DURDURULAMAYAN DİYALOG
Posted: 30 Kasım 2012 Cuma by bülent usta in
0
Sen şimdi bunları söyledin ya, Breton’un Nadja adlı romanında Nadja’nın oynadığı
oyun aklıma geldi.
Nasıl bir oyunmuş o?
Kendi kendisiyle şöyle bir diyaloğa girer:
"Bir oyun: Bir şey söyle. Gözlerini kapat ve bir şey söyle . Ne olursa
olsun, bir sayı, bir insan ismi. Aynen böyle (gözlerini kapatıyor): İki, iki
ne? İki kadın. Nasıl bu kadınlar? Karalar içinde. Neredeler? Bir parkta... Peki
ne yapıyorlar? Çok kolay canım, niçin oynamak istemiyorsun? Bense, yalnız
olduğum zaman kendi kendimle böyle konuşurum işte, türlü türlü hikayeler
anlatırım kendi kendime. Üstelik bomboş saçma sapan hikayeler de değil: Hatta
denebilir ki, tamamı tamamına bu biçimde yaşıyorum ben."
Bunun bir monolog olduğunu kim söyleyebilir
ki? Baksana, bir şey söyle diyor kendisine ve o da gözlerini kapatıp “iki”
diyor, iki kadın. Yani kendisi ama iki. Diyalogun “dia”sı da iki anlamına
gelmiyor mu? Ama şöyle olsaydı bir monolog olurdu: “Bir oyun oyna şimdi.
Gözlerini kapat ve şunu söyle, bunu yap...”
Bir de diyaloğun ‘oluş’ haliyle ilişkisine bak
Nadja’daki: “Kendimde gördüğüm her türlü beğeninin, kendimde hissettiğim
eğilimlerin ve yakınlıkların, maruz kaldığım cazibelerin, başımdan geçen ve
yalnızca benim başıma gelen olayların ötesinde, kendimi yaparken seyrettiğim
bir sürü hareketin, yalnızca ve yalnızca benim hissettiğim heyecanların
ötesinde, diğer insanlar karşısında, beni onlardan ayıran şeyin nerden
kaynaklandığını değilse de, neden ibaret olduğunu öğrenmeye çaba gösteriyorum.
Bu dünyaya, tüm diğer insanlar arasında ne yapmaya geldiğimi, alınyazıma yanıt
verebilecek, yalnızca bana özgü, ne mene bir mesajın taşıyıcısı olduğumu gözler
önüne serebilmem, bu farklılığın ne ölçüde bilincinde olduğuma bağlı değil
midir?”
Diyalog, bir oluş şeklidir bence de ve bir
kere başlayınca da durdurulamaz. Nasıl ki ‘oluş’ hiç bitmeyecek bir süreçse.
Sanatçı, bir diyalogçudur. Durmaksızın diyalog
halindedir. Bugün, sanatın sadece beğeniye hitap eden ve estetiği yücelterek
diyaloğu dışarıda bırakan halleri, Hegel’in ‘sanatın sonu’ tezini haklı
çıkartıyor.
Ama hangi sanatın? Salt beğeniye hitap eden
monologçu sanatın. Hani TRT 2’de sürekli kendi kendisiyle konuşan bir şair var.
O da durdurulamayan bir monolog halinde sanatını icra ediyor. Bir sürü güzel
şiiri var ama hep monolog. Hegel bile, kendisi de bir monologçu olduğu halde
bunun sanatın sonunu getireceğini görmüş.
1 Mayıs alanlarında görüyorum ben bunu.
Solcularımız monolog halinde slogan atıyor. Stadyumlar bile daha çok diyaloğa
açık. Karşı tiribünden bir slogan gelince, o slogana bir cevap verilebiliyor.
Şimdi kızdıracaksın yine birilerini.
Başkalarının bana kızmasının bir önemi yok. En
çok kendime kızmaktan korkarım ben.
Kendine kızmak, kendinle bir diyalog halinde
olduğunun kanıtıdır bence.
Sıkıldım ben bu diyalog hallerinden. Bir şeye
takınca tam takıyorsun kafayı.
Romancı olduğum içindir belki bu takma hali.
Kafayı bir şeylere takmazsan olmaz.
Romancılar takıntılı kişilikler midir demek
istiyorsun?
Belki de sanatçılar demeliyiz.
Felsefeciler...
Onlar da öyle.
Diyalog dışında neye taktın kafayı bu aralar?
Aslında bir sürü taktığım şey var. Ama
bugünlerde acayip şeyler yaşıyoruz bu topraklarda.
Hangi günümüz acayip olmadı ki? En son
Ankara’nın göbeğinde bir canlı bomba patlamış. Altı kişi ölmüş, seksen
civarında da yaralı varmış.
“Altı kişi ölü, seksen yaralı” dedin ya. Şimdi
de kafayı buna taktım. Ölümlerin sayılarla aktarılması sana hiç bunaltıcı, acı,
delirtici, isyan ettirici gelmiyor mu? Haber bültenlerinde ne kadar çok sayı
var fark ettin mi? Irak’ta ölenler ya da trafik kazasında ölenleri tarif eden
rakamlar, yükselen ya da alçalan borsanın rakamlarından farklı bir şekilde
söylenmeli bence. Biri ölümleri, diğeri…
Senin bu duygusallığın beni öldürüyor.
Taktığın şeye bak şimdi.
Irak’ta her gün yüzlerce kişi ölüyor. Ve biz
bunun için yüz kişi öldü diyoruz. O yüz kişinin yaşamını ve ölümünü
kısaltıyoruz. Her şeyi kısaltıp, küçültüp hızlandırıyoruz. Çünkü o haberin
ardından bilmem nerede trafik kazasında 12 kişinin öldüğünü, Filistin’de
Filistinlilerin kendi aralarındaki çatışmada 56 kişinin öldüğünün de söylenmesi
gerekiyor haber bülteninde.
Ne yapsınlar. O yüz kişinin tek tek adlarını
mı okusunlar?
En azından bunu yapabilirler. Sadece adlarını
okumaları bile önemli bir adım olur.
Kimse dinlemez ölenlerin isimlerini, hemen kanal
değiştirirler.
ABD’de savaş karşıtları bir eylem yapmıştı.
Irak’ta ölen her askeri temsil eden bir çift postal koyuyorlardı eylem alanına.
Bir süre sonra o kadar çok postal birikmişti ki… Ölenlerin çokluğunu ve
yokluğunu görünür kılmıştı bu eylem.
Hız dedin de... Bir kitabı hızlı okuma
tekniğiyle okur gibi kendi hayatlarını yaşamaya başladı insanlar. Bu yüzden
üstünkörü, yüzeysel gidiyor her şey. Dün, neredeyse bir sene gibi gelecek
insanlara. Şunun şurasında Hrant Dink öleli ne kadar oluyor? Hemen unuttuk,
eskidi o olay. Ardından Malatya katliamı…
Sadece katliam değil, işkenceli katliam.
Evet ya, işkence ederek öldürmüşler. Zaten
bunu duyunca insan bir kere daha irkiliyor. Malatya katliamını da unuttuk.
Birkaç gün gazeteler manşetten verdi haberi, sonra hemen ardından
cumhurbaşkanlığı seçimi, askeri darbe tehdidi… Sonra onlar da eskidi. Şimdi
seçime kilitlenmiş bir toplum var.
Toplum mu kilitlenmiş seçime?
Öyle olmasa bile, kilitlenmiş havası
estiriliyor. Sahi, toplum nereye kilitlenmiş durumda?
Cumhuriyet mitingleri, her şeyin üzerini örttü
sanki.
Dedim ya, Hrant Dink cinayetini hemen unuttuk.
O zaman da yüz binler sokağa çıkmıştı. Ve bu birden bire olmuştu sanki. Yeter
ulan! deyip sokağa dökülmüştü insanlar.
Sorgun’da elleriyle kurt işareti yapanlar
ayaklanıp beş evi ateşe vermiş. Emniyet, evler yandıktan sonra takviye
kuvvetlerle bastırmış kalabalığı.
Önce linç etmek istemişler birisini. Vali öyle
söylüyor. Bu linç olayı da enteresan bir noktaya geldi.
Hem de ne enteresan. Adeta meşru bir topluluk
davranışı haline dönüştürüldü. “Siz oturun, ben bir linç edip geleceğim
kahvehaneye” havasında yaşanıyor neredeyse.
İstanbul Emniyet Müdürü’nün linç olaylarından
sonra neler söylediğini hatırlatmama gerek yok herhalde.
Ya bakanın, valinin söyledikleri…
Çok acayip günler yaşıyoruz.
Ne zaman acayip olmadı ki bu topraklarda
hayat? Mesela Kanlı 1 Mayıs’ı düşün.
Kanlı 1 Mayıs deyince aklıma nedense
İntercontinental Oteli geliyor. O otelin alana bakan pencereleri…
Katliamın 30. yılında, ölenleri anma ve işçi
bayramını eskiden olduğu gibi Taksim’de kutlamak isteyen DİSK ve diğer
katılımcıları polis evire çevire dövdü.
Bir tür intikam... Hrant Dink’in cenazesinde
yürüyenlerin bir kısmı oradaydı. “Hepimiz Ermeniyiz” diyenleri toplu halde
yakalamışlardı. Sırf intikamdı. Çünkü İstanbul’un sokaklarında hepimiz
Ermeniyiz diye bağıran yüz binleri görmek onları çok korkutmuş ve inanılmaz
derecede utandırmıştı. Belki de bu ülkenin tarihinde benzeri görülmemiş çok ama
çok acayip bir eylemdi. Bir sloganla kaç şeyin birden hedef alındığını tahmin
bile edemezsin. 23 Ocak 2007 Salı günü, bana göre bir milattır. Bu miladın
önemini ne solcularımız, ne de o eyleme (cenazeye) katılanlar henüz yeterince
idrak edemedi. Anarşistlerin o günü durmaksızın hatırlatması gerekiyor bence.
Sanatçılarımızın 23 Ocak temalı eserler üretmesi bir zorunluluk olarak
kendisini dayatmalı. Hatta her 23 Ocak’ta o eylem tekrarlanmalı belki de.
Buluşup içi boş bir tabutu “Hepimiz Ermeniyiz” sloganıyla aynı yerden alıp
götürmeliyiz.
Sanatçılar başka işlerle meşgul. Radikalart
gibi şeyler yapıyorlar. Neden Hrant Dink? Bence herkes bu soruyu sormalı. Hatta
durmaksızın sormalıyız. Neden bir kurban olarak Hrant Dink ve neden Hrant
Dink’in cenazesinde o kalabalık buluştu?
Çünkü o safların saflığını kirletendi. Çünkü o
bir parrhesiasist’ti. Çünkü o, bir
monologçu değil, diyalogçuydu. Doğru mu söyledim?
Daha çok doğru söylemeyiz. Bu arada pencereden
asker uğurlama şenliklerinin sesleri geliyor. “En büyük asker, bizim asker!”
Sanki biraz daha yüksek sesle söylenir oldu bu slogan son günlerde.
Hiç sorma. Bu canlı bomba hadisesi de iyi
olmadı.
Hem de hiç iyi olmadı. Genelkurmay Başkanı, bu
canlı bomba hadiselerinin artarak süreceğini söyledi.
O söylediyse kesin artacak.
İslamcı bir yazar, bunun göz yumulmuş bir
eylem olabileceğini andıran bir şeyler söyledi, yazdı.
Tehkileli konular bunlar. Hatta canlı bombadan
bile tehlikeli.
Bakıyorum korktun.
Nokta dergisini anımsıyorum böyle şeyler
düşününce.
Bir insan, neden canlı bomba olur? Genelkurmay’da
bunun üzerine sempozyum düzenlenmiş. Keşke katılıp izleyebilseydik.
Bir insanın canlı bombaya dönüşmesini
hazırlayan nedenler çok. Üstelik bu nedenler, sadece örgütün hazırladığı bir
şey de değil. Bir süreç... 90’ları bir düşün.
Sen de işkence görmüştün değil mi o yıllarda?
Bir insanı, canlı bombaya dönüştüren bir sürü
etken var. Çok korkunç...
Umarız çoğalmaz canlı bombalar. Terörün sadece
iktidarların kendi meşruluğunu sağlamlaştırdığını artık herkesin görmesi
gerekiyor.
Canlı bombalar, sadece örgüt mensuplarından da
ibaret değil. Herkes birer canlı bombaya dönüşmüş durumda. Geçen gün otobüste
yer meselesi yüzünden bir adam bir kadına yumruk attı. Adam, o kadar öfkeliydi
ki, belinde silahı olsa kesin ateşlerdi. Kadının üzerinde de bomba olsaydı, kesin
fünyeyi çeker ve otobüsü havaya uçururdu.
Öyle ya. Malatya katliamını yapanları düşün.
Adamları sandalyeye bağlayıp işkence ederek öldürmüşler. Hem de tanımadıkları,
sadece misyoner olduklarını düşündükleri kişileri, vatan-millet adına
kesmişler.
Sürekli olarak Malatya katliamını
hatırlatıyorsun.
Bence hiç unutmamalıyız. Faşizmin neye
benzediğini gösteren çok sıcak bir örnek.
Nerden siyasete geldik şimdi. Tekrar diyalog
ve romanlar meselesine dönelim acilen.
Herbert Read’in “Şiir ve Anarşizm” yazısını
okudum yenilerde. Şiirden bahsedeceğini zannediyordum ama sadece neden anarşist
olduğunu ve olunması gerektiğini yazmış bu başlık altında. Bence müthiş.
Ne demek istediğini anlamadım.
Yani şiir üzerine örnek bir yazı bence.
Şiirden bahsetmeyen şiir yazıları, romandan bahsetmeyen roman yazıları
yazılmalı. Ama öyle bir yazılmalı ki, bahsetmeden de bahsetmiş olsun.
Yine anlamadım ne demek istediğini ama, nerede
okudun bu yazıyı.
Versus’tan çıkan, Robert Graham’ın hazırladığı
Anarşizm adlı kitaptan.
O bir seçki. Yazının tamamı değildir belki o.
Olsun. Bana böyle bir fikir verdi işte.
Ben de Tesmeralsekdiz diye bir dergiyi
karıştırdım. Sokak sanatından ve Deleuze’ün sinema teorilerinden bahseden.
Sokak sanatı dosyası güzel olmuş da, Deleuze ve sinema dosyası çok zayıf
kalmış. Keşke birileri artık Deleuze’ün şu sinemayla ilgili kitaplarını bassa
da ortalık şenlense biraz.
Bazen bir hayalin içinde yaşadığımızı
düşünüyorum.
Hayalin mi?
Evet. Hayalin.
Yine dönüp dolaşıp Nadja’ya gelmeyeceksin
değil mi? Nadja bir hayal mi diye sormayacaksın.
Bence bir hayalin içinde yaşamakta bir kötülük
yok. Önemli olan nasıl bir hayal, nasıl bir imgenin peşinde koştuğumuz?
Yine Nadja’ya geliyorsun.
Nadja’da şöyle bir soru var: “Bana arkadaşını
söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim?”
Bu bir atasözü değil mi?
Ama romanda da var ve bir felsefi soru olarak
karşımıza çıkıyor. Hadi söyle, arkadaşın kim?
Sen?
Ben miyim?
Evet.
Ben, sana kim olduğunu söylemek için kendimden
mi yola çıkacağım? Başka birisini söyle, bu hiç adil değil.
Kendimin bana bildirilmesi hoşuma gitmez.
Bir roman sadece roman değildir. Ama
romancılarımızın büyük bir kısmı bunun farkında değil. Edebiyatın olanaklarının
yeterince farkında değiller. Sadece Beckett okuması yaparak nerelere varabileceğimizi
tahmin bile edemezsin.
Senin böyle dönemlerin oluyor. Her dönem,
kafayı birisine takıyorsun. Daha önce de Kafka’ya takmıştın. Kafka üzerinden
bir şeyleri okumaya kalkmıştın.
Senin bu benim bir şeylere takıyor olmana
takmana şaşırdım doğrusu. Üstelik Nadja’yı ilk ortaya atan da sendin. Ama bu
tür okumalara bugün Türkçemizde çok ihtiyaç var. Neredeyse bakir bir alan.
Kafka üzerine bir yazı yazılınca sadece Kafka anlatılıyor. Kafka üzerinden
başka okumalara yönelmiyor yazarlarımız.
Zaten Kafka da sadece kendisinden yola çıkarak
o romanları yazmamıştı.
Edebiyatımızın bu kısır dönemini ancak bu tür
şeylerle aşabiliriz.
Sadece edebiyatımızı değil. Mesela anarşizm,
bir türlü bu diyaloğu kendi içinde oluşturamıyor bu topraklarda. Aslında doğası
gereği diyaloğa yatkın bir ‘oluş’u var.
Sanırım herkes şaşkın bu dönemde. Bir de
üstüne milliyetçiliğin yükselmesi ve sürekli bir gündem bombardımanı buna
eklenince herkesin nerede, nasıl duracağı, ne yapacağı karışıyor biraz.
Bu karışıklık, yeterince teori üretilememesinden
ileri geliyor. Bir refleks gibi eski düşünce alışkanlıklarına sarıldı insanlar.
Ama sarıldıkları şey, bir boşluk olduğu için, kolayca birilerinin kucağına
düşebiliyorlar.
Aslında böyle dönemler, herkesin kendisini
kolayca ele verebildiği dönemler. Düne kadar solcu diye bildiğimiz kişilerin,
bugün aslında birer milliyetçi damara sahip olduklarını, dertlerinin başka
olduğunu anlamış oluyoruz. Mesela çeşitli köşe yazarlarımız ve şairlerimiz
kendilerini çok iyi açık ettiler son dönemde. Ya da Ferda Keskin ve Bülent
Somay, Foucault hakkında Birgün’de yazı dizisi hazırlamadan evvel, onların neye
benzediğini çok iyi anlamamış ve bazı davranışlarına da daha önce anlam
verememiştik. Herkes, söz aldığı noktada, bir şeylerin arkasına gizlenmeden konuştuğu
nokta da kendisini ele verip manzarayı netleştirecektir diye düşünüyorum. Bizim
yapmamız gereken, diyalogları çoğaltıp maskeleri düşürmek. Ama maske düşünce,
maskesi düşen kişi de kendisiyle hesaplaşmak zorunda kalır, düşüren de.
Diyaloğun doğasında bu var.
Dergiler, kitaplar bu diyalog için varlar.
Öyle. Durdurulamayan diyaloglar...
Bizim de bu diyaloğumuzun sonu gelmeyecek
anlaşılan.
Bu diyalogları yazarak, başkalarıyla da
diyaloğa girmemize neden oluyoruz. Durdurulamayan ve çoğalan diyaloglar...
Hiçbir şeyi etraflıca konuşamadık daha. Daldan
dala atlayıp duruyorsun.
Sana öyle geliyor. Dolaştığımız dalların tümü
aynı ağaca ait. Ama başka ağaçlara da sıçrayabilsek daha iyi olurdu, dallarımız
artardı.
Bülent Usta (Siyahî dergisi, Sayı: 9, 2007)
Bülent Usta (Siyahî dergisi, Sayı: 9, 2007)