MÜREKKEP LEKESİ DÜNYA

Posted: 30 Mart 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Bahar, kara bulutların arasından şöyle bir yüzünü gösterip içimi azıcık ısıtsa da, edebiyatımızın değerli bir yazarı ve dostum Ali Teoman’ı kaybetmiş olmanın hüznüyle üşümem geçmiyor bir türlü. Adalet Ağaoğlu, romanlarından birisine “Ruh Üşümesi” adını vermişti. Her şeye karşı derin bir isteksizlik, her şeyde bir sessizlik ve yoksunluk hissi… Ali Teoman, YKY’den sıcağı sıcağına çıkan Taş Devri adlı öykü kitabının “Ateş Ayinleri” adlı öyküsünde yazdığı gibi, dünya gözüme “kocaman kapkara bir mürekkep lekesi” gibi gözüküyor: “Kalmamı istiyordu ve ona karşı koyacak gücü kendimde bulamıyordum. Sıfırı konuşacaktık, birbirimizi yani. Karanlık çağların üst üste gelen kırgınları, ülkeyi çöle dönüştürmüştü. Madde aşınmış, yıpranmış, bozunmuştu. Pıyrım pıyrımdı elimde tuttuğum parşömen. Bir zamanlar taptığımız o ilk yazı, artık okunmuyordu. Nükleer atıklar ve asit yağmurları tahrif etmişti yazıyı. Bütün harfler birbirlerine, ona ve hiçbir şeye benziyorlardı. Kocaman kapkara bir mürekkep lekesiydi geriye kalan.”

Gözümüzü dünyaya açtığımız zaman da, karşımızda kocaman kapkara mürekkep lekesinden ibaret bir dünya vardı. Felsefeyle, sanatla, devrimlerle, o mürekkep lekesini okunabilecek güzel bir yazıya dönüştürmek için çalışanlarla, o mürekkep lekesini kutsal sayıp dokundurtmayanlar arasındaki savaş hâlâ sürüyor. İnsanların ya nükleer enerjinin ya da denizlerin, balıkların tarafını tutmasına benziyor bu mücadele. Denizlerin ya da balıkların değil, asit yağmurlarının yazıyı tahrif edeceğini bilerek yazmak gerekiyor. Şimdi ben böyle yazınca, gözlüklerinin üstünden anlamlı anlamlı bakıp, mesaj verme kaygımın seni gülümsettiğini görür gibiyim sevgili Ali. Denizler ve balıklar için o mürekkep lekesinden öyküler ve romanlar çıkarmaktan yılmamıştın hiç. Ah bir de şu üçlemeyi bitirebilseydin…

Sel Yayıncılık’tan çıkan Eşikte adlı romanında şöyle yazmıştı Ali Teoman: “Yaşam bir tiyatro sahnesi, yaşam bir oyun, yaşam bir senaryo, yaşam bir öykü, yaşam bir düş, ne yaparsak yapalım bizden kaçan, parmaklarımızın arasından kayıp giden, rüzgârın oradan oraya savurduğu ufak kâğıt parçacıkları…”

İşte o ufak kâğıt parçacıklarından birini tutuyorum elimde. Parmaklarımın arasından kayıp gideceğini bildiğim o ufak kâğıt parçacığına ne yazarsam yazayım, anlamlı tek bir söz bile ortaya çıkmayacakmış gibi hissediyorum. Ama yazma arzusu dediğimiz şey, zaten böyle bir şey değil mi? Gözlerin artık görmez hale gelene kadar seni yazmaya kışkırtan bu his değil miydi? Yazdığın sonraki cümlede, sonraki yapıtta gizliydi her şey ve sen ona tam anlamıyla kavuşamayacağını bile bile yazmaya devam ettin. Foucault’nun Nerval için söylediklerini senin için de rahatlıkla söyleyebiliriz: “Nerval’in metinleri bize bir eserin parçalarını değil, yazmak gerektiğinin; yalnızca yazmak için yaşandığının ve ölündüğünün tekrarlanan tespitini bırakmıştır.” Üstelik yazdığımız o kâğıt parçacıklarının, parmaklarımızın arasından kayıp gideceğini bile bile yazmak ve yaşamak… Yazma arzusunun kölesi olmak bir lanetse, sen bu lanetle yaşamayı iyi bildin dostum.


Tekdüzeleşen Akıl Dışılık

Pessoa, hayatı tekdüzeleştirmenin bir bilgelik olduğundan bahseder. Hayat, tekdüzeleştiği zaman, insanı en küçük şeyin bile şaşırtması kolaylaşır. “Dünya turu yapan gezgin için, beş bin kilometreden sonra yenilikler biter” der Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı'nda. Bizim durumumuz, Dünya turuna çıkan o gezginden farksız değil. Baksanıza, akıl dışı olaylara öylesine alıştık ki, henüz basılmamış, taslak halinde bir kitabın toplatılması ve imha edilmesi bile yeterince şaşkınlık yaratmıyor artık. Araştırmacı gazeteciliğin onuru Ahmet Şık’ın içeride, “yüzlerce kişiyi öldürdüm, işkence yaptım” diyen Ayhan Çarkın’ın dışarıda olması da…

Henüz basılmamış bir kitabın toplatılması, BirGün’e kesilen para cezası, Orhan Pamuk’un tazminat ödemeye mahkûm edilmesi, Hükümet’in “Demokratik Açılım”ı KCK davasıyla birlikte yürütmesi, nihayetinde bir şey anlatıyor. Devlet, Başbakan’ın ya da Bakanların açıklamalarıyla değil, verdiği cezalarla anlatır derdini. Dertse çok büyük. Her zamankinden büyük bir dert olduğu, yaşanan akıl dışı süreçle iyice görünürleşiyor. 12 Haziran yaklaşırken, daha pek çok şeye tanık olacağız, tekdüzeleşen bu akıl dışılık içinde.

Aslında akıl dışılığın ne olduğunu, bize verilen akıl ölçütleriyle anlayabiliriz sadece. Birisine göre akıl dışı olan, başka birisi için hiç de akıl dışı değildir. Siyasetin gerçekliğini yitirip retorik oyununa dönüşmesi, siyasetçinin oynadığı rolün gereği olarak ağlamasını ya da racon kesmesini kolaylaştırıyor ister istemez. “Kurtlar Vadisi” dizisinde rahatlıkla rol alabilecek yetenekte olmaları, milletvekili aday adaylarının rajon kesme dersi almalarını zorunlu hale getiriyor. İbrahim Tatlıses’e kadına yönelik şiddet suçlamaları dile getirildiği dönemde, hayranı kadınların “beni de döv, beni de döv!” diye çığlık çığlığa sahneye koşmaları aklıma geliyor, Başbakan’ın rajon kesme hünerinin halk üzerinde yarattığı etkisine bakınca.

Ama bize ne tüm bu racon kesmelerden, yalanlardan, sahte gözyaşlarından… Ahmet Şık, henüz bitiremediği bir kitap yüzünden içeride, yüzlerce insanın kanına girdiğini söyleyen Ayhan Çarkın aramızdayken, dünyanın kocaman kapkara bir mürekkep lekesine dönüşmesi nasıl engellenecek? Karanlık bir çağın sonu, daha büyük bir karanlıkla mı gelecek? Herkes kendi köşesine, kendi karanlığına dönüp, bu uzun gecenin bitmesini mi bekleyecek? Elimizden gelen neyse, onu yapmanın zamanı geçiyor azar azar. Azar azar geçip gidiyor hayat…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 30 Mart 2011)

0 yorum: