DURDURULAMAYAN DİYALOG

Posted: 30 Kasım 2012 Cuma by bülent usta in
0

Beckett’ın varlığına inanmadığı bir şeydir bilinen anlamda diyalog. Bilinen anlamda diyalog, aslında bir tür monolog gibidir, sonlu ve karşılıklılığa dayanan. Beckett’ın karakterleri ise, birisiyle konuşurken de kendisiyle konuşur gibidir ve kendisiyle konuşurken de birisiyle konuşur gibidir ve üstelik hiçbir zaman diyalektik olarak gelişmezler. Beckett, durdurulamayan diyaloglar yazmıştır. Nereye, nasıl varacağı belli olmayan, okurken ucunu kimsenin kestiremeyeceği diyaloglar. Bu anlamda Aristocu retoriğe dayalı diyaloğun samimiyetsiz hallerini tercih etmez Beckett. O, bir Gadamerci gibi diyaloğun ‘verstehen’ (anlama) ve ‘andersverstehen’ (farklı olarak anlama), diyaloğun farklılıkların ve farklı olmayanların ayırdına varma işine yaradığını inanır. Bu anlamda edebiyatçılar, felsefeciler, siyasetçiler bana göre monologçular ve diyalogçular diye ayrılabilir. Monologçular, didaktik ve dayatmacıyken, Heidegger’in öğrencisi Gadamer’in öne sürdüğü anlamda diyalogçular ise, özgürlükçü, arayış halinde, öğretirken öğrenen, öğrenirken öğreten, ötekilerle iletişime geçerek ‘oluş’unu hazırlama sürecine giren kişilerdir. Ve bugün edebiyatımızda, siyaset dünyamızda ve yaşamın diğer bütün alanlarında eksikliğini duyduğum şey bu.

Sen şimdi bunları söyledin ya, Breton’un Nadja adlı romanında Nadja’nın oynadığı oyun aklıma geldi.

Nasıl bir oyunmuş o?

Kendi kendisiyle şöyle bir diyaloğa girer: "Bir oyun: Bir şey söyle. Gözlerini kapat ve bir şey söyle . Ne olursa olsun, bir sayı, bir insan ismi. Aynen böyle (gözlerini kapatıyor): İki, iki ne? İki kadın. Nasıl bu kadınlar? Karalar içinde. Neredeler? Bir parkta... Peki ne yapıyorlar? Çok kolay canım, niçin oynamak istemiyorsun? Bense, yalnız olduğum zaman kendi kendimle böyle konuşurum işte, türlü türlü hikayeler anlatırım kendi kendime. Üstelik bomboş saçma sapan hikayeler de değil: Hatta denebilir ki, tamamı tamamına bu biçimde yaşıyorum ben."

Bunun bir monolog olduğunu kim söyleyebilir ki? Baksana, bir şey söyle diyor kendisine ve o da gözlerini kapatıp “iki” diyor, iki kadın. Yani kendisi ama iki. Diyalogun “dia”sı da iki anlamına gelmiyor mu? Ama şöyle olsaydı bir monolog olurdu: “Bir oyun oyna şimdi. Gözlerini kapat ve şunu söyle, bunu yap...”

Bir de diyaloğun ‘oluş’ haliyle ilişkisine bak Nadja’daki: “Kendimde gördüğüm her türlü beğeninin, kendimde hissettiğim eğilimlerin ve yakınlıkların, maruz kaldığım cazibelerin, başımdan geçen ve yalnızca benim başıma gelen olayların ötesinde, kendimi yaparken seyrettiğim bir sürü hareketin, yalnızca ve yalnızca benim hissettiğim heyecanların ötesinde, diğer insanlar karşısında, beni onlardan ayıran şeyin nerden kaynaklandığını değilse de, neden ibaret olduğunu öğrenmeye çaba gösteriyorum. Bu dünyaya, tüm diğer insanlar arasında ne yapmaya geldiğimi, alınyazıma yanıt verebilecek, yalnızca bana özgü, ne mene bir mesajın taşıyıcısı olduğumu gözler önüne serebilmem, bu farklılığın ne ölçüde bilincinde olduğuma bağlı değil midir?”

Diyalog, bir oluş şeklidir bence de ve bir kere başlayınca da durdurulamaz. Nasıl ki ‘oluş’ hiç bitmeyecek bir süreçse.

Sanatçı, bir diyalogçudur. Durmaksızın diyalog halindedir. Bugün, sanatın sadece beğeniye hitap eden ve estetiği yücelterek diyaloğu dışarıda bırakan halleri, Hegel’in ‘sanatın sonu’ tezini haklı çıkartıyor.

Ama hangi sanatın? Salt beğeniye hitap eden monologçu sanatın. Hani TRT 2’de sürekli kendi kendisiyle konuşan bir şair var. O da durdurulamayan bir monolog halinde sanatını icra ediyor. Bir sürü güzel şiiri var ama hep monolog. Hegel bile, kendisi de bir monologçu olduğu halde bunun sanatın sonunu getireceğini görmüş.

1 Mayıs alanlarında görüyorum ben bunu. Solcularımız monolog halinde slogan atıyor. Stadyumlar bile daha çok diyaloğa açık. Karşı tiribünden bir slogan gelince, o slogana bir cevap verilebiliyor.

Şimdi kızdıracaksın yine birilerini.

Başkalarının bana kızmasının bir önemi yok. En çok kendime kızmaktan korkarım ben.

Kendine kızmak, kendinle bir diyalog halinde olduğunun kanıtıdır bence.

Sıkıldım ben bu diyalog hallerinden. Bir şeye takınca tam takıyorsun kafayı.

Romancı olduğum içindir belki bu takma hali. Kafayı bir şeylere takmazsan olmaz.

Romancılar takıntılı kişilikler midir demek istiyorsun?

Belki de sanatçılar demeliyiz.

Felsefeciler...

Onlar da öyle.

Diyalog dışında neye taktın kafayı bu aralar?

Aslında bir sürü taktığım şey var. Ama bugünlerde acayip şeyler yaşıyoruz bu topraklarda.

Hangi günümüz acayip olmadı ki? En son Ankara’nın göbeğinde bir canlı bomba patlamış. Altı kişi ölmüş, seksen civarında da yaralı varmış.

“Altı kişi ölü, seksen yaralı” dedin ya. Şimdi de kafayı buna taktım. Ölümlerin sayılarla aktarılması sana hiç bunaltıcı, acı, delirtici, isyan ettirici gelmiyor mu? Haber bültenlerinde ne kadar çok sayı var fark ettin mi? Irak’ta ölenler ya da trafik kazasında ölenleri tarif eden rakamlar, yükselen ya da alçalan borsanın rakamlarından farklı bir şekilde söylenmeli bence. Biri ölümleri, diğeri…

Senin bu duygusallığın beni öldürüyor. Taktığın şeye bak şimdi.

Irak’ta her gün yüzlerce kişi ölüyor. Ve biz bunun için yüz kişi öldü diyoruz. O yüz kişinin yaşamını ve ölümünü kısaltıyoruz. Her şeyi kısaltıp, küçültüp hızlandırıyoruz. Çünkü o haberin ardından bilmem nerede trafik kazasında 12 kişinin öldüğünü, Filistin’de Filistinlilerin kendi aralarındaki çatışmada 56 kişinin öldüğünün de söylenmesi gerekiyor haber bülteninde.

Ne yapsınlar. O yüz kişinin tek tek adlarını mı okusunlar?

En azından bunu yapabilirler. Sadece adlarını okumaları bile önemli bir adım olur.

Kimse dinlemez ölenlerin isimlerini, hemen kanal değiştirirler.

ABD’de savaş karşıtları bir eylem yapmıştı. Irak’ta ölen her askeri temsil eden bir çift postal koyuyorlardı eylem alanına. Bir süre sonra o kadar çok postal birikmişti ki… Ölenlerin çokluğunu ve yokluğunu görünür kılmıştı bu eylem.

Hız dedin de... Bir kitabı hızlı okuma tekniğiyle okur gibi kendi hayatlarını yaşamaya başladı insanlar. Bu yüzden üstünkörü, yüzeysel gidiyor her şey. Dün, neredeyse bir sene gibi gelecek insanlara. Şunun şurasında Hrant Dink öleli ne kadar oluyor? Hemen unuttuk, eskidi o olay. Ardından Malatya katliamı…

Sadece katliam değil, işkenceli katliam.

Evet ya, işkence ederek öldürmüşler. Zaten bunu duyunca insan bir kere daha irkiliyor. Malatya katliamını da unuttuk. Birkaç gün gazeteler manşetten verdi haberi, sonra hemen ardından cumhurbaşkanlığı seçimi, askeri darbe tehdidi… Sonra onlar da eskidi. Şimdi seçime kilitlenmiş bir toplum var.

Toplum mu kilitlenmiş seçime?

Öyle olmasa bile, kilitlenmiş havası estiriliyor. Sahi, toplum nereye kilitlenmiş durumda?

Cumhuriyet mitingleri, her şeyin üzerini örttü sanki.

Dedim ya, Hrant Dink cinayetini hemen unuttuk. O zaman da yüz binler sokağa çıkmıştı. Ve bu birden bire olmuştu sanki. Yeter ulan! deyip sokağa dökülmüştü insanlar.

Sorgun’da elleriyle kurt işareti yapanlar ayaklanıp beş evi ateşe vermiş. Emniyet, evler yandıktan sonra takviye kuvvetlerle bastırmış kalabalığı.

Önce linç etmek istemişler birisini. Vali öyle söylüyor. Bu linç olayı da enteresan bir noktaya geldi.

Hem de ne enteresan. Adeta meşru bir topluluk davranışı haline dönüştürüldü. “Siz oturun, ben bir linç edip geleceğim kahvehaneye” havasında yaşanıyor neredeyse.

İstanbul Emniyet Müdürü’nün linç olaylarından sonra neler söylediğini hatırlatmama gerek yok herhalde.

Ya bakanın, valinin söyledikleri…

Çok acayip günler yaşıyoruz.

Ne zaman acayip olmadı ki bu topraklarda hayat? Mesela Kanlı 1 Mayıs’ı düşün.

Kanlı 1 Mayıs deyince aklıma nedense İntercontinental Oteli geliyor. O otelin alana bakan pencereleri…

Katliamın 30. yılında, ölenleri anma ve işçi bayramını eskiden olduğu gibi Taksim’de kutlamak isteyen DİSK ve diğer katılımcıları polis evire çevire dövdü.

Bir tür intikam... Hrant Dink’in cenazesinde yürüyenlerin bir kısmı oradaydı. “Hepimiz Ermeniyiz” diyenleri toplu halde yakalamışlardı. Sırf intikamdı. Çünkü İstanbul’un sokaklarında hepimiz Ermeniyiz diye bağıran yüz binleri görmek onları çok korkutmuş ve inanılmaz derecede utandırmıştı. Belki de bu ülkenin tarihinde benzeri görülmemiş çok ama çok acayip bir eylemdi. Bir sloganla kaç şeyin birden hedef alındığını tahmin bile edemezsin. 23 Ocak 2007 Salı günü, bana göre bir milattır. Bu miladın önemini ne solcularımız, ne de o eyleme (cenazeye) katılanlar henüz yeterince idrak edemedi. Anarşistlerin o günü durmaksızın hatırlatması gerekiyor bence. Sanatçılarımızın 23 Ocak temalı eserler üretmesi bir zorunluluk olarak kendisini dayatmalı. Hatta her 23 Ocak’ta o eylem tekrarlanmalı belki de. Buluşup içi boş bir tabutu “Hepimiz Ermeniyiz” sloganıyla aynı yerden alıp götürmeliyiz.

Sanatçılar başka işlerle meşgul. Radikalart gibi şeyler yapıyorlar. Neden Hrant Dink? Bence herkes bu soruyu sormalı. Hatta durmaksızın sormalıyız. Neden bir kurban olarak Hrant Dink ve neden Hrant Dink’in cenazesinde o kalabalık buluştu?

Çünkü o safların saflığını kirletendi. Çünkü o bir parrhesiasist’ti. Çünkü o, bir monologçu değil, diyalogçuydu. Doğru mu söyledim?

Daha çok doğru söylemeyiz. Bu arada pencereden asker uğurlama şenliklerinin sesleri geliyor. “En büyük asker, bizim asker!” Sanki biraz daha yüksek sesle söylenir oldu bu slogan son günlerde.

Hiç sorma. Bu canlı bomba hadisesi de iyi olmadı.

Hem de hiç iyi olmadı. Genelkurmay Başkanı, bu canlı bomba hadiselerinin artarak süreceğini söyledi.

O söylediyse kesin artacak.

İslamcı bir yazar, bunun göz yumulmuş bir eylem olabileceğini andıran bir şeyler söyledi, yazdı.

Tehkileli konular bunlar. Hatta canlı bombadan bile tehlikeli.

Bakıyorum korktun.

Nokta dergisini anımsıyorum böyle şeyler düşününce.

Bir insan, neden canlı bomba olur? Genelkurmay’da bunun üzerine sempozyum düzenlenmiş. Keşke katılıp izleyebilseydik.

Bir insanın canlı bombaya dönüşmesini hazırlayan nedenler çok. Üstelik bu nedenler, sadece örgütün hazırladığı bir şey de değil. Bir süreç... 90’ları bir düşün.

Sen de işkence görmüştün değil mi o yıllarda?

Bir insanı, canlı bombaya dönüştüren bir sürü etken var. Çok korkunç...
Umarız çoğalmaz canlı bombalar. Terörün sadece iktidarların kendi meşruluğunu sağlamlaştırdığını artık herkesin görmesi gerekiyor.

Canlı bombalar, sadece örgüt mensuplarından da ibaret değil. Herkes birer canlı bombaya dönüşmüş durumda. Geçen gün otobüste yer meselesi yüzünden bir adam bir kadına yumruk attı. Adam, o kadar öfkeliydi ki, belinde silahı olsa kesin ateşlerdi. Kadının üzerinde de bomba olsaydı, kesin fünyeyi çeker ve otobüsü havaya uçururdu.

Öyle ya. Malatya katliamını yapanları düşün. Adamları sandalyeye bağlayıp işkence ederek öldürmüşler. Hem de tanımadıkları, sadece misyoner olduklarını düşündükleri kişileri, vatan-millet adına kesmişler.

Sürekli olarak Malatya katliamını hatırlatıyorsun.

Bence hiç unutmamalıyız. Faşizmin neye benzediğini gösteren çok sıcak bir örnek.

Nerden siyasete geldik şimdi. Tekrar diyalog ve romanlar meselesine dönelim acilen.

Herbert Read’in “Şiir ve Anarşizm” yazısını okudum yenilerde. Şiirden bahsedeceğini zannediyordum ama sadece neden anarşist olduğunu ve olunması gerektiğini yazmış bu başlık altında. Bence müthiş.

Ne demek istediğini anlamadım.

Yani şiir üzerine örnek bir yazı bence. Şiirden bahsetmeyen şiir yazıları, romandan bahsetmeyen roman yazıları yazılmalı. Ama öyle bir yazılmalı ki, bahsetmeden de bahsetmiş olsun.

Yine anlamadım ne demek istediğini ama, nerede okudun bu yazıyı.

Versus’tan çıkan, Robert Graham’ın hazırladığı Anarşizm adlı kitaptan.

O bir seçki. Yazının tamamı değildir belki o.

Olsun. Bana böyle bir fikir verdi işte.

Ben de Tesmeralsekdiz diye bir dergiyi karıştırdım. Sokak sanatından ve Deleuze’ün sinema teorilerinden bahseden. Sokak sanatı dosyası güzel olmuş da, Deleuze ve sinema dosyası çok zayıf kalmış. Keşke birileri artık Deleuze’ün şu sinemayla ilgili kitaplarını bassa da ortalık şenlense biraz.

Bazen bir hayalin içinde yaşadığımızı düşünüyorum.

Hayalin mi?

Evet. Hayalin.

Yine dönüp dolaşıp Nadja’ya gelmeyeceksin değil mi? Nadja bir hayal mi diye sormayacaksın.

Bence bir hayalin içinde yaşamakta bir kötülük yok. Önemli olan nasıl bir hayal, nasıl bir imgenin peşinde koştuğumuz?

Yine Nadja’ya geliyorsun.

