Edebiyat Eleştirimizin Haritası

Posted: 30 Kasım 2012 Cuma by bülent usta in
0

Harold Bloom bir söyleşisinde dünyada çok az edebiyat eleştirmeni kaldığından bahsediyor. Ama söyleşinin içinde bunu pek deşmiyordu. Ne kadar edebiyat eleştirmeni vardı ve eleştirmen sayısının azalıp çoğalmasının nasıl anlaşılacağına dair bir bilgi de yoktu söyleşide. Ara sıra birilerinin “Roman bitti”, “Şiir bitti” diye ortaya attığı sansasyonel sözlere benzese de Bloom’un bu çıkışı, bu sözü söyleyen Bloom olduğuna göre ciddiye alınmalıydı. Üstelik, bunu iddia eden sadece Bloom da değildi. Fethi Naci’nin vefatından sonra, pek çok kişi “son eleştirmen de gitti” diyerek, var
olan edebiyat eleştirmenlerini eleştirmen olarak kabul etmediklerini ilan ediyorlardı.

Gerçekten Bloom’un dediği gibi, edebiyat eleştirisi, yerini başka bir şeye mi bırakıyor? Edebiyat eleştirisi, kabuk mu değiştiriyor, yoksa işlevini mi yitiriyor?

Ben, edebiyat eleştirisinin kabuk değiştirdiği düşünenlerdenim ve bu kabuk değiştirmenin, tıpkı siyasette ya da sosyal bilimlerde olduğu gibi kalıplaşmış fikir ve yöntemlere bağlı olanları işlevsizleştirdiği için, işlevsiz kalanların edebiyat eleştirisi bitti, eleştirmen kalmadı feryadına eşlik edip veryansın ettiklerini düşünenlerdenim.

Çünkü edebiyat eleştirisi, felsefe, dilbilim, göstergebilim gibi disiplinlerdeki gelişmelerin etkisiyle olduğu kadar, sosyoloji, psikoloji ve siyaset bilimindeki gelişmelerin, küreselleşmenin sonucunda ortaya çıkan yeni kültürel kodların ve ideolojik şekillenmelerin de etkisiyle, bir başka boyuta taşındı. Hatta, edebiyat eleştirisi edebiyatın kendisine göre daha tutucu bir noktadayken, bugün neredeyse
edebiyat ona ayak uydurmakta zorlanır bir hale geldi. Sürekli olarak edebiyatçılardan beklentisini her yönden arttıran bir edebiyat eleştirisi birikimi oluştu dünyada. Bu birikimin, edebiyat dünyamızda eleştirmenler tarafından yeterince kullanılmıyor olması, bu birikimin bir gün kullanılmayacağı anlamına da gelmiyor. Paul de Man’ın daha 1974’te yayımladığı ve Türkiye’de ancak 2008’de Metis Yayınları tarafından yayımlanabilen “Körlük ve İçgörü” adlı yapıtı bu durumun güzel bir örneği. Kitap, daha Türkiye’de piyasaya sunulur sunulmaz, edebiyat eleştirisiyle ilgili onlarca metinde kaynakça olarak hemen karşımıza çıkmaya başlaması, aslında bu konuda bir açlığın da yaşandığını gösteriyor.

Üstelik Türkçeye çevrilmeyi bekleyen daha o kadar çok temel metin var ki, onların da Türkçenin damarlarında dolaşmaya başlamasıyla, edebiyat eleştirimizin sınırlarının da genişlemeye devam edeceği söylenebilir. Elbette bu, sadece çeviri temel metinlerin dolaşıma girmesiyle değil, eleştirmenlerimizin de özgün yapıtlarıyla dal budak saran ve kökleşen bir süreç. Ama bu genişleme, elbette çağın ruhunu yakalayamayan yazar ve eleştirmenleri de işlevsizleştirecek ki, zaten bugün yaşanan karmaşa ve pek çok polemiğin altında yatan neden de, bu kişilerin başlarına gelecek olanları anlayıp her tür yeniliğe karşı ittifak halinde saldırmasıyla sonuçlanıyor. Bu durum siyasette de,
edebiyatta da, benzer biçimlerde yaşanıyor. Çünkü sadece edebiyata dair gelişmeler de sözkonusu değil bugün. Foucault’nun, Barthes’ın, Derrida vb. düşünürlerin bu topraklarda tanınması, antropoloji gibi disiplinlere ait üretimlerin başka disiplinlerle etkileşerek kültürel ve düşünsel dünyamıza etkide bulunmaya başlaması, post teorilerin feminizmden kolonyalizme kadar çeşitli boyutlarda kendisine yeni alanlar açarak bu toprakların genç beyinleriyle buluşması ve kışkırtması, edebiyat eleştirisinden siyasete kadar pek çok şeyi dönüşüme uğratıyor.

Ama bu dönüşüm sistematik ve zincirleme bir reaksiyonla yaşanmadığı için, yoğun bir biçimde hissedilemiyor henüz. Çünkü kişisel meraklar ve tesadüfi buluşmalarla gerçekleşiyor pek çok şey. Örneğin, Mehmet Rifat gibi kişilerin kişisel çaba ve gayretleri olmasa, belki de Barthes’ın pek çok eseri onlarca yıl sonra Türkçenin içinde kendisine yer edinecekti. Mehmet Rifat’ın Barthes’la buluşmasını hızlandıran şey ise, ünlü anlambilimci ve göstergebilimci Greimas’ın Türkiye’ye ders
vermeye gelmesiyle mümkün olabiliyordu örneğin. Çünkü Mehmet Rifat, öğrencisi olduğu Greimas’ın davetiyle Paris’e giderek Barthes gibi isimlerle birlikte çalışma imkânı buluyordu. Her şey, bir kaderi çağrıştırsa da, aslında tamamen tesadüfi ve kişisel merak ve çabalarla bir yerlere ulaşıldığını gösteriyor. Selahattin Hilav, Asım Bezirci, Hüseyin Cöntürk gibi eleştirmenlerimizin bu türden kişisel gayretleri olmasaydı (ki o zamanlar da bu tür gayretleri anlamsız bulan çok kişi vardı) bugün sahip olduğumuz pek çok şeyden mahrum kalacağımız çok açık. Ama neden daha
çok Selahattin Hilav, daha çok Mehmet Rifat olmasın, aynı üretkenlikle çalışan… Neden her şey tesadüfe ya da kişisel tutku ve meraka bırakılsın. Bu da eğitim politikalarından başlayıp, kültüre verilen değere kadar pek çok meseleyi önümüze getiriyor ki, bu yazının sınırlarını epey aşar herhalde.

Tabii bir de, edebiyat eleştirisindeki tüm bu gelişemelere karşın, kitap yayıncılığının endüstrileşmesinin ve piyasa koşullarına özgü gelişen yeni bir durum da var. Örneğin ülkemizde de birden bire gazetelerin çoğu -bu endüstriyel gelişmeye bağlı olarak- kitap ekleri vermeye başladı. Bunda şaşılacak bir durum yok elbette. Ama bu kitap ekleri, boş sayfalar halinde çıkamayacağı için, o sayfaları söyleşilerle, yazılarla doldurmak gerekiyordu ki hepsine belirli bir kalitede yazılar yetiştirecek bir üretim ortamımız maalesef yoktu. Onlar da çoğunluğu gençlerden oluşan kişilere sayfalarını açtı. Birkaç dergi etrafında öbeklenmiş ve ne yazarlarsa yazsınlar yazılarını okutmak
zorunda bırakanlar, birden bire bu dergi ve yazı bolluğu içinde ne yapacaklarını şaşırdılar. Artık seçenek çoktu. Kimse artık A. kişisinin yazısını okumak zorunda değildi. Çünkü artık B. kişisi de, C. kişisi de, olaya postfeminist açıdan yaklaşan D. kişisi de, sadece polisiye türü üzerine yazan E. kişisi de vardı ve bu yazı bolluğu içinde, ne yazarsa yazsın okunmak zorunda kalan kişilerin etkisi ve önemi azaldı. Bu durum, o kişilerin iktidar ve güç sahibi eleştirmen duruşunu etkiledi ve yazarlar artık onlara kendilerini beğendirmek zorunda hissetmemeye, okurlar, onların görüşlerini eskisi gibi ciddiye almamaya başladı. Bu durum, hem bir yozlaşmayı getirdi, hem de çoksesliliği ve özgürlüğü… Tıpkı 80’lerde yaşanan söz patlamasının olumlu ve olumsuz yanlarının yaşamın tüm alanlarına sirayet etmesi gibi. Artık herkes şair olabilirdi, herkes romancı, herkes eleştirmen… Geçmişe oranla bugün roman ya da şiir yazmak, hem daha kolay, hem de daha zor bir süreç haline geldi. Bir sürü niteliksiz yapıt, kitapçı vitrinlerini doldurur ve haklarında bir sürü övgü dolu yazı
çıkarken, bir yanda da bu yapıtların bir heyecan yaratamıyor oluşu yüzünden, yaşanan tatminsizlik bazı yazar ve eleştirmenleri de arayışa zorlayarak kışkırtabiliyordu. Bugün pek çok deneysel, yenilikçi çalışmanın, geçmişe oranla daha fazla gündemde olması da bunun göstergesi.

Yaşanan bu söz patlamasının, kıyıda köşede kalmış sesleri daha duyulur hale getirdiği
gibi, bir sürü laf kalabalığı içinde söylenen sözlerin kaybolması tehlikesini de yarattı maalesef. 21 Mayıs 2008’de Birgün gazetesindeki köşemde yer alan “V.E.F.”
(Varolmayan Eleştirmenler Federasyonu) başlıklı yazımda bu yeni durumu
değerlendiren ve özellikle eleştirideki yozlaşmayı hedef alan kurgusal bir yazı
yazmıştım. O yazıda, hayali olarak kurguladığım gizli bir örgütlenmeden V.E.F.’ten
bahsetmiş ve bir V.E.F. üyesiyle karşılaşmamı anlatmıştım. Şöyle diyordu V.E.F
üyesi: “Günümüzde edebiyatın piyasalaşma süreci, ‘okur’ yerine ‘müşteri’
kavramınının ikâme edilmesine, eleştirinin de müşteri endeksli bir noktaya
çekilmesine neden oldu. Bugün mankenlerin, şarkıcıların, tarihi eser kaçakçısı
dolandırıcıların kitap yazması şaşırtıcı gelmiyor kimseye. Çünkü onlar
satıyor. ‘Okur’, ‘müşteri’ye göre daha soyut bir kavram olarak çıkıyor karşımıza.
Okur, müşteriye göre daha evrensel, daha zor tanımlanabilir, hayatla meselesi olan,
arayış halinde, tüketmekten ziyade okuduğu metinle etkileşim halinde olan, o metni
okuyarak yeniden üreten kişidir. Eğer yapılan üretimlerde ve eleştiride, okur yerine
yayıncı, yazar kollanırsa, edebiyatın düzeyi inişe geçer. Eleştirmen, okuru yani
o ‘ideal okur’u düşünerek yazarı eleştirir. Üstelik sadece tek taraflı değildir. Okur
nezdinde değeri anlaşılamamış bir yazarı da ‘okur’a karşı savunur, ‘okur’a
açıklamalarda bulunur, o yazarın değerinin gün yüzüne çıkmasına yardımcı olur, iyi
edebiyat yapmayı teşvik ederek edebiyatın çıtasını yükseltir. Bugün eleştirmenler ve
eleştiriler ciddiye alınmıyor deniliyor. Neden ciddiye alınsınlar ki? Nasıl ki, bazı
felsefecilerimiz günümüz çağdaş eleştirel teorilerden habersizse, eleştirmenlerimizin
çoğu da günümüz edebiyat dünyasından o denli habersiz. Yetmiş yaşlarında bir
yazarla sohbet ediyorduk, bana ‘ben şiirde 60’lı yıllarda kaldım. Günümüz şiirini
anlamıyorum’ demişti. Sohbetimiz sırasında dürüstlükle, yeniliklerin onu ve
yazdıklarını değersizleştireceğinden, kendisini yeni duruma adapte edemeyip boşluğa
düşeceğinden korktuğunu söylemişti. Onun için şiir, felsefe, siyaset 60’larda
kalmalıydı. Bugün pek çok yazar, şair, siyasetçi, felsefeci, bu korkuyla yaşıyor. Kendi
konumlarını kaybetmekten ölesiye korkuyorlar. Sadece kendilerinin kopyası olacak
gençlere fırsat tanımak istiyorlar.”

Ama ne kadar korkarlarsa korksunlar, bir şeyler değişiyor ve biz bu değişimi
siyasetten edebiyata kadar yaşamın tüm alanlarında olumlu ve olumsuz örnekleriyle
birlikte görebiliyoruz. Yaşanan söz patlaması bir yerde durulup yerini çok sesliliğe
ve çok renkliliğe bırakacak ve köhnemiş yaklaşımlar birer inceleme nesnesi olarak
tarihin içinde yerini alacak diye umut ediyorum.

Aslında edebiyat eleştirimizin, bazılarının söylediği kadar köksüz ve niteliksiz
olmadığını, yakınlarda yayımlanan bir kitap aracılığıyla da görmek ve kendi edebiyat
eleştirimize kuşbakışı bir bakışla bakarak, eleştirinin bu topraklardaki serüvenini,
yani nereden gelip nereye gittiğini görebiliriz. Bu kitap, Mehmet Rifat yönetiminde,
Mehmet Rifat dahil on beş yazarın ortak bir çalışması olan ve Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları’ndan çıkan “Bizim Eleştirmenlerimiz”. Kitaba yazılarıyla katkı
veren, sık sık toplantılar yaparak aldıkları kararlarla bu projeyi kitaba dönüştürenler,
Varlık dergisine de zaman zaman yazılarıyla konuk olmuş çok değerli eleştirmen ve
akademisyenlerden oluşuyor.

Kitabı önemli kılan başka bir şey de, geçmişten günümüze eleştirmenlerimizi ve
eleştiri yöntemlerini, belirli bir sistematik içerisinde, mümkün olduğunca nesnel
bir bakış ve yöntemle ele alıyor oluşu. Kitabın iç düzenindeki sınıflandırmaların,
göstergebilim ve eleştiri yöntemleri doğrultusunda eleştirmenlerin metinlerindeki
ayırıcı özelliklerinin ortak yanlarının dikkate alınarak belirlenmiş olması, eleştirel
yaklaşımların değerlendirilmesinde çözümleme / yorumlama yapmaya özen
gösterilmiş olması ve yargılamadan uzak durmaya çalışılması da, kitabı bir kaynak
kitap olarak değerlendirmemize neden oluyor. Ama bu yapıtı, bir eleştirmenler
sözlüğü ya da ansiklopedisi gibi değerlendireceğinizi ya da aklınıza gelen her
ismi kitapta bulacağınızı da sanmamalısınız. Kitapta yer alan yüzlerce eleştirmen,
çalışmaya katılan yazarların tercihleri doğrultusunda ama öncelikle kitabı
yayımlanmış ya da eleştiri etkinliğini düzenli bir biçimde sürdüren isimlerin arasından
bir seçme yapılarak ve yazarların yaşamına dayanarak çalışmalar yapanları değil
de edebiyat metinleri üstünde incelemeler, çözümlemeler, yorumlamalar yapmış,
sınıflandırmalar getirmiş eleştirmenlere ağırlık verilerek oluşturulmuş. Kitap, pek çok
çalışmada uygulanan bir sınıflandırmayla Cumhuriyet Öncesi ve Cumhuriyet Dönemi
olarak iki ayrı bölümde kurgulanmış. Bu iki ana bölüm, çeşitli başlıklar altında
başka bölümlere ayrılarak incelenirken, bu defa alışılageldik sınıflandırmalardan
uzak durularak çalışmanın niteliğine uygun bir yönteme göre oluşturulmuş. Örneğin,
Cumhuriyet Öncesi Dönem, Tanzimat’tan başlatılırken, Handan İnci’nin kaleme
aldığı, “Tanzimat ile Servet-i Fünün arasında: Beşir Fuad” adlı bir bölüm de
konulmuş. Ya da Cumhuriyet Dönemi bölümünde, “İstanbul Türkoloji Çığırı”ndan
tutun “Çoğul Disiplinli Yaklaşımlar ve Eleştiride Kültür Araştırmaları”na kadar çeşitli
bölümlerde edebiyat eleştirisi incelenirken, bu sınıflandırmaların dışında yer alanlar
da “1990’lardan Günümüze Öteki Yaklaşımlar” adlı bölümde ele alınmış. Kitabın
asıl ağırlığı, eleştiride yöntem çeşitliliğinin daha zengin yaşandığı Cumhuriyet
Dönemi’ne verilmiş doğal olarak.

Cumhuriyet Öncesi'nde, 1864'de Tasvir-i Efkâr gazetesinde yayınlanan Şinasi
imzalı "Tezkiretü'ş-Şuara"nın eleştiri sayılabilecek ilk yazı olduğunu öğreniyoruz
Kemal Bek’in Şinasi’yi ele alan yazısında. Tabii Kemal Bek’in Şinasi’ye geçmeden
evvel, Tanzimat Döneminde Eleştiri bölümünün başında yer alan dönemin genel
özelliklerini anlattığı yazısı da, bize verdiği ipuçlar ve sunduğu açılımlarla Şinasi ve o
başlık altında yer alan diğer eleştirmenlerin doğru bir biçimde değerlendirilmesi ve bir
çerçeve içerisine oturtulması imkânını sunuyor. Kitapta yer alan bölümlerin hepsinde
(sadece son bölüm hariç) bu tür genel değerlendirme yazılarının konuya hâkim
kişiler tarafından yazılması, eleştirmenlere dair yapılan değerlendirmelerin havada
kalmasını engellediği gibi, dönem ve yaklaşımların genel özellikleri hakkında da
doyurucu bilgiler veriyor ki, hem kitabın kurgulanışında, hem de yazıların içeriğinde
gösterilen titizlik gerçekten de dikkat çekici. Mehmet Rifat’ın diğer çalışmalarında da
bu titizliğe alışık olanlar için, bu durum pek şaşırtıcı değil aslında.

Cumhuriyet Öncesi Dönem’de yer alan yazıların tamamı Kemal Bek ve
Handan İnci’ye ait. Handan İnci, Beşir Fuad ve Mizancı Mehmet Murat üzerine
yoğunlaşırken, Kemal Bek, titiz ve çalışkan bir yazar olarak diğer bütün isimleri tek
başına sırtlamış ve harikulade yazılarla bir dönemi bizim için anlaşılır kılmış. Handan
İnci’nin, pek de tanımadığımız "Osmanlı edebiyatında ilk defa metin üzerinden
eleştiri örneklerini vermiş kişi olan" Mizancı Murat’ı ve eleştiriyi bir yan uğraş
olmaktan çıkarıp bağımsız bir disiplin haline getiren ve Handan İnci’ye göre ilk
eleştirmenimiz olan Beşir Fuad’ı ele alan yazıları da, oldukça ufuk açıcı özellikler taşıyor.
Cumhuriyet Dönemi ise, daha önce bahsettiğim gibi çok sesli ve çok renkli bir
görünüme sahip olduğu için de bölüm başlıkları ve eleştirmenlerin sayısı da doğal
olarak artmış. Bu ikinci bölümde yer alan ilk başlık “İstanbul Türkoloji Çığırı”…
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, gerçekten de edebiyat eleştirimizi derinden
ve çok yönlü bir biçimde etkileyen bir “çığır”dır adeta. Etkisi günümüze kadar
süren bu çığır’ın edebiyat tarihi, sınıflandırma, eleştiri ve değerlendirme göreneği
ve geleneğini anlatan bu bölümde yer alan isimleri saymak bile, bu etkinin gücünü
göstermek için yeterli olacaktır: Mehmed Fuad Köprülü, Yahya Kemal Beyatlı,
Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Zeynep Kerman, Birol
Emil, Ömer Faruk Huyugüzel, M. Kaya Bilgegil, Orhan Okay ve Abdullah Uçman…
Ama Kemal Bek’in de belirttiği gibi, söz konusu olan bir çığır ve hoca-öğrenci
ilişkisine göre şekillenen bir süreç olduğu için bu çığır’ın bir handikapı, hatta
çığır olmasının nedeni, bu gelenekten saparak göstergebilim ya da yapıbozuculuk
gibi başka yöntemlere yönelmeyi ve eleştiriyi zenginleştirecek başka açılımlarla
buluşmayı zorlaştırmasıdır. Bu yüzden bu çığır’da yer alanlar, daha çok edebiyat
tarihi gibi alanlarda ürün vermiş, kendi eleştiri yöntemleri ve genel anlamda eleştiri
üzerine yazmayı ise pek tercih etmemiş olduklarını görüyoruz. Bu bölümü takip
eden “Edebiyat Tarihçilerinin Eleştirel Yaklaşımı”nda da çoğunlukla Türkoloji
Çığırı içinde değerlendirilen yazarların isimlerine rastlıyor ve onların edebiyat
tarihi üzerinden yaptıkları sınıflandırma, yorum ve analizlerinin genel özelliklerini
öğreniyoruz.

Cumhuriyet Dönemi başlığı altında, bu çığır’dan ayrılan diğer yaklaşımlar
ise, “Hümanist Yaklaşımın Sözcüleri” başlığı altında Sema Rifat’ın kaleme aldığı
Sabahattin Eyuboğlu,Vedat günyol ve Orhan Burian’la başlıyor. Aslında “Hümanist
Yaklaşım” içerisinde değerlendirilecek pek çok isim olsa da, bu yaklaşımın ayırt edici
özelliklerini anlamak için bu üç isim üzerinde durmuş Sema Rifat. Cumhuriyetin
yüzünü Batı’ya döndüğünü ve Batı’nın hümanist geleneğinin de köklerinin
Anadolu’ya uzandığını düşünürsek, Sabahattin Eyuboğlu gibi eleştirmenlerin neden
Anadolu kültürüne büyük bir tutkuyla bağlandıklarını anlayabiliriz belki. Metin
incelemesinde genellikle “yapı”ya ağırlık veren ve incelenen yapıta hümanist bir
bakış açısıyla yaklaşan, Günyol’un yaptığı gibi karşılaştırmalar şeklinde yapıtları
eleştiri süzgecinden geçiren bir yöntem uygulamış olduklarına tanık oluyoruz.

“İzlenimci Eleştiri, Öznel Eleştiri” başlığı altında yer alan Nurullah Ataç, Memet
Fuat, Suut Kemal Yetkin ve Doğan Hızlan gibi eleştirmenlerimizi ise, Mehmet
Rifat, Sema Rifat, Osman Kahraman ele almış. Aslında bu bölümden sonra,
eleştirmenlerimizi değerlendiren yazılarıyla karşımıza sıklıkla çıkacak isimlerden,
yani kitabın kahramanlarından birisi olan Osman Kahraman’dan ayrıca bahsetmekte
fayda var. Kitabın sonunda yer alan özgeçmiş bölümünden Osman Kahraman’ın
Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun bir fizikçi olduğunu ve aynı üniversitede “Modern
Fransız Edebiyatı” ve “Fransızca-Türkçe Çeviri” derslerini takip ettiğini öğreniyoruz
ki, bir fizikçi olduğu halde, Mehmet Rifat’ın bir öğrencisi olarak, kitapta yer alan
yazılarında ele aldığı eleştirmenleri çok yönlü ve yalın bir biçimde çözümleyişi
etkileyici gerçekten.

“İzlenimci Eleştiri, Öznel Eleştiri” yaklaşımının Ataç ya da Memet Fuat gibi ustalar
sayesinde, günümüzde de ağırlığını koruyan, zaman zaman, hatta sıklıkla eleştirilen
bir yöntem olduğunu belirtmekte fayda var. Mehmet Rifat’ın deyişiyle “Kendi birikimini okuduğu metinde arayan, metinleri kendi sanatsal ve yazınsal beğenilerine
göre değerlendiren, bir başka deyişle metinleri daha çok kendi ‘toplumsal’
ve ‘yaratıcı’ benlikleriyle yorumlarken yine kendi beğenilerini ön planda tutan” bir
yaklaşımı simgeliyor bu yöntem. Ve eleştiri ile deneme arasındaki sınırın da kalktığı
yazılarla da karşılaşabiliyoruz bu tür eleştirmenlerde. Ataç ya da Memet Fuat kadar
yetkin olmayan kişilerin bu yöntemle eleştiri yazıları yazıyor olmaları da, içinde
öznelliği fazlaca barındırdığı için tepki doğurabiliyor sıklıkla. Her eleştiri, içinde
mutlaka ister istemez bir öznellik barındırsa da, eleştirinin nesnel olma iddiasını
başka araç ve yöntemlerle de desteklemesi günümüzde daha çok önem kazanmış
durumda. Bu arada bu bölümde ele alınan Memet Fuat’ın ayrıca “Toplumsal Boyut ve
Açıklayıcı / Yorumlayıcı Yaklaşım” bölümünde de Fethi Naci, Ahmet Oktay, Kemal
Bek gibi eleştirmenlerimizle birlikte tekrar ele alındığını, aynı şeyin Murat Belge gibi
yazarlarımıza da uygulandığını belirtmekte fayda var. Çünkü bir eleştirmen, bazen
birkaç başlık altında değerlendirilebilecek ürünler vermiş olabiliyor.

“İzlenimci Eleştiri, Öznel Eleştiri” yaklaşımından sonra Hüseyin Cöntürk’ün başını
çektiği “Nesnel Eleştiri ve BİNES” yaklaşımı geliyor. “Yapıta Yönelik Eleştiri,
Yapı İncelemesi, Çoğul Okuma, Göstergebilim, Anlatıbilim ve Alımlama Estetiği”
başlığı altında ise Adnan Benk’ten Mehmet Rifat’a, Enis Batur’dan Akşit Göktürk’e
kadar pek çok eleştirmenimizi, Mehmet Rifat, Sema Rifat, Öncel Naldemirci, Osman
Kahraman ve Ayşe Ece tanıtıyor bize. Ardından “Felsefeci Yaklaşım ya da Felsefe
Kökenlilerin Yaklaşımı” adlı başlık altında Selahattin Hilav, Füsun Akatlı, Önay
Sözer gibi eleştirmenlerle, Ömer B. Albayrak ve Sema Rifat’ın yazıları aracılığıyla
karşılaşıyor, “Çoğul Disiplinli Yaklaşımlar ve Eleştiride Kültür Araştırmaları” başlığı
altında da Berna Moran’dan Nurdan Gürbilek’e, Orhan Koçak’tan Hasan Bülent
Kahraman’a kadar pek çok eleştirmenimize, Gülce Başer, Ömer B. Albayrak, Ayşe
Ece, Necmiye Alpay ve Osman Kahraman’ın yazıları aracılığıyla bakıyoruz.

Daha sonra “Toplumsal Boyut ve Açıklayıcı / Yorumlayıcı Yaklaşım”, “Şair
Eleştirmenler ya da Şiiri Yorumlayan Şairler”, “Psikanaliz Kaynaklılar ya da
Psikanalizden Esinlenenler” ve “1990’lardan Günümüze Öteki Yaklaşımlar”
başlıkları altında eleştirmenlerimizi değerlendiren yazılar yer alıyor. “Psikanaliz
Kaynaklılar ya da Psikanalizden Esinlenenler” başlığı altında yer alan Süha
Oğuzertem ya da Saffet Murat Tura gibi isimleri, Oğuz Cebeci çarpıcı tespitleri ve
yorumlarıyla irdelerken, Öncel Naldemirci de Oğuz Cebeci’yi değerlendiren bir
yazı yazmış. Orhan Kâhyaoğlu ise, ağırlıklı olarak kendisi gibi “şair eleştirmen”leri
irdeleyen yazılarıyla gözüküyor kitapta. Aynı zamanda kitabın yazarlarından olan
eleştirmenlerden Necmiye Alpay ve Handan İnci’ye dair yazılara da kitabın son
bölümünde rastlıyoruz. Aslında hızla geçtiğim bu son başlıklar, üzerinde daha çok
durulması ve tartışılması gereken yerler, ama bunu başka bir yazıya bırakmak, yer
darlığı yüzünden daha iyi olacak sanırım. “Nesnel Eleştiri ve Bines”ten başlayan
bu süreç, disiplinlerarası yöntem ve çalışmaların, çağdaş eleştirel felsefe ve
Lacan’cı psikanalitik yöntemlerin revaçta olduğu günümüzde, göstergebilim ve
postyapısalcılığın etkileriyle hızla başka bir yere sıçrıyor çünkü.

Eleştirinin eleştirisinin yapıldığı farklı bir dönem… Ki “Bizim Eleştirmenlerimiz”
adlı kitap da, kendisini eleştirinin eleştirisi üzerine kuruyor bir bakıma. Hatta bu
kitabın, Mehmet Rifat’ın yine ortak çalışmalar şeklinde kurguladığı “Eleştiri ve
Eleştiri Kuramı Üstüne Söylemler” (1996) ile “Eleştirel Bakış Açıları” (2006) adlı
kitaplarının bir tür devamı olduğunu söyleyebiliriz.

Eleştiri, çeşitli yöntemlerle (mantıksal, dilbilimsel, mitolojik, Freud’çu ya da
Lacan’cı yöntemler) edebi eserlerin analizini mümkün kılıyor ve ileride bizim
tahmin edemeyeceğimiz başka yöntemlerin oluşmasını da kışkırtıyor. Aslında tüm
bu yöntemler, birbirleri içinde de var olabiliyor. Deleuze’ün teoriyi “alet çantası”na
benzetmesi gibi, biz de tüm eleştiri yöntemlerini bir alet çantası içinde düşünüp,
gerektiğinde hangi yöntemi kullanacağımıza, ya da bu aletlerle birlikte yeni bir alet
tasarlayıp tasarlamayacağımıza karar verebiliriz. Ama kullanılan aletlerin bir tutarlılık
sergilemesi oldukça önemli. Bu tutarlılığı gözetmeyen çok sayıda kötü örnekle de
karşılaşabiliyoruz çünkü.

Mehmet Rifat’ın Sel Yayınları’ndan çıkan “Yaklaşımlarıyla Eleştiri Kuramcıları”
adlı kitabının sonunda yer alan “Sonsöz Yerine” adlı yazısında da bunu teyit ettiğini
görürüz:

“Dolayısıyla bu kitap, okumalarının hızlı esen rüzgârına kapılarak
eleştirilerinin içine kavramları rastlantısal biçimde ‘akıtma’yı onulmaz
bir ‘alışkanlık’ haline getirmiş Eskiler ya da Eskimiş Yeniler düşünülerek
yazılmadı.

Bu kitap eleştirel bakış açılarının çeşitliliğini görüp, bu çeşitlilikten bir
tutarlılık elde etme çabası içine girecekleri arıyor. Biraz daha açalım:

‘Yaklaşımlarıyla Eleştiri Kuramcıları’ yazınsal metinlere bakarken, ‘kendi
yöntem ve kavramlarını yaratma’ya ya da ‘daha önce yaratılmış yöntem ve
kavramları tutarlı bir biçimde seçip kullanma’ya özen gösteren Yenilere ya da
Yeni Yenilere sesleniyor.

Eleştiride Sonsöz’ü onlar söyleyecekler.”

Mehmet Rifat’ın “Yaklaşımlarıyla Eleştiri Kuramcıları” adlı kitabına yazdığı
bu “Sonsöz Yerine” yazısını, diğer kitaplarının da sonuna ekleyerek okuyabilir,
bu yazıdaki eleştirel bakışı ve umudu, Harold Bloom’un karamsarlığıyla
karşılaştırabiliriz. Ve bu bakış açısıyla, yazının başında ortaya attığım soruya yeniden
dönebiliriz: Edebiyat eleştirisi, kabuk mu değiştiriyor, yoksa işlevini mi yitiriyor?
Karar sizin…

Ama “Bizim Eleştirmenlerimiz”, bir tür eleştiri haritası gibi önümüzde açılmış
duruyor. Bu haritaya bakarak, nerede durduğumuzu ve nereye doğru gittiğimizi
görebiliriz.


Bülent Usta (Varlık dergisi, Ocak 2009)

0 yorum: