MÜREKKEP LEKESİ DÜNYA

Posted: 30 Mart 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Bahar, kara bulutların arasından şöyle bir yüzünü gösterip içimi azıcık ısıtsa da, edebiyatımızın değerli bir yazarı ve dostum Ali Teoman’ı kaybetmiş olmanın hüznüyle üşümem geçmiyor bir türlü. Adalet Ağaoğlu, romanlarından birisine “Ruh Üşümesi” adını vermişti. Her şeye karşı derin bir isteksizlik, her şeyde bir sessizlik ve yoksunluk hissi… Ali Teoman, YKY’den sıcağı sıcağına çıkan Taş Devri adlı öykü kitabının “Ateş Ayinleri” adlı öyküsünde yazdığı gibi, dünya gözüme “kocaman kapkara bir mürekkep lekesi” gibi gözüküyor: “Kalmamı istiyordu ve ona karşı koyacak gücü kendimde bulamıyordum. Sıfırı konuşacaktık, birbirimizi yani. Karanlık çağların üst üste gelen kırgınları, ülkeyi çöle dönüştürmüştü. Madde aşınmış, yıpranmış, bozunmuştu. Pıyrım pıyrımdı elimde tuttuğum parşömen. Bir zamanlar taptığımız o ilk yazı, artık okunmuyordu. Nükleer atıklar ve asit yağmurları tahrif etmişti yazıyı. Bütün harfler birbirlerine, ona ve hiçbir şeye benziyorlardı. Kocaman kapkara bir mürekkep lekesiydi geriye kalan.”

Gözümüzü dünyaya açtığımız zaman da, karşımızda kocaman kapkara mürekkep lekesinden ibaret bir dünya vardı. Felsefeyle, sanatla, devrimlerle, o mürekkep lekesini okunabilecek güzel bir yazıya dönüştürmek için çalışanlarla, o mürekkep lekesini kutsal sayıp dokundurtmayanlar arasındaki savaş hâlâ sürüyor. İnsanların ya nükleer enerjinin ya da denizlerin, balıkların tarafını tutmasına benziyor bu mücadele. Denizlerin ya da balıkların değil, asit yağmurlarının yazıyı tahrif edeceğini bilerek yazmak gerekiyor. Şimdi ben böyle yazınca, gözlüklerinin üstünden anlamlı anlamlı bakıp, mesaj verme kaygımın seni gülümsettiğini görür gibiyim sevgili Ali. Denizler ve balıklar için o mürekkep lekesinden öyküler ve romanlar çıkarmaktan yılmamıştın hiç. Ah bir de şu üçlemeyi bitirebilseydin…

Sel Yayıncılık’tan çıkan Eşikte adlı romanında şöyle yazmıştı Ali Teoman: “Yaşam bir tiyatro sahnesi, yaşam bir oyun, yaşam bir senaryo, yaşam bir öykü, yaşam bir düş, ne yaparsak yapalım bizden kaçan, parmaklarımızın arasından kayıp giden, rüzgârın oradan oraya savurduğu ufak kâğıt parçacıkları…”

İşte o ufak kâğıt parçacıklarından birini tutuyorum elimde. Parmaklarımın arasından kayıp gideceğini bildiğim o ufak kâğıt parçacığına ne yazarsam yazayım, anlamlı tek bir söz bile ortaya çıkmayacakmış gibi hissediyorum. Ama yazma arzusu dediğimiz şey, zaten böyle bir şey değil mi? Gözlerin artık görmez hale gelene kadar seni yazmaya kışkırtan bu his değil miydi? Yazdığın sonraki cümlede, sonraki yapıtta gizliydi her şey ve sen ona tam anlamıyla kavuşamayacağını bile bile yazmaya devam ettin. Foucault’nun Nerval için söylediklerini senin için de rahatlıkla söyleyebiliriz: “Nerval’in metinleri bize bir eserin parçalarını değil, yazmak gerektiğinin; yalnızca yazmak için yaşandığının ve ölündüğünün tekrarlanan tespitini bırakmıştır.” Üstelik yazdığımız o kâğıt parçacıklarının, parmaklarımızın arasından kayıp gideceğini bile bile yazmak ve yaşamak… Yazma arzusunun kölesi olmak bir lanetse, sen bu lanetle yaşamayı iyi bildin dostum.


Tekdüzeleşen Akıl Dışılık

Pessoa, hayatı tekdüzeleştirmenin bir bilgelik olduğundan bahseder. Hayat, tekdüzeleştiği zaman, insanı en küçük şeyin bile şaşırtması kolaylaşır. “Dünya turu yapan gezgin için, beş bin kilometreden sonra yenilikler biter” der Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı'nda. Bizim durumumuz, Dünya turuna çıkan o gezginden farksız değil. Baksanıza, akıl dışı olaylara öylesine alıştık ki, henüz basılmamış, taslak halinde bir kitabın toplatılması ve imha edilmesi bile yeterince şaşkınlık yaratmıyor artık. Araştırmacı gazeteciliğin onuru Ahmet Şık’ın içeride, “yüzlerce kişiyi öldürdüm, işkence yaptım” diyen Ayhan Çarkın’ın dışarıda olması da…

Henüz basılmamış bir kitabın toplatılması, BirGün’e kesilen para cezası, Orhan Pamuk’un tazminat ödemeye mahkûm edilmesi, Hükümet’in “Demokratik Açılım”ı KCK davasıyla birlikte yürütmesi, nihayetinde bir şey anlatıyor. Devlet, Başbakan’ın ya da Bakanların açıklamalarıyla değil, verdiği cezalarla anlatır derdini. Dertse çok büyük. Her zamankinden büyük bir dert olduğu, yaşanan akıl dışı süreçle iyice görünürleşiyor. 12 Haziran yaklaşırken, daha pek çok şeye tanık olacağız, tekdüzeleşen bu akıl dışılık içinde.

Aslında akıl dışılığın ne olduğunu, bize verilen akıl ölçütleriyle anlayabiliriz sadece. Birisine göre akıl dışı olan, başka birisi için hiç de akıl dışı değildir. Siyasetin gerçekliğini yitirip retorik oyununa dönüşmesi, siyasetçinin oynadığı rolün gereği olarak ağlamasını ya da racon kesmesini kolaylaştırıyor ister istemez. “Kurtlar Vadisi” dizisinde rahatlıkla rol alabilecek yetenekte olmaları, milletvekili aday adaylarının rajon kesme dersi almalarını zorunlu hale getiriyor. İbrahim Tatlıses’e kadına yönelik şiddet suçlamaları dile getirildiği dönemde, hayranı kadınların “beni de döv, beni de döv!” diye çığlık çığlığa sahneye koşmaları aklıma geliyor, Başbakan’ın rajon kesme hünerinin halk üzerinde yarattığı etkisine bakınca.

Ama bize ne tüm bu racon kesmelerden, yalanlardan, sahte gözyaşlarından… Ahmet Şık, henüz bitiremediği bir kitap yüzünden içeride, yüzlerce insanın kanına girdiğini söyleyen Ayhan Çarkın aramızdayken, dünyanın kocaman kapkara bir mürekkep lekesine dönüşmesi nasıl engellenecek? Karanlık bir çağın sonu, daha büyük bir karanlıkla mı gelecek? Herkes kendi köşesine, kendi karanlığına dönüp, bu uzun gecenin bitmesini mi bekleyecek? Elimizden gelen neyse, onu yapmanın zamanı geçiyor azar azar. Azar azar geçip gidiyor hayat…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 30 Mart 2011)

GÜNAH KEÇİLERİNİ KAÇIRMAK

Posted: 23 Mart 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Bu aralar bir tuhafım. Üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam’ı rüyalarımda görüyor, onunla edebiyat ya da sanat değil de uluslararası ilişkiler konuşuyor, sonra da kendimi Libya çöllerinde bir damla su ararken buluyorum. Bana su diye petrol içirmeye kalkışan Sarkozy kılıklı zebanilerle boğuşa boğuşa kan ter içinde uyanıyorum. Uzun zamandır gözükmüyor ortalıkta İvam. O olmayınca ne yazacağımı bilemiyorum hiç. Kim bilir belki Yemen’dedir İvam, belki Libya’da. Direnişçilerin arasında onlara moral vererek dolanıp duruyordur. Benim dedem Yemen’deymiş bir zamanlar. İhtiyarlayıp dönmüş oralardan da, babaannem tanıyamamış onu kapıda görünce. Ne zaman “Yemen Türküsü” çalsa, gözlerim dolar dedemi hatırlayıp: “Havada bulut yok, bu ne dumandır…”


Bir halk nasıl iradesizleştirilir, erksizleştirilir? Askeri darbelerle yaşadık biz bunu. Şimdi Libya halkı yaşıyor. Diktatörlükle geçen uzun yılların ardından, kâbustan uyandıkları gün, NATO çetesinin savaş uçakları başlarına bomba yağdırmaya başladı. Libya’ya yapılan müdahale, tıpkı Kenan Evren ve arkadaşlarının 12 Eylül’deki müdahalesine benziyor. O kadar alçakça ve kalleşçe yapıyorlar ki bunu, sanki Libya halkını umursuyorlarmış gibi, özgürlük savaşçısı makyajı altında sırıtarak, petrol aşkına bomba yağdırıyorlar.

O zaman da Kenan Evren, kardeş kardeşi öldürüyor diye, askeri darbeyi meşrulaştırmaya çalışmıştı. Gerçekten de kardeş kardeşi öldürüyordu, ama kardeşin kardeşi öldürmesini seyreden ordu, alttan alta gizli operasyonlar, derin devlet oyunlarıyla çatışmaları kızıştırarak askeri müdahalenin uygun zamanını beklemişti. Bilinçsiz kitleler, bu oyunu daha yeni yeni fark ediyor, devletin kirli çamaşırları tarihin tozlu ve kanlı raflarındaki yerlerinden çıkarıldıkça.

Libya’da da Kaddafi’yi silahlandıran, onun diktatörlüğünü destekleyen Sarkozy’ler, Berlusconi’ler, Merkel’ler, avuçlarını ovuştura ovuştura, insancıl amaçlar görüntüsü altında çıkarlarını garanti altına alacak askeri müdahale için koşulların oluşmasını beklediler, hatta o koşulların oluşması için ellerinden geleni de en iyi şekilde yaptılar.

İktidarı, halka değil de emperyalistlere teslim etmeyi göze alacak kadar gözünü hırs bürümüş Kaddafi, NATO çetesini yanıltmadı. Mübarek gibi çekilmek yerine, halkına katliam yapan Kaddafi, tam da Sarkozy’lerin arayıp da bulamayacağı bir diktatör figürü olarak belirdi. Kaddafi, sadece bir insanlık suçlusu olarak değil, Libya halkına kimsenin, hiçbir gücün yapamayacağı ihaneti gerçekleştirmiş bir tarihi kişilik olarak anılacak her zaman.

Kaddafi çıkıp, ülkemizi dış güçler karıştırdı diyor ya. Libya’da dış güçlerin bir ajanı varsa, o da Kaddafi’den başkası değil. 12 Eylül darbecilerinin, dillerinden düşürmedikleri dış ve iç mihrakın ta kendileri olması gibi. İleride şöyle şeyler okuyacağımıza eminim: NATO çetesi, Saddam’ın Kuveyt’e girmesini teşvik ettiği gibi, ajanları vasıtasıyla Kaddafi’ye de direnmesini salık verdi. Hatta NATO çetesine üye ülkeler, Kaddafi’ye el altından lojistik destek verip, halkı erksizleştirerek bir kurtarıcı arayışına girmesini beklediler. Libya halkı, Kaddafi’den sonra, gözünü petrol bürümüş G20 ülkeleri ve NATO çetesiyle mücadele edecek anlaşılan.

Devletin Kökeni

Kaddafi ya da Mübarek, kendi halkları gözünde “günah keçisi”ne dönüşmüş durumda. Onların gitmesi, yeterliymiş gibi geliyor çoğu kişiye. Onların yıllarca diktatör olarak kalmasını sağlayan iktidar mekanizmaları ve kadrolar üzerinde pek durulmuyor. Bizde de 12 Eylül’le hesaplaşmak denilince, sadece Kenan Evren gibi simge kişiliklerin yargılanmasının anlaşılması gibi. Halbuki 12 Eylül’den nemalanan işadamlarının, politikacıların, gazetecilerin, bürokratların yaptığı kötülüklerin, Kenan Evren’in yaptıklarından aşağı kalır yanı yok. Hatta o yıllarda görev yapan gardiyanından, sıradan polisine kadar, liste çok daha derinlere kadar iniyor. Bir toplum, böylesine derinlere inen bir hesaplaşmayı kolay kolay kaldıramaz. Bu yüzden simgeleşmiş kişiliklerin “günah keçisi”ne dönüştürülmesiyle yetinilecek muhtemelen. Mısır’da da, 30 yıl süren bir iktidarı devirdikten sonra, durumun pek farklı olmayacağı kesin. Ama bu hesaplaşma, “günah keçisi”yle yetinmeyip sonuna kadar götürülmezse, yeni Kaddafi’lerin, Mübarek’lerin ortaya çıkması nasıl engellenebilir ki? Bir de iktidarların yarattığı, tamamen masum “günah keçileri” var ki, bizim ülkemizde onlardan bolca var. Laikler, İslamcılar, Kürtler, solcular, iktidarı ele geçiren güce göre “günâh keçisi”ne kolayca dönüştürülebiliyorlar. BDP’li milletvekillerini her şeyin sorumlusuymuş gibi hedef tahtasına koyan gazete manşetlerine bakmak bile yeterli. Yakışır mıymış bir milletvekiline, tokat atmak, taş atmak? Üniversite öğrencileri, gaz bombalarıyla yıkanıp coplanırken, o emri verenlere yakışıyor ama. Bütün mesele, kimin “günah keçisi” olduğu.

René Girard’ın, Mükremin Yaman ve Ayten Er çevirisiyle Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıkan “Kültürün Kökenleri” adlı kitap, “günah keçisi” meselesine, Girard’ın “mimetik kuramı”ndan bakan ve Girard’la yapılan söyleşilerden oluşan bir kitap. “Mimetik kuram”, Régis Debray gibi düşünürlerin epeyce bir tepkisini çekmiş, Girard’ın düzmece kanıtlarla dinselliği yeniden gündeme getirdiği iddia edilmişti.

Ama Girard’ın “mimetik kuramı” öyle kolay kolay bir köşeye bırakılacak bir kuram değil. Kitabın bir yerinde şöyle diyor Girard: “Olanaklı tek uzlaşma –yani bunalımdan çıkışın ve topluluğun kendi kendini yok etmesini önlemenin tek çaresi-, bu öfkeyi ve bu ortak kudurmayı bizzat mimetizm tarafından belirlenmiş, herkesin de benimsediği bir kurbana doğru yönlendirmektir.” Herkesin katılımını olanaklı kılan bu linç ayini, Girard’a göre, devletin de kökenini oluşturuyor. Devlet, toplumu kurbanla hiçbir kirletici ilişkiye sokmadan, herkesin katıldığı ama hiç kimsenin sorumlu olmadığı infazlarla kendisini var etti bugüne kadar. İvam olsaydı, “günah keçi”sine dönüştürülüp yakılan Cadılardan bahsederdi şimdi. Ah bir Cadı olsaydı da şimdi, insanlığı saran bu laneti bozabilecek bir büyü yapsaydı. İşimiz büyücülere kalacak böyle giderse…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 23 Mart 2011)

ÖZGÜR AKIL TUTSAK AKLA KARŞI

Posted: 19 Mart 2011 Cumartesi by bülent usta in
0

Modernizmin simgesi “akıl”a karşı, “delilik”i yüceltmek sık rastlanan bir hata. Şair olmak için akıllı olmak değil, duygusal olmak gerektiğine dair yaygın kanı da öyle. Akıl ile şiir yazmak, şiirin matematiğinden, felsefesinden, siyasetinden bahsetmek pek çok kişi için uzak mevzular. Önemli olan “hangi akıl”dan ve “hangi delilik”ten bahsedildiği aslında. Mesela İzzet Yasar’ın Yasakmeyve’den çıkan yeni şiir kitabının adının “Başka Akıl Peşinde” olması, bir ipucu...

Şöyle diyor kitaptaki bir şiirinde İzzet Yasar: “mademki bu akıl beni kan içinde bırakmış / başka akıl peşinde koşuyorum”

Başka akıl peşinde koşmaktır şiir... Bu yüzden akıl işidir şiir ve bu yüzden deliliktir...

Aslında bütün mesele, bütün insanlık tarihi, şiirin ve sanatın taraf olduğu “tutsak akıl” ile “özgür akıl” arasındaki ayrımda gizlidir. Şairin sahip olduğu “özgür akıl”ı, aklı tutsaklaştıranların delilik olarak tanımlaması, bu yüzden anlaşılır bir şey. Eğer “özgür akıl”ı “delilik” olarak kodlayacaksak, delilik olmadan yaratıcılığın olamayacağı iddia edilebilir. Ama “delilik”ten anlaşılan şey “özgür akıl” değil de akıl hastalığı ise, yaratıcı olmak için akıl hastası olmak gerektiğini öne sürmenin pek de akıllıca olmayacağı kesin.

Şairlerin birincil kaygılarından birisi, “özgür akıl”larıyla dili de özgürleştirmek istemeleri. Bunun için deneysel çabalara girip, imgelerle, metaforlarla aklın sınırlarını darmadağın ederler. Onlar için neyi anlattıkları kadar, nasıl anlattıkları da önemlidir ve şiir, şairlerin “nasıl anlatmalıyız” derdi yüzünden hareketli bir tarihe sahiptir. Aslında şiir, şairi buna zorlar da. Çünkü şiir kendisini okuyan kişiyi baştan çıkarmak ister. Baştan, yani akıldan, aklı tutsaklaştıran etkilerden... Ve elinde “dil” gibi, düşünceye müdahale edecek güçlü bir araç vardır.

Şairleri delilik değil, normalliğin deliliği ürkütmüştür her zaman. Arno Gruen, Normalliğin Deliliği (1) kitabında uzun uzadıya bahseder, normal olmanın yıkıcı etkisinden. Gruen’e göre, insanlar iktidar uğruna kendi benliklerinden vazgeçerler. Yüzüklerin Efendisi filminde Frodo karakterinin “iktidar” olmayı temsil eden yüzüğü her parmağına geçirişinde kaybolması gibi. Çünkü iktidar, kendi benliğinden vazgeçmeyi zorunluluk olarak dayatır. İktidardan pay almak ve kendi sorumluluğunu iktidarın üzerine yıkarak, o büyük yükten kurtulmaya çalışan insanın zayıflığı, burada temel bir sorundur. O yüzden bir orduya dahil olmuş bir asker ya da hiyerarşik bir örgüte üye olmuş bir militanın artık gölgesinden, benliğinden bahsetmek zorlaşır. Peki neden insanlar bu kadar çok isterler varoluş sorumluluğundan kaçınmayı? Çünkü bu sorumluluğu taşımak, tercihlerde bulunmak ve bu tercihlerin sorumluluğunu üstlenip bedellerini göze almak, gerçekten de korkutucudur birçok kişi için. Ama bu sorumluluktan kaçış, o kişiye çok daha büyük bir bedel ödetir ki, bu da kendilik nefretidir. Benliğine sahip çıkamamış bir insan, içinde benliğine karşı güçlü bir nefret biriktirir. Bu nefret, empati yeteneğinin kaybolmasına ve gündelik şiddetin doğmasına neden olabilir. Yeter ki benliğini teslim ettiği iktidar ilişkisi, onun göstereceği şiddetin meşru zeminini oluştursun.

Gruen’in söylediklerinden iki tür delilik tanımıyla karşılaşıyoruz. Birinci tür delilik, psikiyatristlerin tanılarına göre belirlenmiş olanken; ikinci tür delilik, sistemin gerçeklik olarak tanımladığı, hiyerarşik ilişkilerce kuşatılmış, din, devlet, aile gibi daha pek çok iktidar mekanizmasının dayattığı normlarla kendisini konumlandırarak varoluşunun sorumluluğunu bu kurumların üzerine atmış, gölgesiz bir kalabalığın içinde erimiş bir delilik.

İnsanları normların içine hapsederek delirten iktidar mekanizmalarına ve oluşlara karşı ne yapılabilir peki? Deleuze’e göre, iktidar ilişkilerinin dışında bulunanlar sadece şizofrenlerdir. Çünkü şizofrenler gerçeği kendisine sunulduğu şekliyle almaz. Bir şizofren, Odipal hapishaneye düşmeyeceği için özgürce yaşamın doğrularıyla temas edebilir. Çünkü bilinçdışı, iktidar mekanizmalarıyla çarpıtılmış, yabancılaştırılmış ve karmaşıklaştırılmıştır. Deleuze ve Guattari’ye göre şizofren, paranoidleştirilmiş faşist kuşatma karşısında, kendisini özgürce ama yalnız bir özne olarak konumlar.(2) Hiçbir üst anlatıya bağlı kalmaksızın ve hesap vermeksizin istediğini söyleyebilir ve yapabilir. Ondaki bu özgürlük, delirme korkusunu artık dışarıda bırakması, bir hapishane gibi tasarlanan benliğinin duvarlarını yıkmasıyla gerçekleşir. Arzu eğer aklın egemenliğinden kurtulamazsa yaşayacağı acı deneyim paranoya ile kendisini görünür kılacaktır. Paranoya, devlet gibi yaşamdan yana olmayan iktidar mekanizmalarının özelliğidir bu yaklaşıma göre. Foucault, Deliliğin Tarihi adlı ünlü yapıtında (3), aklın delilikte kendisini ortaya koyan arzuyu nasıl öldürmeye çalıştığını tüm çıplaklığıyla göstermiş ve delilik hakkında birçok soru ve yaklaşım ortaya koymuştu. Engizisyon mahkemelerinin nasıl paranoyakça şeytanı, şeytanla özdeşleşen arzuları tek tek bireylerde arayıp cezalandırdığını gözünüzün önüne getirmeniz bile, bu savın haklılığı konusunda bir bakış açısı verebilir.

Arzuların öldürülmesi ya da yönlendirilmesi bugün için de sayısız yöntemle ve uygulamayla ölümden yana (yaşamın karşıtı) olan iktidarların varoluşu için kaçınılmaz. Çünkü arzunun kuralsızlığı, kurallarla var olan iktidarların korktuğu bir şey. Arzunun ya yok edilmesi ya da yerine sahte bir arzu konularak yanıltmaya gidilmesi gerekir. Öyleyse başkaldırı, ancak bireysel arzu kolektifi yaratarak, sistemin sahte arzularıyla mücadele etmek, deliliği bu şekilde kavramak ve şizofrenliği bilinçli bir şekilde kuşanmakla mümkün olabilir. İşte bu üçüncü tür delilik, aklın özgürleşmesinden başka bir şey değil.

Antonin Artaud’nun Van Gogh hakkında yazdığı kitabı düşünün(4). Artaud’nun delilikle ilişkilendirilen intiharların, delilikle ilgili olmadığı, toplumun kendi normlarından uzak insanlara yönelik gizli ya da açık kuşatıcı ve yok edici tutumunun neden olduğu savını dile getirdiği bu kitap, psikiyatri ve onun söylemine yönelik ciddi bir itirazı içinde barındırır. Hatta psikiyatrinin İsviçreli bir muhafız gibi insanın içindeki isyan dürtüsünü engelleyip kökünden söküp atmak için iş başında olduğunu iddia eden Artaud, “tutsak akıl” ile “özgür akıl” arasındaki o amansız mücadelenin savaşçılarından birisi olarak anılacak hep.

Şairler, delirmekten korkmayan baştan çıkarıcılar olarak, sahte arzuları sözcüklerin büyüsüyle kazıya kazıya, başka akıllara tüneller açtıkları için, şiir yaşıyor... Bu tünellerden habersiz “tutsak akıl” sahipleri, hâlâ nasıl olur da şiir yazılıyor diye şaşırıyorlar. Yazılıyor işte... İnsan var olduğu sürece de yazılmaya devam edecek...

Dipnotlar:

1- Gruen,A., Normalliğin Deliliği, çv. İgan, İ., Çitlembik, 2005

2- Deleuze, G., Guattari, F., Kapitalizm ve Şizofreni I-II, çv. Akay, A., Bağlam,1993

3- Foucault, M., Deliliğin Tarihi, çv. Kılıçbay, M., A., İmge, 2. Baskı, 1995

4- Artaud, A., Van Gogh, Toplumun İntihar Ettirdiği, çv. Soysal, A., Nisan Yayınları, 1991


Bülent Usta (Yasakmeyve şiir dergisi, 48. sayı, Ocak-Şubat 2011)