Nadja’da şöyle bir soru var: “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim?”

Bu bir atasözü değil mi?

Ama romanda da var ve bir felsefi soru olarak karşımıza çıkıyor. Hadi söyle, arkadaşın kim?

Sen?

Ben miyim?

Evet.

Ben, sana kim olduğunu söylemek için kendimden mi yola çıkacağım? Başka birisini söyle, bu hiç adil değil.

Kendimin bana bildirilmesi hoşuma gitmez.

Bir roman sadece roman değildir. Ama romancılarımızın büyük bir kısmı bunun farkında değil. Edebiyatın olanaklarının yeterince farkında değiller. Sadece Beckett okuması yaparak nerelere varabileceğimizi tahmin bile edemezsin.

Senin böyle dönemlerin oluyor. Her dönem, kafayı birisine takıyorsun. Daha önce de Kafka’ya takmıştın. Kafka üzerinden bir şeyleri okumaya kalkmıştın.

Senin bu benim bir şeylere takıyor olmana takmana şaşırdım doğrusu. Üstelik Nadja’yı ilk ortaya atan da sendin. Ama bu tür okumalara bugün Türkçemizde çok ihtiyaç var. Neredeyse bakir bir alan. Kafka üzerine bir yazı yazılınca sadece Kafka anlatılıyor. Kafka üzerinden başka okumalara yönelmiyor yazarlarımız.

Zaten Kafka da sadece kendisinden yola çıkarak o romanları yazmamıştı.

Edebiyatımızın bu kısır dönemini ancak bu tür şeylerle aşabiliriz.

Sadece edebiyatımızı değil. Mesela anarşizm, bir türlü bu diyaloğu kendi içinde oluşturamıyor bu topraklarda. Aslında doğası gereği diyaloğa yatkın bir ‘oluş’u var.

Sanırım herkes şaşkın bu dönemde. Bir de üstüne milliyetçiliğin yükselmesi ve sürekli bir gündem bombardımanı buna eklenince herkesin nerede, nasıl duracağı, ne yapacağı karışıyor biraz.

Bu karışıklık, yeterince teori üretilememesinden ileri geliyor. Bir refleks gibi eski düşünce alışkanlıklarına sarıldı insanlar. Ama sarıldıkları şey, bir boşluk olduğu için, kolayca birilerinin kucağına düşebiliyorlar. 

Aslında böyle dönemler, herkesin kendisini kolayca ele verebildiği dönemler. Düne kadar solcu diye bildiğimiz kişilerin, bugün aslında birer milliyetçi damara sahip olduklarını, dertlerinin başka olduğunu anlamış oluyoruz. Mesela çeşitli köşe yazarlarımız ve şairlerimiz kendilerini çok iyi açık ettiler son dönemde. Ya da Ferda Keskin ve Bülent Somay, Foucault hakkında Birgün’de yazı dizisi hazırlamadan evvel, onların neye benzediğini çok iyi anlamamış ve bazı davranışlarına da daha önce anlam verememiştik. Herkes, söz aldığı noktada, bir şeylerin arkasına gizlenmeden konuştuğu nokta da kendisini ele verip manzarayı netleştirecektir diye düşünüyorum. Bizim yapmamız gereken, diyalogları çoğaltıp maskeleri düşürmek. Ama maske düşünce, maskesi düşen kişi de kendisiyle hesaplaşmak zorunda kalır, düşüren de.

Diyaloğun doğasında bu var.

Dergiler, kitaplar bu diyalog için varlar.

Öyle. Durdurulamayan diyaloglar...

Bizim de bu diyaloğumuzun sonu gelmeyecek anlaşılan.

Bu diyalogları yazarak, başkalarıyla da diyaloğa girmemize neden oluyoruz. Durdurulamayan ve çoğalan diyaloglar...

Hiçbir şeyi etraflıca konuşamadık daha. Daldan dala atlayıp duruyorsun.

Sana öyle geliyor. Dolaştığımız dalların tümü aynı ağaca ait. Ama başka ağaçlara da sıçrayabilsek daha iyi olurdu, dallarımız artardı.

Bülent Usta (Siyahî dergisi, Sayı: 9, 2007)

0 yorum: