece (anormal derecede) yüksektir” (Roland Barthes, a.g.y., s. 89). Bu örnek bile Barthes’ı dilimize çevirmenin güçlüğünü açıkça gösterir. Önce Barthes’ın ikiz anlamları özellikle korumaya çalıştığını bileceksiniz; ardından bu sorunu belli ölçülerde gidermeye çalışacaksınız. Fransızcanın bir yazarın söylemine tanıdığı olanakları, Türkçe, bir çevirmenin söylemine, aynı yapı içinde, aynı ölçüde sağlamaz. Ama Türkçe farklı tipolojisiyle farklı olanaklar sunar çevirmene. Barthes gibi bir yazar söz konusu olduğunda dili değil de söylemi çevireceğimize göre, Barthes’ın Fransız dili aracılığıyla yarattığı söylemi, bizlerin de Türk dilinin farklı olanaklarından yararlanarak, gerekirse bu olanakları zorlayarak Türkçe söyler duruma geçmemiz gerekiyor. Ama az önce de vurguladığım gibi ilkin Barthes’la uğraştığımızı bilmemiz, Barthes’ın “kim olduğunu” bilmemiz gerekir.

Fransız dilinin eğitimini almış olmak, Fransızcayı yerinde edinmiş olmak, Türkçeyi değişik türlere göre kullanma başarısına ulaşmış olmak da yetmiyor Barthes çevirmek için. Barthes’ın söyleminin gizemli labirentlerini de Barthes’ın metinlerinden edinmiş olmak gerekiyor, bir Barthes tutkunu olup o metinlerin haz verici çilesini çekmiş olmak gerekiyor. Yabancı dilde okuduğumu anlıyorum, yabancı dilde iletişim kurabiliyorum, yabancı dilde bilimsel yazılar üretiyorum diyenlerin hemen çeviriye soyunduğu, yayınevlerinin de hoş görüsüyle büyük ve zorlu yazarların çeviri tezgâhına duraksanmadan konduğu ortamlarda daha fazla söyleyecek bir şey bulamıyorum doğrusu. Ben kendi adıma en iyi çözüm yolunu kendi Barthes’ımı (bu arada kendi Ricœur’ümü) kendim çevirmekte buldum. Bir de Tahsin Yücel ile Sema Rifat’ın Barthes çevirilerini okuyabiliriz özellikle. (Proust için de Roza Hakmen’in çevirilerini okurlara rahatlıkla, hiç duraksamadan önerebilirim.)

Bu arada doğrudan Romanın Hazırlanışı’nın çevirisine ilişkin olarak kitabın önsözünde yaptığım açıklamaları burada yinelemek gereği duyuyorum: “Biz Romanın Hazırlanışı’nı (…) Türkçeye aktarırken (…) [Barthes’ın] özellikle dil-yazı-metin dünyasını olabildiğince yansıtmaya çalıştık. Ancak bu kez ‘ders notları’ söz konusu olduğu için de bir yandan yazılı metnin kısaltmalı anlatımını korumaya özen gösterdik, öte yandan da Barthes’ın Collège de France salonundaki o unutulmaz ‘ses tonu’nu satır aralarında ‘duyurabilme’nin olanaklarını aradık. Ayrıca, Fransız dilinde yarattığı özgün benzetmeleri, çağrışımları verebilmek için de gerektiğinde dilimizin yapısını zorlamaktan geri kalmadık. Öte yandan çeviride zorunlu olarak kullandığımız bir terimin ya da bir sözcüğün, anlamı istediğimiz gibi vermede yetersiz kalabileceğini düşündüğümüzde de köşeli ayraç içinde bu terimi bütünleyebilecek, çağrışımını açabilecek bir başka terim, sözcük ya da açıklayıcı bir deyiş kullanma yoluna gittik. (…) [“Türkçe Çevirinin Önsözü”, Romanın Hazırlanışı, s. 12.]

Bülent Usta: Barthes ile bir ortak yanınız da Proust. Sizin de Proust’u çok sevdiğinizi biliyoruz. Bize Proust’un sizin ve Barthes için öneminin nerelerde gizli olduğunu söyleyebilir misiniz?

Mehmet Rifat: Barthes’ın derslerini yakından izlemiş biri olarak ya da Barthes okuyan biri olarak veya Barthes çeviren biri olarak Proust’tan uzak durmak da olanaksızlaşıyor. Ama, bunun tersi de geçerli oluyor benim için: Proust’u okudukça yeniden Barthes’ın gözlemlerine dönüyorum, Proust’u Barthes’ta doğruluyorum. Araştırma alanım doğrudan Fransız yazını olduğu için; hocam Adnan Benk’in modern roman konusundaki tutkusu beni de yıllar öncesinden çağdaş roman sorunlarına yönelttiği için; daha sonraki dönemlerde Barthes’ın Proust’la ve yeni-romancılarla ilgili gözlemleri, Deleuze’ün de Proust okumaları beni etkilediği için; doktora tezimin yazımı sırasında bir yandan Michel Butor’la ilgilenirken öte yandan hep Proust okuduğum için; Greimas ile Barthes’ın etkisiyle göstergebilimsel araştırmaların “büyü”süne kapıldığım için; Proust ile Butor’un yapıtları göstergebilimsel çözümlemeler için “yorucu”, dolayısıyla “elverişli” olduğu için yaşamımın akışı da belirlenmiş oldu: Göstergebilimsel bakış açısıyla Fransız yazınının sorunlarıyla ilgilenmek, çağdaş eleştirinin bakış açılarını Türk ve yabancı yazarların metinlerine uygulamak, Türk eleştirmenlerinin yaklaşım yöntemlerini değerlendirmek (arkadaşlarımla birlikte eleştirmenlerimizin çalışma tekniklerini sorgulayan bir ortak kitap çalışması yapıyoruz: Bizim Eleştirmenlerimiz adıyla yayımlanacak), bu arada Fransız romanının özellikle üç büyük temsilcisi (Balzac, Proust ve Butor) üstüne kitaplar hazırlamak: Balzac’la ilgili kitabım üçüncü kez gözden geçirilmiş ve genişletilmiş biçimiyle bugünlerde basıldı. Şimdi Proust Kitabı’nı yazıyorum. Butor ise doktora tezimdi ve 1978’de yayımlandı.

Barthes, “şimdinin not edilmesi”nden “roman”a geçişi kitabına konu edinirken, çok yakından tanıdığı Japon kültürüne ait “hayku”lardan yola çıkıyor. “Tümce atomu” olarak tanımladığı “hayku”yu “not etmenin” bir yöntemi olarak ele almasını roman araştırmaları için bir yenilik olarak düşünüyorum. “Hayku”nun hiperbilinç durumundan kaynaklanan her tür üstdili susturabilmesindeki güç, doğallığı ve yatay dil oluşundan kaynaklanan özellikleri mi “hayku”yu Barthes için önemli yapmıştı? “Hayku”nun “zihnin o büyük sessizlik durumları ve temel duraklama anları ” ile ilişkisi sizce nedir?
Romanın Hazırlanışı’na değil de doğrudan hayku’ya ilgi duyanların da bu kitaptan çok şey edineceklerini düşünüyorum. Hayku’ya sevgiyle yaklaşan, neredeyse yaşamının büyük bir bölümünü hayku üzerine düşünerek geçiren, yaşamının son yıllarında da haykuyu ders konusu yapan Barthes’ın bir bakıma Batı kültürüyle Doğu kültürü arasındaki temel ayrımı ortaya koymak için başvurduğu uzun anlatı(m)-kısa anlatı(m) karşıtlığının da bir öğesi oldu hayku bu derslerde. Barthes hayku’yu derslerine alma nedenlerini şu sözlerle vurguluyor ders özetinde: “Bu ders programının ilk öğretim yılı, her çeşit yazı’nın (romansı ya da şiirsel) başlangıçtaki pratiğine ayrıldı: Not etme. Bir yapıt oluşturmak amacıyla, insan yaşamdan neleri not eder? Bu not etme tekniği nasıl sürdürülür? Not etme diye adlandırdığımız bu dil edimi nedir? ‘Romancıların not defterlerini’ni sorgulamak yerine uzun bir dolambaçlı yol izleyerek, hiç de romansı olmayan, ama dünya yazınlarının tarihi içinde her çeşit not etmenin örnek gerçekleşmesi olarak görünen bir biçimi ele almayı yeğledik: Japonların haykusuydu bu. Demek ki, biz haykuyu özellikle, tarihinin de dilinin de uzmanı olarak değil de (hele dilinin hiç değil) “kısa biçim” olarak inceledik (…). Haykuyu önce kendi somutluğu (şiirsel düzeni, tipografik düzeni) içinde ve kendi yarattığı arzu (haykunun bir büyüleyici yanı vardır) içinde inceledik. Ardından üç not etme alanını açıkladık: mevsimlerin ve saatlerin bireyleşmesi; an, olumsallık; hafif duygulanım. Son olarak da haykunun, aştığında kendi özgüllüğünü yitireceği iki sınırı belirledik: concetto ve öyküleme. Derslerimizi bitirirken, haykudan kalkıp daha modern daha Batılı biçimlere geçişte, not etmenin gündelik pratiğine ilişkin sorunları ve not etmenin dinamiği olarak, “oluşturulmuş” tümcenin kesin gibi görünen rolünü vurguladık.” (s. 202).

Bülent Usta: Barthes, kitabının giriş kısmında “öznenin sansür edilmesinden çok çekmiş bir kuşaktanım ben: Bu sansür ya pozitivizm yoluyla olmuştur (...) ya da marksizm yoluyla (…)” diyor. Biraz Türkiye’ye dönersek, “öznenin sansür edilmesini” yaşadığımız son olaylarla birlikte düşünürsek (Orhan Pamuk, vb.) Barthes Türkiye’de olsaydı manzaraya bakıp ne söylerdi sizce? Türkiye’de roman yazmanın kolaylıkları ve zorlukları bu bağlamda nelerdir?

Mehmet Rifat: Barthes, Özne’nin sansür edilmesinden yakınıyor, bu konuda çok çektiğinden söz ediyor. Ama sonunda varlığını sürdüren de Barthes oluyor. Orhan Pamuk’u sansür etmeye çabalayanlar, onun yazarlığına şu ya da bu biçimde karaçalanlar, aslında romanın çağdaş evrimi karşısında kendilerini sansür ettiklerini kanıtlamış oluyorlar. Türkiye’de roman yazmanın kolaylıkları ve/ya da zorlukları nelerdir diye soruyorsunuz? Bu sorunuz, bütün Türk yazını için geçerli bence. Özne’nin değişik dönemlerde değişik biçimlerde sansür edilmesinden çok ama çok çekmiş yazarlarımızı saymakla bitirebilir miyiz? Ama sansürü yıkanlar da yine sansürden çekmiş yazarlarımız oluyor. Özne’nin sansür edilmesi olayı hem yazın tarihçilerinin, hem yazın toplumbilimiyle ilgilenenlerin, daha çok da toplumbilimsel eleştiri uzmanlarının sorgulamasını bekleyen dev gibi bir araştırma konusu. Bunu ve benzeri konuları derinlemesine araştıran kaç kişi var ki? Çok çalışmayı ve ortalıkta az görünmeyi gerektirir bu işler. Türkiye’de roman yazmanın kolaylıklarını/zorluklarını saptayabilmek için bir yandan romanları değişik bakış açılarına göre incelemek, öte yandan da yazarların Toplumsal Ben’lerini bir metin olarak çözümlemek ön koşuldur. Zaten bu tür çalışmalar yapılmadan romanı roman, romancıyı romancı yapan ayırıcı özelliklerin ortaya konabileceğini sanmıyorum. Beylik, kalıplaşmış, yapıştırma nitelemelerle, yüzeysel okumalarla roman kuramı konusunda hiçbir yere varılamaz. Kendini yorucu çözümlemelerle sınamamış, birkaç paragraflık sataşmalarla ya da övgülerle yetinmiş sözde-eleştirmenlerin romancılarımızı ve bu arada Orhan Pamuk’u roman adına yermeye ya da övmeye ne hakları var ki!
Romanın Hazırlanışı’nın son yıllarda romancılığımızın yükselişine nitelik açısından bir katkıda bulunacağını da düşünüyorum. Öykü ve şiir dergisi çıkaran ekiplerin içinde yer alan biri olarak, öykü üzerine yazıdan daha çok öykünün, şiir üzerine yazıdan daha çok şiirin üretildiğine tanık oluyorum. Özellikle kuramsal yazılar bulmak oldukça güç bugün. Çok sayıda kitap eki ve dergisi olmasına rağmen, bu çokluğun niteliğe de yansıyamamasının nedenlerini nerelerde aramalıyız? Neden öykücü ya da romancılarımız, öykü ve roman üzerine düşünen yazılar yazmaktan kaçınıyorlar?

Varlık dergisinin Mart 2005 sayısında “aynı zamanda yazın üstüne de düşünce üretmeyen bir yazınsal metin (roman) ve aynı zamanda eleştiri üstüne de düşünce üretmeyen bir yazınsal eleştiri düşünmek istemiyorum artık; bu görüşe, özellikle son yirmi yıl içinde okuduğum romancılar ve eleştirmenler yöneltti beni” demiştim. Şimdi orada belirtmiş olduğum görüşlerime dayanarak size şöyle yanıt vermek istiyorum:

Artık yazarlar kendi yaratıları (romanları, öyküleri, şiirleri) içinde yaratım sorununu da yorumlayan eleştirmenler olarak, eleştirmenler de kendi yöntemsel yaklaşımlarını bir yaratıcının anlatımıyla sunmaya özen gösteren yazarlar olarak karşımıza çıkıyorlar.

Kuşkusuz hiçbir eleştirmen bugün bir romanın, bir öykünün, bir şiirin nasıl yazılması gerektiğini söylemeye, öğretmeye, göstermeye kalkışamaz. Böyle bir şey eleştirmenin haddi de değildir. Ama, büyük bir hızla devinen eleştirel bakış açılarını yaratan ya da yakından izleyen ve bu arada çağdaş yazarların roman, öykü, şiir türlerinde yaşadıkları süreçleri bilen bir eleştirmen de günümüzde bir romanın, bir öykünün, bir şiirin nasıl yazılmaması gerektiğini pekâlâ söyleyebilir, söylemektedir de.
Öte yandan, kuramsal ya da yöntemsel yaklaşımlarıyla tanıdığımız eleştirmenlerin önde gelenlerine baktığımızda, yayımladıkları yapıtların yalnızca bir kitap üstüne yazılmış metinler olarak kalmadıklarını, bu metinlerin, ele aldıkları kitabın aracılığından kurtulup, doğrudan doğruya kendilerini ön plana çıkarttıklarını görürüz. Bir başka deyişle, söz konusu eleştirmenlerin metinleri, salt yorumladıkları metin için değil de, kendileri için okunur duruma gelmiştir. Bu eleştirmenler kuşağının en uç örneğiyse Barthes’tır. Barthes’ın, geçirmiş olduğu eleştirmenlik serüveninin dört aşamasında ortaya koyduğu yazılar ve kuramsal metinler, üstüne konuşulan yazar, yapıt, kavram, akım, anlayış, tür, vb. hakkında bilgi edinmekten çok Barthes’ın metni olduğu için okunur, Barthes’ın metni olduğu için başka dillere çevrilir.

Çünkü Barthes eleştirmekle kalmaz, eleştirinin nasıl olacağı üstüne de düşünür; çünkü Barthes, yazınsal metinlere yönelik bir yaklaşım yöntemi kurmaya çalışırken metnin verdiği hazzın da peşine düşer; çünkü Barthes hem kendi dönemindeki hem de kendisinden önceki eleştirel bakış açılarını çok yakından izler, seminerlerinde öğrencileriyle tartışır; çünkü Barthes, gerektiğinde eleştirel kavramlar üretip çok dar bir uzmanlar çevresine seslenmesini, gerektiğinde de ürettiği kavramsal aygıtı geniş kitlelere ulaştırmasını bilir; çünkü Barthes okuduğu metinlerde yaratıcılardan aldığı hazzı, kendi ürettiği eleştirel denemelerinde okurlarına, kendi yazış biçimiyle vermeyi ister; çünkü Barthes bir “roman yaratma” serüvenine girişmese de böyle bir serüveni bir “Romanın Hazırlanışı”nı kurarak, anlatarak, yazarak gerçekleştirme yolunu bilir; çünkü Barthes kendine Vita Nova’lar yaratmayı, yeni bakış açıları bulmayı, yeni yazış biçimleri denemeyi sever; (bu çünkülerin sayısını artırabilirim kuşkusuz)…

Ama biraz da kendimize bakalım. Dünyada eleştiri alanında yeni ve sert bir düşünce rüzgârı estiğinde, hemen onunla sürüklenmeyi seviyoruz. Arkasından gelen yeni bir rüzgâra yakalanınca da çok daha uzaklara savruluyoruz. Hem de bu rüzgârların özellikleriyle yüzeyden bile olsa pek tanışabilme fırsatı bulamadan.

Eskiden kahve kahve dolaşan yazarların kendi dönemlerinin eleştirmenlerini yaratamadıkları söylenirdi. Bugün de imza gününden imza gününe koşan, televizyon programından televizyon programına geçen, çıkan her metin üstüne konuşan, bütün dergilere ve gazetelere sözde-yazı yetiştiren “mobil” (seyyar, gezgin) yazar ve eleştirmenlerin varlığından söz ediliyor. Hangisinin “derin okuma”ya, okuduğunu alımlamaya, yorumlamaya, tartışmaya, yöntemli eleştirel düşünce üretmeye vakti var ki? Onlar yalnızca esen rüzgârları geçici soluyarak “sürekli yaratıyorlar”! Kuramsal yaklaşımı yakalamaya çalışanlarıysa Bizim Eleştirmenlerimiz adlı ortak çalışmamızda belirtmeye özen gösteriyoruz.

Bülent Usta (Mehmet Rifat'la yapılan bu söyleşi ilk olarak "Kitap-lık" dergisinde Mayıs 2007'de yayımlandı. Ayrıca bu söyleşi, YKY'den çıkan Mehmet Rifat'ın "Entelektüel Anlatıyı mı Savunuyorum" adlı kitabında da yer alıyor.)

0 yorum: