GERİ GERİ YÜRÜRKEN

Posted: 25 Mayıs 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Önümüzdeki bir noktaya bakarak geri geri yürüyoruz. Cenazeler geçiyor yanımızdan. Ağıtlar duyuyoruz, dağlardan şehirlere inen sisin içinde. Geri geri yürüdükçe kim olduğumuzu unutuyor, rüzgârda uçuşan bir tüy gibi hafifliyoruz. Ama şunu hatırlamakta fayda var: “Tarih, hiçbir zaman durmaz!”

Hava günlük güneşlik olsa da, görünmez bir sis, her yeri ıssızlaştırarak karartmaya devam ediyor aslında. Başkaları yakınınızda olsa bile, sisin içerisinde onları göremediğiniz için gerçekte yokmuşlar gibi geliyor. Yüzlerce kişinin dağlarda cenazelerini aradığını göremiyoruz mesela? O sise polis ve asker cenazelerinden yayılan sis de eklenince, göz gözü görmüyor artık. Birbirini dinleyecek mecali ve tahammülü olmayanlar, kendilerini kuşatan siyasetsizlik iklimine uyum sağlayarak, ezberledikleri fikirlerin kendilerine ait olduklarını sanıp dua eder gibi tekrarlayıp duruyorlar aynı şeyleri. Zaten ezberlenmiş ya da ezberletilmiş fikirler değil mi, bizleri geri geri yürüten?

Pınar Öğünç, Radikal gazetesindeki köşesinde, Dicle Üniversitesi’nde yapılan sınavdaki bir sorudan yola çıkarak, o soruyu soran akademisyenle telefon görüşmesini yayımladı geçenlerde. Ermeni meselesiyle ilgili resmi bakışı öğrencilerine ezberletmeyi kendine görev edinen akademisyen, Ermenilerin hainliklerinden bahseden o bildik ezberi tekrarlayıp duruyordu konuşmasında: “Hakikati geçtik diyelim, devlet bu konuda böyle diyorsa böyledir yani. Başbakanımız da diyor, gelsin bütün dünya tarihçileri bir komisyon oluşturalım, herkes elindeki belgeyi ortaya koysun. Gelmiyorlar. Demek bu bir hakikat. Bizim milletimiz soykırım yapmamıştır. Asıl hainlik eden Ermenilerdir.” “Hakikati geçtik” ya da “devlet bu konuda böyle diyorsa böyledir” diyen bir akademisyenin zihninden dünyaya bakınca, geri geri yürüdüğümüzü fark etmemesi anlaşılır bir şey.

Kimsenin “ortak akıl” gibi bir derdi olmaması, her şeyin retorikle manipüle edilebilir hale gelmesi ve “iç savaş” stratejilerine uygun söylem geliştirmenin bu kadar revaçta olması, pencereden dışarı çıkmak isteyen sineğin inatla cama toslamasına benziyor. Kimse, pencereyi açmayacağı için, sineğin cama toslamaktan vazgeçip çareler düşünmesinden başka bir şansı yok. İşte o çareler, siyaset yapmayı yeniden öğrenmemizle belirecek hayatımızda. Her ne kadar, bütün pencereleri sıkı sıkıya kapalı parlamentonun havalandırma deliğinden içeriye sızmaya çalışanlar olsa da, siyasetin bizim toplum olma becerimizle ve dayanışma güdülerimizle güçleneceği açık.

12 Eylül, en büyük kötülüğü, siyaset düşmanlığını bir devlet politikasına dönüştürerek yapmamış mıydı? Duvara “barış” yazdığı için çocuklara işkence yapılırken, istenen şey, halkın siyasetten soğutulmasından başka bir şey değildi. Anne-babalar, çocuklarını üniversiteye gönderirken siyasetten uzak durmaları için kırk kere tembihler, ideolojik damgası yemiş her şeyden köşe bucak kaçar hale getiriliyordu. Biber gazıyla ve copla terbiye edilmeye çalışılan bir toplumda, siyaset sadece bireysel menfaatler alanına dönüştürüldü. Toplum olma becerimiz, yani örgütlenme kabiliyetimiz felce uğrayınca, parçalanmış kimlikler içine sıkışıp “ortak akıl” üretmekten aciz bir konuma getirilmemiz, muhafazakârlığın yükselmesini de peşinden getirdi. Doğan Kitap’tan çıkan Riaz Hassan’ın “Müslüman Zihinler” kitabı, bu açıdan önemli veriler sunuyor. Türkiye’yi diğer Müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelerle karşılaştıran bu bilimsel çalışmada, henüz durumumuz Pakistan’a benzemese de, “Allah inancına dayalı olmayan herhangi bir devlet kusurlu olacaktır” şıkkına “kesin” bir katılım gösteriyor araştırmaya katılan kişiler.

Matt Ridley’in YKY’nin “Cogito” dizisinden Erhun Yücesoy çevirisiyle çıkan “Erdemin Kökenleri” adlı kitabını okuyorum bu aralar. Kitap, ünlü anarşistlerden Kropotkin’in Saint Petersburg’taki yüksek güvenlikli bir cezaevinden kaçırılışıyla başlıyor. Yazara göre, olağanüstü bir dayanışma ve özveriyle gerçekleştirilen bu kaçış planı, Kropotkin’in yardımlaşma ve dayanışmanın insanın özünde var olduğuna dair kanısını güçlendiriyor. Kropotkin, bencilliğin hayvanlardan, erdemliliğin ise medeniyetten kaynaklandığına her daim karşı çıkmış bir filozof. Yaşamın bencil varlıklar arasında sürüp giden acımasız bir mücadele olduğuna dair o yaygın kapitalist ve devletçi propagandaya karşı, dayanışmanın hayvani dürtüler kadar eski ve güçlü bir gelenek olduğunu, biyolojik verilerden faydalanarak ispatlayan eserler vermişti. Aslında insanın doğasına dair tartışmalar çok eskilere, Antik Yunan’a kadar uzanan derin bir mesele. Hatta insanın bir “doğa”sı olup olmadığı da çokça tartışıldı bugüne kadar. Ridley’e göre, aradan yüzyıl geçmesine rağmen Kropotkin’in tespitleri, büyük oranda geçerliliğini koruyor. Çünkü, Kropotkin’e göre toplum, “onu bilinçli olarak icat ettiğimiz için değil, evrim geçirmiş eğilimlerimizin kadim bir ürünü olduğu için işlerlik kazanır.”

Biyolojiden bahsedince, Metis Yayınları’nın David Sloan Wilson’ın “Herkes İçin Evrim” adlı kitabını yayımladığını da haber verelim. Darwin’in “Evrim Teorisi”ni benimseyen bir akademisyenin gözünden “hakikati geçmeksizin”, hatta “hakikati” mesele hale getirerek, Matt Ridley gibi, toplumsal dayanışma dahil pek çok meseleyi, “Evrim Teorisi” içinden ele alıyor kitabında Wilson. Ve bunu, günlük tutar gibi samimi bir dille, kendi yaşamındaki örnekler üzerinden gerçekleştiriyor. Wilson’ın yakındığı önemli bir şey var: “Halkın geneli, biliminsanlarının üstünlüğünü doğrularcasına adeta her geçen gün daha da aptallaşıyor.” Bu aptallaşmanın nedeni olarak da, insanın zihnini körelten işlerde çalışmak zorunda kalmasına ve boş zamanlarında da bin bir türlü şeyle oyalanıyor olmasına bağlıyor. Bir de buna, bizimki gibi ülkelerde karşımıza çıkan “hakikati geçen” akademisyenleri ve “çılgın projeler” üreten politikacıları da eklersek, durum daha da vahimleşiyor.

Belki de çoğunluğun güçsüz kesimlerden oluştuğunu, güçsüzlerin de rahatsız edilmemek için değişim istemediğini söylerken Max Frisch haklıdır. Belki de, çoğunluk güçsüz olduğu yalanıyla yaşamaya alıştırılmıştır. Ama şurası kesin: Tarihin durduğu ya da geri gittiği görülmemiştir.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 18 Mayıs 2011)

0 yorum: