Gerçeklik ile kurmaca arasındaki sınırları silen yazar
Posted: 30 Mart 2018 Cuma by bülent usta in
0
Amerikan edebiyatının yaşayan en önemli temsilcisi kim diye
sorulsa, ilk akla gelecek isimlerden birisi Philip Roth. Adı her yıl Nobel
Edebiyat Ödülü’nü alması muhtemel isimler arasında geçtiği halde, tıpkı Yaşar
Kemal gibi her defasında kıyısından döndü Nobel’in, ama bu durum onun ABD’de en
çok ödül alan yazar unvanını korumasına engel olmadı. National Book Awards’tan
Pulitzer’a, Man Booker’dan Faulkner ve Kafka ödüllerine kadar, neredeyse
alınabilecek bütün ödülleri aldı. Philip Roth’un hayatına ve eserlerini yazma
nedenlerine bakınca, ödül almak ya da ünlü olmak için yazmadığı da bir gerçek.
Hiçbir toplumsal kesime yaranmaya çalışmadan, hatta herkesin ve her dönemin tersine
giden, kendi sözleriyle “aşırı derecede kendisiyle meşgul” bir hayat sürerek
eserler yazdı.
19 Mart’ta 85 yaşına girecek Philip Roth’u Milliyet Kitap
sayfalarına konuk ederek, sıradışı tanımını hayatı ve eserleriyle sonuna kadar
hak eden bu yazara yakından bakalım istedik.
Yazarlıktan Emeklilik
Philip Roth, özellikle son zamanlarda Hollywood’un
romanlarını sinemaya uyarlamaya başlamasıyla daha bir ilgi odağı haline
gelmişken, sürpriz bir şekilde, 2012’de bir Fransız dergisine, “Les Inrocks”a
verdiği mülakatta, yazarlıktan emekli olduğunu söylemiş, son üç yıldır tek bir
satır bile yazmadığını itiraf ederek, okurlarını üzmüştü. Roth’un bu beyanı,
uluslar arası edebiyat camiasında, önemli gazetelere haber olacak denli ses
getirmişti. Yazarlıktan emekli olduğunu ilan etmek için üç yıl beklemesini,
“Doğru karar verip vermediğimi görmek istedim” diye açıklıyordu.
Mülakatta, ünlü boksör “Brown Bomber” olarak bilinen Joe
Luis’yi anarak onun bir sözünü tekrarlıyordu: “Elimden gelenin en iyisini
yaptım.” Roth’un yazarlığı bırakışını, 1937-1949 yılları arasında Dünya
Şampiyonluğu’nu elinde tutan bir boksörün sözüne başvurarak açıklaması,
yazarlığını bir tür boksörlük gibi yaşamasıyla açıklanabilir miydi? Her
romanında, yazdığı her yazıda, ringe çıkmış bir boksör gibi davrandığı öne
süren eleştirmenler yok değil. Keskin ve ironik dili, bir boksörün salvolarına
benzetilebilir, sansürsüz, olduğu gibi, doğrudan… “Portnoy’un Feryadı” adlı
romanı yayımlandığında, romandaki mastürbasyon sahneleri yüzünden yoğun tepki almış,
ama en sert eleştirileri yapanlar bile romanın edebi değerine laf edememişlerdi.
Aynı şekilde, anti-semitistler de, bazı Yahudi çevreleri de Philip Roth’u kara
listeye almışlardı, eserlerinde hem Yahudileri, hem de anti-semitistleri hicvediyordu,
kimseye iyi görünme kaygısı duymadan. Philip Roth’un bir boksörün sözleriyle
edebiyata veda edişi, belki de boksör-yazarlardan Hemingway’e duyduğu hayranlıkla
da ilgiliydi.
50 Yıllık Yalnızlık…
Philip Roth, 18 Ocak 2018’de The New York Times’ta yer alan
söyleşisinde, yazarlıktan kendisini emekli ettikten sonra, geriye dönüp
baktığında 50 yıllık yazarlık serüveni için ne söyleyebileceği sorulduğunda, “Sevinç
ve acı, hayal kırıklığı ve özgürlük, esin ve boşluk” diye yanıtlar, sözlerinin
devamında muazzam bir yalnızlık olarak tarif eder yazarlığı, 50 yıl boyunca
sessiz bir odada yazarak yaşamıştır çünkü. 50 yıl içinde, roman ve öyküler,
anı, eleştiri ve deneme yazıları yazarak 53 kitap ortaya çıkarmıştı.
Bu 53 kitaptan, daha çok öykü ve romanlarıyla tanıyoruz onu, Türkçeye
çevrilmiş “Hoşça Kal Columbus ve Beş Öykü” (1959), “Portnoy'un Feryadı” (1969),
“Meme” (1972), “Bir İnsan Olarak Hayatım” (1974), “Hayalet Yazar” (1979), “Pastoral
Amerika” (1997), “Karşıt Hayat” (1986), “Aldatma” (1990), “Shylock Operasyonu”
(1993), “Bir Komünistle Evlendim”
(1998), “İnsan Lekesi” (2000), “Ölen Hayvan”, (2001), “Sokaktaki Adam” (2006), “Ve
Hayalet Sahneden Çekilir” (2007), “Öfke”
(2008), “Nemesis” (2010) kitaplarıyla… “Öfke” adlı romanı 2016’da sinemaya
uyarlandı ve Türkiye’de de gösterime girmişti. Aynı yıl “Pastoral Amerika” da
sinema seyircisiyle buluşmuştu. 2014’te Al Pacino’nun başrolünü oynadığı “Dönüm
Noktası” (2014), Ben Kingsley ile Penelope Cruz’un yer aldığı “Aşkın Peşinde” (2008),
Anthony Hopkins ve Nicole Kidman’ın oynadığı “İnsan Lekesi” (2003) de Türkiye’de
gösterime giren Philip Roth’un romanlarından uyarlanan filmlerdendi.
Kafasının Üstündeki Ses
Philip Roth’un alter egosu olarak düşünülen Nathal Zuckerman
adlı roman karakteri, “Hayalet Yazar” adlı romanında, hayranı olduğu yazar
Lonoff’un evine gider. Lonoff’un onun öyküleri için yaptığı tespit şöyledir: “Bak,
bu sabah Hope'a dedim ki: Zuckerman yeni başlayan birine göre kesinlikle son
yıllarda karşıma çıkan en ikna edici ses. Kastım üslup değil. Kastım ses: Dizlerinin
arkalarında bir yerlerden başlayıp kafanın da üzerine çıkan bir şey. 'Hatayı'
kafana takma. Sadece devam et. Oraya varacaksın."
Dizlerinin arkalarndan başlayıp kafasının üzerine çıkan o
ses, Philip Roth’un yazarlığını en iyi anlatan özelliklerden biridir.
Zuckerman, “Hayalet Yazar”ın ilerleyen sayfalarında Lonoff’un bahsettiği o sesi
açıklamaya çalışır. Zuckerman da, tıpkı Roth gibi Yahudi bir yazardır ve
yazdığı bir öykü yüzünden ailesi ona öfke doludur, özellikle babası… Babasına, Lonoff’un
bahsettiği “o ses”i anlatan bir mektup yazmaya çalışır, bütün derdi babasının
ondan utanmasını engellemektir, son yazdığı öykü aile içinde büyük bir krize
dönüşmüştür çünkü: “Bense bunlardan hiçbiri değildim; saygılı, düşünceli ve
uçuşa geçtiğim anlarda beni gaza getiren şey karşısında nankör olabilecek
kadar çok haşır neşirdim kendimle.” O ses, uçuşa geçen bir yazarın sesiydi; Zuckerman’ın
kendisi için söylediği gibi “saygılı” bir sesti, ama uçuşa geçince saygı
umurunda olmuyordu; sorgulayıcı bir sesti, küçük detaylara önem veren, ama
uçuşa geçince güçlü ve tutkulu bir sese dönüşüyordu; takıntılı ve zorlayıcı
olduğu kadar sürükleyici ve heyecan verici bir ses…
Benzeri Karakterler
Philip Roth’la ilgili yayımlanan kitaplarda, roman ve
öykülerinin otobiyografik özellikler taşıdığına dair pek çok kanıt sunulsa da yazar bu türden yorumlara karşı çıkarak,
“Yaşamımı yapıtlarımda gören okur kurmacanın gücüne gözlerini kapamış
demektir; gözleri ironiye ve insan hayatının binlerce çeşit gözlemine
kapalıdır” der, “The Nation”da yayımlanan söyleşisinde.
Edebiyat eleştirmenleri, Saul Bellow ve Doctorow’la aynı
yere yerleştirir Philip Roth’u. Bu üç romancı da başkarakterlerini yaş ve durumları açısından
kendilerine benzeyen karakterlerden seçmişlerdir, romanlarındaki yer ve zaman
kullanımı da kendi yaşamlarıyla örtüşmektedir. Ama her üçü de, bu benzerliklere
dikkat çekenlere karşı çıkmışlardır. Saul Bellow, aynı zamanda Philip Roth’un
arkadaşı ve ustasıdır. Bellow, Philip Roth’a yerel, yaşadığı çevreyle ilgili
yazmaya başlamasını, en iyi bildiği şeyi anlatmasını salık verdiği için belki
de Roth’un değişmeyen roman konularından biri olmuştur Yahudilerin yaşamı.
Gençliğinde gençleri, ihtiyarladığında ihtiyarları yazmıştır.
Her Şeyin Başlangıcı
Philip Roth, 19 Mart 1933’te New Jersey’nin Newark kentinde
Yahudi bir ailede dünyaya geldi. Newark ve orada tanıdığı insanlar, romanlarının
temel dokusunu oluşturacaktı, tıpkı Proust ya da Marquez’in romanlarındaki
gibi…
Roth, Weequahic Lisesi'nde ve Bucknell Üniversitesi'nde
okudu ve Chicago Üniversitesi'nde İngiliz Edebiyatı okuyarak yüksek lisans
eğitimini tamamladı. 1954'te, The Chicago Review'da ilk öyküsünü yayımladı,
ardından 1955'te ünlü Epoch dergisinde… 1957’de Nobel Ödüllü yazar Saul
Bellow’la tanıştı ve onun etkisiyle 1959’da “Hoşça Kal Columbus ve Beş Öykü”
adlı kitabını yayımladı. Kitap, edebiyat çevrelerinde büyük ses getirdi ve bu
kitabıyla 1960’ta National Book Awards for Fiction ödülünü aldı. Saul Bellow
gibi kendisini etkileyecek bir başka yazarla, Bernard Malamud’la bu ödül
vesilesiyle tanıştı. The Paris Review, The New Yorker gibi dergilerde peş peşe
öyküleri yayımlanmaya başlamıştı.
Aynı yıl , 1959’da evlendi ve dokuz sene sonra, 1968’de bir
trafik kazasında eşini kaybetmesi, Philip Roth için çok sarsıcı olacaktı. 1990-1995
yılları arasında Claire Bloom’la yaptığı ikinci evliliği de boşanmayla sona
erecek ve yazacağı öykü ve romanlara, bu iki evlilik de başka açılardan esin
kaynağı olacaktı.
İlk romanını 1962’de “Letting Go”adıyla, ikinci romanını
1967’de “When She Was Good” adıyla yayımlamıştı. Dünya edebiyatındaki asıl
yerini, büyük tartışmalara neden olan 1969’da yayımlanan “Portnoy’un Feryadı”
romanıyla edindi. Bu roman, 1972’de Ernest Lehman tarafından sinemaya da
uyarlandı.
Roth, ilk kitaplarıyla kendi içine kapalı Yahudi
topluluğunun dayatmalarına, ama bu arada Yahudilere yönelik ayrımcılığa,
Amerika’da mitleştirilen bireysel mutluluk, kişisel özgürlük ve sahte özgüven
gibi meselelere ironik bir üslupla saldırarak tepkileri üzerine çekmişti. Ama
ilk kitaplarının yayımlandığı yıllar 60’lardı ve edebiyatta tabulara saldırmak
olağan bir durumdu.
Philip Roth, 1965’te Pennsylvania Üniversitesi’nde
karşılaştırmalı edebiyat dersleri vermeye başladı ve 1966’da Vietnam Savaşı’nı
protesto eden eylemlere aktif olarak katıldı. “Portnoy’un Feryadı”, Roth’un
adını artık iyice duyurmuş ve romanın Avustralya’da sansürlenmesi, romana
yönelik ilgiyi arttırarak baskı üstüne baskı yapmasına neden olmuştu.
Zuckerman ve Kepesh
Roth, yazdığı her romanda farklı bir kurgu ve dil deniyordu
ve Kafka’nın böceğe dönüşen Gregor Samsa’sından esinlenerek memeye dönüşen bir roman
karakterini yarattığı ve 1972’de yayımlanan “Meme” ile 1974’te yayımlanan “Bir
İnsan Olarak Hayatım” konu ve anlatım açısından birbirinden tamamen farklıydı.
1979’da bambaşka bir projeye başlayarak, ilk olarak “Hayalet
Yazar” romanında tanıttığı ve yazarın yazma mücadelesi ve yazarlıkla ilgili
meselelerini ele aldığı Zuckerman Üçlemesi olarak bilinen romanlarını yazdı.
“Hayalet Yazar”dan sonra 1981’de “Zuckerman Unbound”, 1983’te “The Anatomy
Lesson” ve epilog olarak 1985’te “The Prag Orgy”… Ama Zuckerman, “Karşıt Hayat”
(1986), “Pastoral Amerika” (1997), “Bir
Komünistle Evlendim” (1998), The Human
Stain (2000)
“Ve Hayalet Sahneden
Çekilir” (2007), romanlarında da görüldüğü için, bu romanlar da “Zuckerman
romanları” olarak anılmaktadır.
Yazar, ortak roman karakterini, sadece Zuckerman
romanlarında kullanmadı, aynı zamanda yarattığı David Kepesh karakteri “Meme”
(1972) , “The Proffessor of Desire” (1977) ve “Ölen Hayvan” (2001) adlı
romanlarında da karşımıza çıkar. Bu açıdan, eleştirmenler Philip Roth’un
romanlarını beş bölümde toplar. Kepesh romanları, Zuckerman romanları, Nemesis
romanları olarak anılan “Sokaktaki Adam”
(2006), Öfke (2008), “The Humbling” (2009) ve 2010’da yayımlanan son romanı “Nemesis”… Bir de “Roth kitapları” olarak
sınıflandırılan “The Facts: A Novelist's Autobiography” (1988), “Aldatma” (1990),
“Patrimony: A True Story” (1991), “Shylock Operasyonu” (1993), “The Plot Against America” (2004)
romanları… Diğer kurmaca eserleri, “Hoşça Kal Columbus ve Beş Öykü” (1959), “Letting
Go” (1962), “When She Was Good” (1967), “Portnoy'un Feryadı” (1969),
“Our Gang” (1971), “The Great American Novel” (1973), “Bir İnsan
Olarak Hayatım” (1974), “Sabbath's Theater” (1995) kitapları da başka bir
bölüm oluşturur. Anı, eleştiri ve
denemeleri de ayrıca yer alır bu külliyat içinde.
Kutupsuz Yazar
Philip Roth, 1973’te “The Great American Novel”ı
yayımladığında, Demir Perde olarak anılan Sovyetler’in egemenliğindeki
ülkelerde yasaklanır. Bu durum, yazarın Milan Kundera’yla tanışması ve
dostluğuna vesile olur. Bir taraftan ABD’yi eleştiren yazılar yazıyor, diğer
taraftan Sovyetler tarafından yasaklanıyordur, tıpkı bazı Yahudi toplulukların
da, anti-semitistlerin de kara listesinde olması gibi.
“Bir İnsan Olarak Hayatım” adlı romanı yayımlandığında
Vaclav Havel’le ve Franz Kafka’nın yeğeni Vera Saudkova ile tanışır ve iyi dost
olurlar. Artık sık sık Avrupa’ya gidip geliyordur ve âşık olduğu İngiliz oyuncu
Claire Bloom’la Londra’ya taşınır 1976’da. Connecticut ve Londra arasında iki
farklı hayat sürmeye devam eder. Bu aşk hikâyesi, 1990’da evlilikle sonuçlanır,
ama evlilik sansasyonel bir biçimde 1995’te sona erer ve hem Bloom, hem de
Roth, evliliklerinin neden bittiğini yazdıkları kitaplarında da ele alırlar. Claire
Bloom, anılarını yazdığı “Leaving a Doll's House”da, Roth da “Bir Komünistle
Evlendim” adlı romanında… Claire Bloom’un, aynı zamanda Roth’un “Aldatma” adlı
romanında da yazara esin verdiğini söyleyen eleştirmenler var.
Philip Roth, son romanı “Nemesis” 2010’da yayımlandıktan iki
yıl sonra yazarlıktan emekli olduğunu açıkladı ve şimdi, 86 yaşına girdiği
bugünlerde, Connecticut’taki evinde sakin bir hayat sürüyor. Bu arada, roman
yazmasa da 2012’de İspanya’dan Austrias Prensi Ödülü ve 2013’te Fransa’dan
Legion D’honneur Nişanı aldı. Denilene göre ünlü “The Wire” TV dizisinin
yapımcısı kendisini evinde ziyaret etmiş. Kim bilir, belki romanlarından birisi
TV dizisi olarak karşımıza çıkar.
Philip Roth
Edebiyatının Sırları
Philip Roth, eleştirmenlerin de sık sık dile getirdiği gibi,
dünya edebiyatının en üretken yazarlarından birisi olması dışında, yazdığı her
romanda yeni şeyler denediği için, araştırmacıları edebiyatı üzerine sürekli
yeni teoriler geliştirmeye, farklı okuma ve yorumlamalara kışkırtıyor. Roth’un
eserlerinde en çok üzerinde durduğu meselelerden birisi, ölümlülük... Ilk
yazdığı “The Day It Snowed” adlı öyküsünden itibaren bu konu onu eserlerinde
meşgul etmiştir. Yahudi olmasının, ölümlülükle ilgilenmesinde bir etkisi olduğu
kesin, çünkü pek çok akrabasını Holokost’ta yitirdi. Doğduğu yıllar, Büyük
Buhran diye anılan bir döneme ve II.
Dünya Savaşı’na denk gelmişti. Gençliği, Vietnam Savaşı’na ve nükleer savaş
tehdidin yaşandığı yıllara. Üstelik, büyük aşkla evlendiği Margaret, bir trafik
kazasında ölmüştür. Yaşadığı bu travma, onu hayatın anlamını sorgulamaya iter. Roth’un
romanlarında hastalık, intihar, ölüm, doğal ayrıntılar olarak yer alır bu
yüzden. Insan, Roth’un eserlerinde inanılmaz derecede kırılgandır, küçük bir
hata ya da önemsiz bir tercihin bedelinin ağır olduğunu gösteren sahnelerle
doludur romanları. Ama Philip Roth, ölüm ya da hastalığa, ironik bir biçimde
yaklaşır. Bu açıdan Samuel Beckett’in hayata bakışıyla ortaklaşır sanki. Sinemaya da uyarlanan “Öfke” romanının
finalinde bu bakışı, çıplak bir biçimde ortaya koyar Roth. Öfkesine bir an
hâkim olamamanın, ki haklı bir öfke de olsa, sonucu ağır olmuştur.
Roth’un romanlarında sevdiği yazarların gölgesi, her daim
vardır. “Hayalet Yazar”da Henry James’in, hatta James Joyce’un “Sanatçının Bir
Genç Adam Olarak Portesi”nin, “Ölen Hayvan”da Flaubert’in ve her daim Kafka…
Ünlü karakteri Nathan Zuckerman’ın babasıyla olan hesaplaşması, Kafka’nınkine
çok benzer örneğin, hatta tıpa tıp aynıdır, ama bu hesaplaşmayı çok başka bir
yere götürür Roth, her defasında; “Öfke”de de, “Hayalet Yazar”da da…
Roth, hem kendi yazdıkları, hem de başka yazarların
romanları üzerinden romanlarında metinlerarasılığı gözetmiştir, hatta bunu bir
tür oyuna bile dönüştürdüğü söylenebilir. Bu yaklaşımı, onun postmodern
izleklere sahip bir yazar olarak anılmasına da neden olmuştur.
Romanlarındaki sahicilik, kendi yaşamıyla paralel yaşamlar
kurgulaması ve en iyi bildiği şeyi anlatıyor olması değildir sadece. Gerçeklik
ve kurgu arasındaki ince çizgiyi, okurun iç sesine hitap eden yorumlarla,
yüzleştirmelerle siler. “Sokaktaki Adam”da anlatıcının rüyasında yıllar evvel
intihar eden arkadaşını görüp intihar üzerine düşüncelere dalışı ve o
arkadaşının nasıl olup da gönüllü olarak kendi bütünlüğünü sonsuz bir hiçlik
için terk edebildiğine dair sorgulamaları, bütün detaylarıyla hakiki bir yan
taşır, insanın iç sesine karışarak. Her şey gerçektir onun romanlarında ve
yazara göre gerçeklik, yani hayat da bir söyleşisinde dile getirdiği gibi
kurgudan ibarettir. Roth’un 50 yıllık yazarlık serüveninde peşinde olduğu şey, hayatın
bu kurgusunu anlamaktı belki de.
Roth’un romanları, özellikle psikanalitik eleştiri açısından
oldukça caziptir; çünkü iki büyük güç, yaşam ve ölüm arasındaki bu savaşta cinselliğe
ayrı bir ayırır Roth; bilinçdışının varlığını, dolaylı ve dolambaçlı hayallerle,
şakalarla, bastırılmış arzularla, diyaloglarda ve anlatıcıların iç seslerinde
karşımıza çıkarır sürekli.
Örneğin “Karşıt Hayat”ta, diş hekimi Henry’ye , hastası
Maria’nın, onun görünümünde bir erkeğin muhtemelen şehirdeki bütün kadınlarla
yatabileceğini söylemesi, kendisine söylenene dek, böyle bir şeyin Henry’nin
aklından geçmemiş olması, bir yandan eşi Carol’a karşı yaşadığı suçluluk
duyguları öylesine sahici ve psikolojik bir derinlik içinde verilir ki…
Henry’nin kalp hastası olmasıyla birlikte, kullandığı ilaçlar yüzünden
iktidarsızlık sorunuyla karşılaşması ve cinselliğin hayatındaki önemine dair
yaşadığı sorgulamalar, hem trajik, hem de komik pek çok olayın yaşanmasına
neden olur. Bütün bu süreç ve sorgulamalar, bilinçdışı içeriğin
yönlendirmeleriyle gelişir ve tamamen hayatın içindendir. Ama cinselliğe
romanlarında yer veriş şekli, feminist eleştirmenlerin tepkisini de çekmiştir
sıklıkla, kaba ve cinsiyetçilikle suçlandığı olmuştur.
Philip Roth, okuru sıkabilecek ama gerekli de olan
detayları, özet olarak vererek akıcılığı ve sürükleyiciliği gözetmiştir
çoğunlukla.
“Karşıt Hayat”ta,
Zuckerman âşık olduğu Maria’ya mektubunda şöyle yazar: “Balzac ölürken, ölüm
döşeğinden karakterlerine seslenmişti. O korkunç vakti beklemek zorunda mıyız?
Kaldı ki, sen salt bir karakter değilsin; hatta ne karakteri, hayatımın gerçek,
canlı bir dokususun. Gaddarca baskı altına alınmış olmanın dehşetini anlıyorum;
fakat bunun, sana ait olan ama bana ait olmayan hayal gücünde nasıl da
ölçüsüzlüklere yol açtığını görmüyor musun? Sanırım şöyle denebilir: Ben bazen,
diğer insanların her zaman icra etmeyi isteyecek kadar ilginç bulmadıkları
belirli bir rolün nispeten sarihlikle oynanmasını gerçekten arzu ediyor, hatta
buna ihtiyaç bile duyuyorum. Kendimi savunmak için, benliğimden istediğim şeyin
bundan geri kalır bir yanı olmadığını söyleyebilirim. Zuckerman olmak, insanın
kendisi olması şeklinde düşünülen şeyin tam karşısında duran uzun bir
performanstır. Aslında, en çok kendileri gibi görünenler, olmak istediklerini
sandıkları, olmaları gerektiklerine inandıkları şeyi ya da standartları artık
her kim belirliyorsa onun sempatisini kazanacakalrı bir şeyi karakterize
ediyorlarmış gibi geliyorlar bana. Öylesine samimi davranıyorlar ki samimi
davranmanın eylemin ta kendisi olduğunun farkına varmıyorlar. Bununla beraber,
kendi kendisinin farkında olan kimi insanlar için bu mümkün değil: Kendilerini
kendileri olarak tahayyül etmek ve kendilerime ait gerçek, hakiki ya da özgün
hayatı sürmek, onlara her şeyiyle bir halüsinasyon gibi geliyor.”
Philip Roth’un bu satırları, kendisinin romanlarındaki
konumunu açıklar sanki, kendisinin farkında olan biri olarak, her şeyiyle bir
halüsinasyona dönüşen ya da dönüştürülen hayatın gerçekliğini sorgulayan. Zuckerman
için söylediği gibi, Philip Roth olmak uzun bir performans olarak çıkar
karşımıza romanlarında, insanın kendisi olması gereken şeyi araştıran…
Bülent Usta (Milliyet Kitap, Mart 2018)