KIŞKIRTICI SANAT

Posted: 25 Mayıs 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Lars von Trier’in Nazi olduğunu açıkladığı sahne, hafızalardan kolay kolay silinecek gibi değil. Trier, belki skandal yaratmak için yaptı bunu, belki yorumcuların bahsettiği gibi megalomanlığından, belki de önce bir tepki olarak başlayan Nazilere ilgisi faşizme dönüştü zamanla, kim bilir...

“Hitler’i anlıyorum” gibi, sokakta sıradan faşistlerin ağzından duymaya çok alıştığımız klişe ve ırkçı bir sözü, bir sanatçıdan işitmeyi hoş gösterecek bir gerekçe olamayacağı gibi, Trier’i tüm bu olup bitene rağmen sıradan bir faşist olarak damgalamak da zor gözüküyor. Daha küçük bir çocukken atom bombasından çok korktuğu için, her gece uyumadan önce dünyayı kurtaracağını düşündüğü bazı törensel hareketler yapan, otuzlu yaşlarına kadar kendisini Yahudi sanarak yaşamış, komünist annesinden etkilenerek “Danimarka Komünist Gençlik Partisi’ne üye olmuş, “Dalgaları Aşmak”, “Karanlıkta Dans”, “Dogville” gibi akıllardan kolay kolay çıkmayacak filmlere imza atmış birisinden bahsediyoruz çünkü. Otuz üç yaşına geldiği zaman, ölüm döşeğindeki annesinden babasının Yahudi değil, bir Alman olduğunu öğreniyor. Bütün hayatının bir yalan üzerine kurulu olduğunu düşünerek ciddi bir travma yaşıyor Lars von Trier. Yahudi kimliği sayesinde, modern sanatta özlemini çektiği acıya ve tarihsel bilince kavuştuğuna inanan birisi için, üstesinden gelmekte zorlanacağı ağır bir travma...

Agora Kitaplığı’ndan 2005’te, Begüm Kovulmaz çevirisiyle Jack Stevenson’ın “Lars von Trier” biyografisi çıkmıştı. Yaşanan skandaldan sonra, yeniden o kitaba göz atma ihtiyacı duydum. Trier, Danimarkalı bir sinemacı ve Danimarka, komünistlerin öncülük ettiği bazı direniş hareketlerinin varlığına rağmen Hitler Almanya’sına fazlaca sorun çıkarmadan teslim olmuş bir ülke. Savaş bittikten sonra, Nazi karşıtlığı, neredeyse milli bir tabu haline geliyor Danimarka’da. Bırakın Nazilerden bahsetmeyi, Alman ekspresyonizmini beğenmek bile dışlanmanıza neden olabiliyor o günlerde. Trier, böylesine baskın bir atmosferde büyüyor ve o baskın atmosfere rağmen Alman kültürü ve tarihinin tüm aşırılıklarına inadına ilgi gösteriyor. Onun bu ilgisi, Stevenson’ın hazırladığı biyografinin verdiği izlenime göre, bir tür tepki. Nazilerden bahsetmenin tiksinilen ya da utanılan bir şey olarak üzerinin örtülmeye çalışılması, Trier’e göre derin bir suçluluk hissinin yansıması çünkü... Bu yüzden daha ilk filmlerinden itibaren, iyilik-kötülük-masumiyet gibi temalara ilgi gösteren bir sanatçı olarak, bu suçluluk hissinin üzerine kışkırtıcı bir biçimde gidiyor ve savaş sonrası Avrupa sinemasında ilk defa bir Nazi’nin olumsuz olarak gösterilmediği “Rahatlama Görüntüleri” filmini çekiyor. Özellikle filmde Danimarkalıların bağımsızlığa kavuştukları zaman Nazilerle işbirliği yapanlara yönelik şiddet gösterilerinin yer aldığı sahneler, tepkilere neden oluyor. Trier’e göre, “Bağımsızlık Günü”, “Hüküm Günü”ne dönüşmüş, pasif işbirlikçiler birden vatanperver kesilip sağa sola saldırarak Nazi düşmanlığı yarışına girişmişlerdir. Naziler, sanki uzaydan gelip bunca kötülüğü yapmış gibi bir hava estiriliyor. Zamanında Kenan Evren’in elini öpüp “Allah sizi başımızdan eksik etmesin” diyen sanatçılarımızın, politikacılarımızın, gazetecilerimizin, bugün hep bir ağızdan 12 Eylül’e lanet okuması gibi... Ya da Ahmet Kaya’ya çatal bıçak fırlatılırken ses çıkartmayanların birden Kürt sorununa sahip çıkıp rant peşinde koşması gibi... Avrupa’nın, Nazi geçmişiyle tam anlamıyla yüzleşebilmesi henüz gerçekleşebilmiş değil. Belki Trier gibi kışkırtıcı sanatçıların çoğalması gerek, bu yüzleşmenin sağlıklı yaşanabilmesi için.

Benim üzerinde durmak istediğim asıl mesele, sanatçının toplumsal kabullerle ilişkisinin nasıl olması gerektiği... Stevenson’ın kitabında yer alan Trier’in şu sözlerini bir yere not etmeli: “Sinemamızın üslubu o kadar ince ve sevimli ki kimseyi rahatsız etmesi mümkün değil. Bütün öyküler zararsız bir üslupla çekilmiş, hep zararsız öyküler. Sadece herkesin hemfikir olduğu konular hakkında filmler çekiliyor.”

Trier’in yakınmasında bir doğruluk payı var gibi geliyor bana. Bu sözleri, kendi sanat ve edebiyat ortamımız için de söyleyebiliriz. Bizde “aşırılık” diye sunulan şeyler, daha çok “beat kuşağı”nın taklidi karikatürleşmiş figürlerin kendini tekrarlayan, ergen isyankârlığından ileriye gidemeyen üretimlerinden başka bir şey değil. Farklı şeyler yapmak isteyen sanatçılarımız yok mu? Elbette var. Özellikle güncel sanat pratiği içinde, belki de kamuoyunun merakını yeterince cezbetmediği için kışkırtıcı üretimlere rastlamak mümkün. Ama edebiyat ya da sinema gibi kontrolün elden bırakılmadığı alanlarda, rahatsız edici olmayı göze alacak sanatçılara pek rastlayamıyoruz. Çünkü kamuoyu görüşüne tek başına karşı çıkmanın riski bizde oldukça ağır ve bu riski göze alanlar da kolayca manipüle edilebiliyor

Galerilerin basılıp sanatçıların dayak yediği, heykellerin yıkıldığı, Guillaume Apollinaire ya da William S. Burroughs gibi artık klasikleşmiş yazarların, resmi makamlarca Türk toplumunun ahlak yapısına göre yargılandığı bir ülkede, sanatçıların ortak algıya hitap eden, fazlasıyla temkinli ve hesapçı bir dili tercih etmek zorunda kalması, Türkiye’de sanatın geleceğini de derinden etkiliyor. Ele aldığı meselenin sertliğine uygun olarak, “Press” filmi daha farklı çekilemez miydi mesela?

Aslında “ortak algı”yı üreten kamuoyu denilen şeyin de, televizyon, okullar, basın, üniversiteler ve dini kurumlar aracılığıyla egemen güçler tarafından üretildiğini unutuyoruz genellikle. Bağımsız bir çoğunluk olmadığı için, çoğunluğun seçtiği yönetim de, verdiği kararlar da, sanat beğenisi de bağımsız olamıyor. Sanatın özgürlüğü, çoğunluğun özgürlüğüne bağlı olduğu için de, çözümü sadece sanatın içinde aramak imkânsız hale geliyor. İşte bu yüzden, Kürt sorunu da, yoksulluk da, faili meçhul cinayetler de, basın özgürlüğü de sadece siyasetin değil, sanatın başat sorunu haline geliyor. Max Frisch’in “Günlükler”inde bahsettiği gibi, kamuoyunun baskın olduğu yerlerde dalkavukların çoğalması ve çok olduğunun farkında olan dalkavukların artık dalkavukluğu bırakıp saldırganlaşması, linç kültürünün yaygınlaşmasıyla sonuçlanıyor. Kısacası, sanatın geleceği, dalkavukluk ile kışkırtıcılık arasındaki yol ayrımında belirecek. Ama bu yol ayrımı, hayata düşman olan ile hayatı savunan sanat arasında yaşanacak.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 25 Mayıs 2011)

GERİ GERİ YÜRÜRKEN

Posted: by bülent usta in
0

Önümüzdeki bir noktaya bakarak geri geri yürüyoruz. Cenazeler geçiyor yanımızdan. Ağıtlar duyuyoruz, dağlardan şehirlere inen sisin içinde. Geri geri yürüdükçe kim olduğumuzu unutuyor, rüzgârda uçuşan bir tüy gibi hafifliyoruz. Ama şunu hatırlamakta fayda var: “Tarih, hiçbir zaman durmaz!”

Hava günlük güneşlik olsa da, görünmez bir sis, her yeri ıssızlaştırarak karartmaya devam ediyor aslında. Başkaları yakınınızda olsa bile, sisin içerisinde onları göremediğiniz için gerçekte yokmuşlar gibi geliyor. Yüzlerce kişinin dağlarda cenazelerini aradığını göremiyoruz mesela? O sise polis ve asker cenazelerinden yayılan sis de eklenince, göz gözü görmüyor artık. Birbirini dinleyecek mecali ve tahammülü olmayanlar, kendilerini kuşatan siyasetsizlik iklimine uyum sağlayarak, ezberledikleri fikirlerin kendilerine ait olduklarını sanıp dua eder gibi tekrarlayıp duruyorlar aynı şeyleri. Zaten ezberlenmiş ya da ezberletilmiş fikirler değil mi, bizleri geri geri yürüten?

Pınar Öğünç, Radikal gazetesindeki köşesinde, Dicle Üniversitesi’nde yapılan sınavdaki bir sorudan yola çıkarak, o soruyu soran akademisyenle telefon görüşmesini yayımladı geçenlerde. Ermeni meselesiyle ilgili resmi bakışı öğrencilerine ezberletmeyi kendine görev edinen akademisyen, Ermenilerin hainliklerinden bahseden o bildik ezberi tekrarlayıp duruyordu konuşmasında: “Hakikati geçtik diyelim, devlet bu konuda böyle diyorsa böyledir yani. Başbakanımız da diyor, gelsin bütün dünya tarihçileri bir komisyon oluşturalım, herkes elindeki belgeyi ortaya koysun. Gelmiyorlar. Demek bu bir hakikat. Bizim milletimiz soykırım yapmamıştır. Asıl hainlik eden Ermenilerdir.” “Hakikati geçtik” ya da “devlet bu konuda böyle diyorsa böyledir” diyen bir akademisyenin zihninden dünyaya bakınca, geri geri yürüdüğümüzü fark etmemesi anlaşılır bir şey.

Kimsenin “ortak akıl” gibi bir derdi olmaması, her şeyin retorikle manipüle edilebilir hale gelmesi ve “iç savaş” stratejilerine uygun söylem geliştirmenin bu kadar revaçta olması, pencereden dışarı çıkmak isteyen sineğin inatla cama toslamasına benziyor. Kimse, pencereyi açmayacağı için, sineğin cama toslamaktan vazgeçip çareler düşünmesinden başka bir şansı yok. İşte o çareler, siyaset yapmayı yeniden öğrenmemizle belirecek hayatımızda. Her ne kadar, bütün pencereleri sıkı sıkıya kapalı parlamentonun havalandırma deliğinden içeriye sızmaya çalışanlar olsa da, siyasetin bizim toplum olma becerimizle ve dayanışma güdülerimizle güçleneceği açık.

12 Eylül, en büyük kötülüğü, siyaset düşmanlığını bir devlet politikasına dönüştürerek yapmamış mıydı? Duvara “barış” yazdığı için çocuklara işkence yapılırken, istenen şey, halkın siyasetten soğutulmasından başka bir şey değildi. Anne-babalar, çocuklarını üniversiteye gönderirken siyasetten uzak durmaları için kırk kere tembihler, ideolojik damgası yemiş her şeyden köşe bucak kaçar hale getiriliyordu. Biber gazıyla ve copla terbiye edilmeye çalışılan bir toplumda, siyaset sadece bireysel menfaatler alanına dönüştürüldü. Toplum olma becerimiz, yani örgütlenme kabiliyetimiz felce uğrayınca, parçalanmış kimlikler içine sıkışıp “ortak akıl” üretmekten aciz bir konuma getirilmemiz, muhafazakârlığın yükselmesini de peşinden getirdi. Doğan Kitap’tan çıkan Riaz Hassan’ın “Müslüman Zihinler” kitabı, bu açıdan önemli veriler sunuyor. Türkiye’yi diğer Müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelerle karşılaştıran bu bilimsel çalışmada, henüz durumumuz Pakistan’a benzemese de, “Allah inancına dayalı olmayan herhangi bir devlet kusurlu olacaktır” şıkkına “kesin” bir katılım gösteriyor araştırmaya katılan kişiler.

Matt Ridley’in YKY’nin “Cogito” dizisinden Erhun Yücesoy çevirisiyle çıkan “Erdemin Kökenleri” adlı kitabını okuyorum bu aralar. Kitap, ünlü anarşistlerden Kropotkin’in Saint Petersburg’taki yüksek güvenlikli bir cezaevinden kaçırılışıyla başlıyor. Yazara göre, olağanüstü bir dayanışma ve özveriyle gerçekleştirilen bu kaçış planı, Kropotkin’in yardımlaşma ve dayanışmanın insanın özünde var olduğuna dair kanısını güçlendiriyor. Kropotkin, bencilliğin hayvanlardan, erdemliliğin ise medeniyetten kaynaklandığına her daim karşı çıkmış bir filozof. Yaşamın bencil varlıklar arasında sürüp giden acımasız bir mücadele olduğuna dair o yaygın kapitalist ve devletçi propagandaya karşı, dayanışmanın hayvani dürtüler kadar eski ve güçlü bir gelenek olduğunu, biyolojik verilerden faydalanarak ispatlayan eserler vermişti. Aslında insanın doğasına dair tartışmalar çok eskilere, Antik Yunan’a kadar uzanan derin bir mesele. Hatta insanın bir “doğa”sı olup olmadığı da çokça tartışıldı bugüne kadar. Ridley’e göre, aradan yüzyıl geçmesine rağmen Kropotkin’in tespitleri, büyük oranda geçerliliğini koruyor. Çünkü, Kropotkin’e göre toplum, “onu bilinçli olarak icat ettiğimiz için değil, evrim geçirmiş eğilimlerimizin kadim bir ürünü olduğu için işlerlik kazanır.”

Biyolojiden bahsedince, Metis Yayınları’nın David Sloan Wilson’ın “Herkes İçin Evrim” adlı kitabını yayımladığını da haber verelim. Darwin’in “Evrim Teorisi”ni benimseyen bir akademisyenin gözünden “hakikati geçmeksizin”, hatta “hakikati” mesele hale getirerek, Matt Ridley gibi, toplumsal dayanışma dahil pek çok meseleyi, “Evrim Teorisi” içinden ele alıyor kitabında Wilson. Ve bunu, günlük tutar gibi samimi bir dille, kendi yaşamındaki örnekler üzerinden gerçekleştiriyor. Wilson’ın yakındığı önemli bir şey var: “Halkın geneli, biliminsanlarının üstünlüğünü doğrularcasına adeta her geçen gün daha da aptallaşıyor.” Bu aptallaşmanın nedeni olarak da, insanın zihnini körelten işlerde çalışmak zorunda kalmasına ve boş zamanlarında da bin bir türlü şeyle oyalanıyor olmasına bağlıyor. Bir de buna, bizimki gibi ülkelerde karşımıza çıkan “hakikati geçen” akademisyenleri ve “çılgın projeler” üreten politikacıları da eklersek, durum daha da vahimleşiyor.

Belki de çoğunluğun güçsüz kesimlerden oluştuğunu, güçsüzlerin de rahatsız edilmemek için değişim istemediğini söylerken Max Frisch haklıdır. Belki de, çoğunluk güçsüz olduğu yalanıyla yaşamaya alıştırılmıştır. Ama şurası kesin: Tarihin durduğu ya da geri gittiği görülmemiştir.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 18 Mayıs 2011)

GİZLİ MADDE YAZARLIĞI

Posted: 5 Mayıs 2011 Perşembe by bülent usta in
0

Gazete yazarlığı, gündelik hayata dair uçucu, gevşek şeylerin kaydını tutmak bir bakıma. Ama o uçucu şeyler, gerçekte sanıldığı kadar uçucu da olmayabiliyor. Tanık olduğum şeylerin düşüncelerimin arasına sızmasından ve kalemimden dökülen sözcüklere yön vermesinden hiç rahatsız olmadım bugüne kadar. Galeano gibi hayata çıplak gözlerle bakarak, Sandor Marai gibi insanları ve olayları birbirlerine bağlayan o “gizli madde”yi analiz edebilme istenciyle huzursuz bir ruh olarak dolaşıp durdum sokakların ve kitapların arasında.

Çünkü biliyordum ki, o gizli maddeyi analiz yeteneğinden yoksunsa bir gazete yazarı, tanık olduğu her şey, birbirinin tekrarı, anlamsız, kopuk ve boş gelecektir. Boşlukta yüzecektir kâğıdın üzerindeki sözcükler... Yazdıkça sözcüklerin ağır ağır kararmasına engel olamayacağı gibi, kişisel buhranlara prim veren gevezeliklerle, kıskançlık ve haset kokan sataşmalarla, güç elde edebilme arzusuyla dolu yalakalıklarla yazılan her sözcük, bir lanete dönüşecektir zamanla. Onu, sonsuza kadar çıkamayacağı tarihin lanetliler çukuruna düşüren sözcükler…

Ama günümüzde gazete yazarlığının iyice zorlaştığını kabul etmek gerek. Çünkü “şaşırmama hastalığı” salgın bir hastalık gibi, bütün topluma yayılmış durumda. Tıkış pıkış binilen metrobüs ve otobüslerde seyahat edenler, binlerce insanın, reklam panolarının, gürültünün içerisinde, kendilerini korumak için duyargalarını olabildiğince kapatmak zorunda artık. Televizyonlarda zaman zaman sokak ortasında can çekişen insan haberleri yer alır. O sokaktan geçen hiçbir taşıtın ya da insanın durup yardım etmediğini gösterir kameralar ve spiker “insanlık öldü mü?” diye sorar. “İnsanlık öldü mü” diye sormak yerine, “insanlık neden ölüyor” diye soran kişidir bana göre gazete yazarı. İnsanları duyarsızlaştıran o “gizli madde”nin, kapitalizmin ahlakıyla bir ilgisi olabilir mi mesela? “Her koyun kendi bacağından asılır” felsefesini, örgütsüz bir toplumun üyesi olarak yaşamın içinde defalarca sınamış ve duyarlı olan insanların enayi ya da deli muamelesi gördüğüne tanık olmuş birisinin, sokak ortasında can çekişen kişiyi, zaten tıka basa dolu bir geminin güvertesinden düşmüş talihsiz birisi olarak görmesinden daha doğal ne olabilir.

İnsanlar, her an alabora olacak bir geminin içinde yolculuk yapıyor gibi yaşarken, neler düşünür, neler yapar? Kendisini bekleyen belirsizliklerle dolu geleceğin gölgesinden kurtulmak isteyenlerin din ya da dinleşmiş ideolojilere sığınmaktan, anlık zevklerin peşinde koşmaktan başka bir şansı var mı? Kitapçı bir arkadaşım, hep aynı şeyleri anlatan “kişisel gelişim” kitaplarının çok satmasına şaşırdığını söylemişti bir defasında. “Yaşamın Anlamı” diye bir ada sahip olan kitabı okumak zorunda kalan bir insanın yaşadığı çaresizlikten daha kötüsünü düşünemiyorum. Üstelik o tür kitapların, plazalarda çalışan yüksek gelirli kesimin de başucu kitabı olduğunu biliyoruz. Kapitalizme uyum sağlamak için, dünyayı değil de kendisini değiştirerek varoluşsal sancılarından kurtulmak isteyen bu insanların, çalışmak, eğlenmek ve tüketmekten ibaret kısır bir yaşam döngüsü içinde “Yaşamın Anlamı”nı kişisel gelişim kitaplarında aramalarından başka bir şansları var mı? Yüksek gelir grubu içindeki insanlar, yaşamın anlamını kaybetmiş, düşük gelir grubu içindeki insanlar da hayatta kalma çabası içindeyken, kutuplar arası bir siyasetsizlik iklim içinde gazete yazarlığı da en zor günlerini yaşıyor.

Siyasetçilerin, ürettikleri projelerini “çılgın proje” olarak sunmak zorunda kalmaları da, bu siyasetsizlik ikliminin bir neticesi. Vaat edecekleri şeyler, sadece “çılgınlık”. Bu yüzden, Ankara’ya deniz getirilse bile kimsenin şaşırmayacağı bir zamanda, İstanbul’a ikinci bir Boğaz’ın açılması sadece rant çevrelerini heyecanlandıran bir haber olarak yer aldı hayatımızda.

YSK’dan YGS’ye, henüz yazımı bitmemiş bir kitabın toplatılmasına kadar eşi benzeri olmayan pek çok skandala imza atan iktidar partisinin, seçimlerden birinci parti olarak çıkmasına şaşırmayacaksak eğer, İstanbul’a ikinci bir boğazın açılmasına niye şaşıralım ki? Açılacak kanaldan rant sağlayacak çevreler, eminim epey heyecanlanmışlardır. Ali Ağaoğlu’nun yüzü gülüyordu, “kanalistanbul” projesini televizyonda tartışırken. Ormanlık alanlar yok olacak diyen uzmana, bir milyon ağaç kesersek yüz milyon ağaç ekeriz diyerek, ormandan ne anladığını ortaya koyan birisini, sadece “Yaşamın Anlamı” kitabını okumak da kurtarmaz. Ama böyle bir zihniyete teslim edilecek yaşam alanlarının neye benzeyeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

İnsanlar ve olaylar arasındaki o “gizli madde”nin varlığının farkında olarak yazmanın, sinir sistemimde yarattığı baskıyı, edebiyat sayesinde azalttığımı fark ettim geçenlerde. Edebiyat yazarlığının gazete yazarlığından farkı, yerçekimi kuvvetini değiştirmesinde gizli belki de. Edip Cansever’in “Yerçekimli Karanfil” şiirindeki gibi, insanın içine karanfil düşebiliyor yazarken. Şaşırmayı yeniden öğrenirsek, içimize karanfil düşecek yerçekimini de yaratabiliriz belki… “Yaşamın anlamı”nı, içimize düşen karanfille bulacağımızı bilerek…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 4 Mayıs 2011)

BİR ÇİÇEKLE BAHAR OLMAZ

Posted: by bülent usta in
0

Bu aralar uzun tren yolculukları yaptım. Hatta hızlı tren dediklerine bile bindim Ankara-Eskişehir arasında. Daha çok otobüs ya da uçak yolculuğunu anımsattı bana hızlı trenler. Karşınızdaki ekrandan trenin hızını görebildiğiniz için, pencereden manzara izlemek yerine, herkes o ekrana bakıp, 250 km hız limitini aşan bir aracın içinde bulunmanın farkını yaşamaya çalışıyordu. Aslında o kadar hızlı giderken, pencereden izleyeceğiniz, hayallere dalacağınız bir manzaradan da söz edemeyiz. Bilgisayar oyunlarındaki bulutlara, dağlara benziyordu baktığım yer.

Trenler ile hızlı trenler arasındaki fark, günümüz insanının algı sorunlarını da yansıtıyor bir bakıma. Öyle hızlıyız ki, düşünmeye, hissetmeye, hayaller kurmaya vaktimiz yok. Saatte 250 km hızla Eskişehir’e ilerler gibi geçip gidiyor hayatımızdaki her şey. 250 km hız da yetmeyecek bir gün, ışınlanmak isteyeceğiz gitmek istediğimiz yere. İşte bu yüzden derinlik dediğimiz şey, sıkıcı bir şeye dönüşüyor gitgide. Çünkü her kitap, bir yolculuktur bir bakıma. Mesela Murathan Mungan’ın Metis Yayınları’ndan çıkan “Şairin Romanı”, hızlı tren yolculuklarına benzemiyor hiç. Yazar, sıkıcı bir yolculuk olmasın diye romanını mümkün olduğunca eğlenceli ve sürükleyici kılmaya çalışmış. Ama derinlikli bir bakış isteyen öyle çok ayrıntı var ki, günümüz hız limitlerinin epey bir aşağısında kalıyor ister istemez. Tek bir sözcüğe takılıp uzun uzadıya hayallere dalmanız mümkün “Şairin Romanı”nı okurken.

İnsanların “sıkıcı” bulduğu filmleri ya da romanları, çoğu zaman “sıkıcı” bulmasam da, uzun soluklu metinlerin başıboşluğu da canımı sıkar çokça. Yazar, roman yazarken aklına gelen her şeyi yazıyor, uzun ve ağdalı cümlelerle okurun hayal gücüne müdahale edip, her şeye onun gözlerinden bakılmasını talep ediyor, yani okuru edilginleştirerek okuduğu metne teslim olmasını istiyorsa, orada ciddi bir sorun varmış gibi geliyor bana. Tamam, hızlı tren yolculuğuna benzememeli bir roman. Ama yüzlerce kilometreyi de yürütmemeli okura. Yazar, bizi nereye götüreceğini biliyorsa, yürümeye de razı olabiliriz belki. Ama aynı yerde dönüp duruyor ya da çıkmaz sokaklardan çıkmaya çabalıyor, dağın içinden geçen bir tünel varken, o dağı etrafından dolaşıyorsak, yolculuğa çıktığına pişman olabiliyor insan.

Bizim ülkece çıktığımız yolculuk da böyle bir şey aslında. Ülkeyi idare eden siyasetçiyi, bir roman yazarına benzetebiliriz. İnsanları kendisine oy vermeye ikna edip bir yolculuğa çıkartıyor. Ama işin kötü tarafı, siyasetçi, bu yolculuğun nereye gittiği konusunda genelde bilgisiz. Kendi çizdiği güzergâhın, kendisinden öncekilerin çizdiği güzergâhlardan farkını açıklayamıyor bir türlü. Özal’ın çizdiği güzergâhtan ne kadar uzaklaşabildik mesela? Hepimiz, 12 Haziran’daki seçimlerden sonra, hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyoruz. En fazla hızlı trenlerin hızı biraz daha artacak. Ama hiçbir hızlı tren, devlet ile insanlar arasındaki uzaklığı azaltacak kadar hızlanamayacak. Çünkü siyasetimiz, tıpkı edebiyatımız gibi “aşırılıklar”dan beslenecek kanallara sahip değil. Siyaset, tıpkı edebiyat gibi “deneysellik”lere ve ideallere sahip olarak, çeşitli sınamalarla yanlışların düzeltilmesine ihtiyaç duyar. Bunu yapabilmek için de “aşırılıkçı” fikirlerle yeni yollar keşfederek güzergâhını sürekli olarak değiştirir. Ama siyaset dünyamız, öylesine merkezileşmiş durumdaki, her şeyin “merkez”e dönüştüğü bir yerde artık yönlerden de bahsetmek mümkün olmuyor. Siyasetin bu siyasetsizlik hali, toplumun ideal imgesinin kaybolduğu anlamına geliyor bir bakıma. “Var olan”la, “olması gereken” arasındaki gerilimin bu kadar azalmış olması, çok daha büyük bir gerilimin göstergesi aslında. Gazetelerin üçüncü sayfalarında, cinayet ve tecavüz haberlerindeki artışa bakarak bile bunu görmek mümkün.

Trenin lokantasına oturmuş, Ursula K. Le Guin’in, Aylin Ülçer’in çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıkan son romanı “Rüyanın Öte Yakası”nı okuyordum ki, romandaki Uzaylı kahramanın “bir çiçekle bahar olmaz” sözüyle birlikte, gözüm masalardaki yapay çiçeklere kaydı. Sanki her şeyi özetliyordu bu “yapay çiçekler”...

Bir çiçekle niye bahar olmaz? Herkes kendi iç dünyasında yetiştirdiği çiçeği, başka çiçeklerle buluşturmalı demek istiyordu sanki Uzaylı. Kimsenin kimseye ihtiyaç duymak istemediği bir zamanda, ancak bir Uzaylı biz insanlara böyle nasihat edebilirdi. Romanın bir yerinde, faydacılığa karşı çıkan Orr, her şeyin illa bir amacı olması gerekliliğine, sanki “evren bir makineymiş de her parçasının faydalı bir işlevi varmış” gibi gösterilmesine isyan ediyordu. Ama Orr’un altını çizdiği önemli bir nokta vardı: “Asıl önemli olan bütünün içinde bir parça olmamız. Bir kumaşın içindeki iplik ya da kırdaki bir ot sapı gibi. O nasıl öylece varsa, biz de öylece varız. Bizim yaptıklarımız, çimenleri yalayıp geçen rüzgâra benziyor.”

Acaba öyle mi? Ursula K. Le Guin, rüyalarıyla dünyayı yeniden tasarlayan kahramanlar aracılığıyla, bu meseleyi derinlemesine tartışıyor. Evrenin gidişatına müdahale mi etmeli, yoksa ona uyum mu sağlamalı? Tanrı rolüne soyunan insanın dünyaya vereceği zararı, bugüne kadar verdiği zararlardan görmek mümkünken... Kendisini Tanrı gibi gören insanın müdahalelerine karşı pasif kalmanın da bir çözüm olmadığı ortada. Toplum mühendisliğine elbette karşı olunmalı, ama bu bakış, her şeyi akışına bırakmak anlamına gelmiyor. Çünkü toplumsal olan her şey, müdahalelerle mümkün olan bir şey. AKP, Kemalizmi, “toplum mühendisliği”ne soyunan elit bir kesimin icraatları olarak eleştirirken, kendisinin de “toplum mühendisliği”nden uzak durduğunu söyleyebilir miyiz mesela?

12 Haziran seçimleri, yapay çiçeklerin arasına karışmış birkaç gerçek çiçeğe rağmen, demokrasimizin sahte bir baharı nihayetinde. Rengârenk çiçeklerle süslü gerçek bir baharı yaşamak için, bütün gerçek çiçekler 1 Mayıs’ta alanlarda toplanacak. Bekleriz… Bir çiçekle bahar olmaz çünkü…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 27 Nisan 2011)