KIŞKIRTICI SANAT

Posted: 25 Mayıs 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Lars von Trier’in Nazi olduğunu açıkladığı sahne, hafızalardan kolay kolay silinecek gibi değil. Trier, belki skandal yaratmak için yaptı bunu, belki yorumcuların bahsettiği gibi megalomanlığından, belki de önce bir tepki olarak başlayan Nazilere ilgisi faşizme dönüştü zamanla, kim bilir...

“Hitler’i anlıyorum” gibi, sokakta sıradan faşistlerin ağzından duymaya çok alıştığımız klişe ve ırkçı bir sözü, bir sanatçıdan işitmeyi hoş gösterecek bir gerekçe olamayacağı gibi, Trier’i tüm bu olup bitene rağmen sıradan bir faşist olarak damgalamak da zor gözüküyor. Daha küçük bir çocukken atom bombasından çok korktuğu için, her gece uyumadan önce dünyayı kurtaracağını düşündüğü bazı törensel hareketler yapan, otuzlu yaşlarına kadar kendisini Yahudi sanarak yaşamış, komünist annesinden etkilenerek “Danimarka Komünist Gençlik Partisi’ne üye olmuş, “Dalgaları Aşmak”, “Karanlıkta Dans”, “Dogville” gibi akıllardan kolay kolay çıkmayacak filmlere imza atmış birisinden bahsediyoruz çünkü. Otuz üç yaşına geldiği zaman, ölüm döşeğindeki annesinden babasının Yahudi değil, bir Alman olduğunu öğreniyor. Bütün hayatının bir yalan üzerine kurulu olduğunu düşünerek ciddi bir travma yaşıyor Lars von Trier. Yahudi kimliği sayesinde, modern sanatta özlemini çektiği acıya ve tarihsel bilince kavuştuğuna inanan birisi için, üstesinden gelmekte zorlanacağı ağır bir travma...

Agora Kitaplığı’ndan 2005’te, Begüm Kovulmaz çevirisiyle Jack Stevenson’ın “Lars von Trier” biyografisi çıkmıştı. Yaşanan skandaldan sonra, yeniden o kitaba göz atma ihtiyacı duydum. Trier, Danimarkalı bir sinemacı ve Danimarka, komünistlerin öncülük ettiği bazı direniş hareketlerinin varlığına rağmen Hitler Almanya’sına fazlaca sorun çıkarmadan teslim olmuş bir ülke. Savaş bittikten sonra, Nazi karşıtlığı, neredeyse milli bir tabu haline geliyor Danimarka’da. Bırakın Nazilerden bahsetmeyi, Alman ekspresyonizmini beğenmek bile dışlanmanıza neden olabiliyor o günlerde. Trier, böylesine baskın bir atmosferde büyüyor ve o baskın atmosfere rağmen Alman kültürü ve tarihinin tüm aşırılıklarına inadına ilgi gösteriyor. Onun bu ilgisi, Stevenson’ın hazırladığı biyografinin verdiği izlenime göre, bir tür tepki. Nazilerden bahsetmenin tiksinilen ya da utanılan bir şey olarak üzerinin örtülmeye çalışılması, Trier’e göre derin bir suçluluk hissinin yansıması çünkü... Bu yüzden daha ilk filmlerinden itibaren, iyilik-kötülük-masumiyet gibi temalara ilgi gösteren bir sanatçı olarak, bu suçluluk hissinin üzerine kışkırtıcı bir biçimde gidiyor ve savaş sonrası Avrupa sinemasında ilk defa bir Nazi’nin olumsuz olarak gösterilmediği “Rahatlama Görüntüleri” filmini çekiyor. Özellikle filmde Danimarkalıların bağımsızlığa kavuştukları zaman Nazilerle işbirliği yapanlara yönelik şiddet gösterilerinin yer aldığı sahneler, tepkilere neden oluyor. Trier’e göre, “Bağımsızlık Günü”, “Hüküm Günü”ne dönüşmüş, pasif işbirlikçiler birden vatanperver kesilip sağa sola saldırarak Nazi düşmanlığı yarışına girişmişlerdir. Naziler, sanki uzaydan gelip bunca kötülüğü yapmış gibi bir hava estiriliyor. Zamanında Kenan Evren’in elini öpüp “Allah sizi başımızdan eksik etmesin” diyen sanatçılarımızın, politikacılarımızın, gazetecilerimizin, bugün hep bir ağızdan 12 Eylül’e lanet okuması gibi... Ya da Ahmet Kaya’ya çatal bıçak fırlatılırken ses çıkartmayanların birden Kürt sorununa sahip çıkıp rant peşinde koşması gibi... Avrupa’nın, Nazi geçmişiyle tam anlamıyla yüzleşebilmesi henüz gerçekleşebilmiş değil. Belki Trier gibi kışkırtıcı sanatçıların çoğalması gerek, bu yüzleşmenin sağlıklı yaşanabilmesi için.

Benim üzerinde durmak istediğim asıl mesele, sanatçının toplumsal kabullerle ilişkisinin nasıl olması gerektiği... Stevenson’ın kitabında yer alan Trier’in şu sözlerini bir yere not etmeli: “Sinemamızın üslubu o kadar ince ve sevimli ki kimseyi rahatsız etmesi mümkün değil. Bütün öyküler zararsız bir üslupla çekilmiş, hep zararsız öyküler. Sadece herkesin hemfikir olduğu konular hakkında filmler çekiliyor.”

Trier’in yakınmasında bir doğruluk payı var gibi geliyor bana. Bu sözleri, kendi sanat ve edebiyat ortamımız için de söyleyebiliriz. Bizde “aşırılık” diye sunulan şeyler, daha çok “beat kuşağı”nın taklidi karikatürleşmiş figürlerin kendini tekrarlayan, ergen isyankârlığından ileriye gidemeyen üretimlerinden başka bir şey değil. Farklı şeyler yapmak isteyen sanatçılarımız yok mu? Elbette var. Özellikle güncel sanat pratiği içinde, belki de kamuoyunun merakını yeterince cezbetmediği için kışkırtıcı üretimlere rastlamak mümkün. Ama edebiyat ya da sinema gibi kontrolün elden bırakılmadığı alanlarda, rahatsız edici olmayı göze alacak sanatçılara pek rastlayamıyoruz. Çünkü kamuoyu görüşüne tek başına karşı çıkmanın riski bizde oldukça ağır ve bu riski göze alanlar da kolayca manipüle edilebiliyor

Galerilerin basılıp sanatçıların dayak yediği, heykellerin yıkıldığı, Guillaume Apollinaire ya da William S. Burroughs gibi artık klasikleşmiş yazarların, resmi makamlarca Türk toplumunun ahlak yapısına göre yargılandığı bir ülkede, sanatçıların ortak algıya hitap eden, fazlasıyla temkinli ve hesapçı bir dili tercih etmek zorunda kalması, Türkiye’de sanatın geleceğini de derinden etkiliyor. Ele aldığı meselenin sertliğine uygun olarak, “Press” filmi daha farklı çekilemez miydi mesela?

Aslında “ortak algı”yı üreten kamuoyu denilen şeyin de, televizyon, okullar, basın, üniversiteler ve dini kurumlar aracılığıyla egemen güçler tarafından üretildiğini unutuyoruz genellikle. Bağımsız bir çoğunluk olmadığı için, çoğunluğun seçtiği yönetim de, verdiği kararlar da, sanat beğenisi de bağımsız olamıyor. Sanatın özgürlüğü, çoğunluğun özgürlüğüne bağlı olduğu için de, çözümü sadece sanatın içinde aramak imkânsız hale geliyor. İşte bu yüzden, Kürt sorunu da, yoksulluk da, faili meçhul cinayetler de, basın özgürlüğü de sadece siyasetin değil, sanatın başat sorunu haline geliyor. Max Frisch’in “Günlükler”inde bahsettiği gibi, kamuoyunun baskın olduğu yerlerde dalkavukların çoğalması ve çok olduğunun farkında olan dalkavukların artık dalkavukluğu bırakıp saldırganlaşması, linç kültürünün yaygınlaşmasıyla sonuçlanıyor. Kısacası, sanatın geleceği, dalkavukluk ile kışkırtıcılık arasındaki yol ayrımında belirecek. Ama bu yol ayrımı, hayata düşman olan ile hayatı savunan sanat arasında yaşanacak.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 25 Mayıs 2011)

0 yorum: