Özerk varoluş mücadelesi için bir bilge
Posted: 5 Ocak 2018 Cuma by bülent usta in
0
“Yazmak benim için tek başına oynanan,
bana hoş sıcaklıklar yaşatan bir oyun” demişti bir söyleşisinde Engin Geçtan.
Bu 'hoş sıcaklık', kitaplarından okura da yayılıyor olmalı ki, Filiz Aygündüz
de Bir Kahve İçimi adlı Milliyet gazetesindeki köşesinde, Engin Geçtan’ın Metis
Kitap etiketiyle bugünlerde yayımlanan kitabı için “’Orada Bir Arada’yı elime
aldığımda yağmur yağıyordu. İlk sayfada cemre toprağa düştü yeniden” diye
yazmıştı.
Psikiyatrist, psikoterapist, öğretim
üyesi, mesleki ve kurgu kitapların yazarı, radyo programcısı ve DJ olarak
tanıdığımız Engin Geçtan, bilgi ve deneyimiyle bu topraklarda yetişmiş önemli
değerlerden. Pek çok kişi, onun kitapları aracılığıyla kendisiyle yüzleşebilme
cesaretini kazandı. Bunda onun edebiyatçı yanının, dille kurduğu ilişkinin,
incelikli olduğu kadar soğukkanlılığını kaybetmeyen duruşunun etkisi olduğu
kesin. Daha da önemlisi, pek çok disiplinden ve hayat tecrübesinden beslenen
düşünür kimliğiyle kitaplarını kaleme alması. Ayrıca, okurun “kendisiyle
yüzleşebilme cesareti” göstermesi, Geçtan’ın zaman zaman dile getirdiği gibi,
kendisinin de “yürekli” bir psikoterapist ve yazar oluşuyla alakalı olsa gerek.
Yürekli olmaktan kastettiği şey, “şimdi ve burada”, yapmacıklıktan uzak bir
biçimde kişinin kendisi olarak var olabilmesi.
Engin Geçtan, psikiyatrist ve
psikoterapist olarak Türkiye’den Amerika’ya uzanan mesleki bir tecrübeye ve
birikime sahip, bu alanda yayımlanmış çok değerli çalışmaları da var. Ama aynı
zamanda, deneme, anlatı ve romanlarıyla da bir edebiyatçı. Zaten psikoloji ve
edebiyat, meselesi insan olduğu için uzak değiller birbirlerine. Freud’dan
Jung’a psikolojinin öncü isimleri de edebiyata ve sanata çalışmalarında geniş
yer ayırmışlardı. Engin Geçtan’ın psikoterapiyle hem kuramsal olarak ilgilenen
hem de Anadolu’nun kırsal bölgelerinden metropollere uzanan uygulama
tecrübesiyle edindiği insan hikayeleri ve yurt dışı deneyimleriyle, insana ve
hayata farklı açılardan bakan yapıtlar kaleme alması, bir şans oldu edebiyat ve
düşün dünyamız için. Kendisiyle yapılan söyleşilerde ve anılarından bahsettiği yazılarında,
örneğin Konya’da genç bir psikiyatrist olarak çalıştığı zamanların kendi
mesleki ve düşünsel yaşamındaki öneminin altını çizer, aynı zamanda Amerika'da
uzmanlık eğitimi aldığı ve çalıştığı dönemdeki tecrübelerin kendisine
kazandırdığı bakış açısı ve farkındalığı da özellikle “Rastgele Ben” kitabında
detaylı olarak anlatır. Konya ve New York’ta yaşadığı deneyimler birbirinden
çok farklı olsa da, psikiyatrist ve yazar olarak kendi “oluş” sürecinde
sıçramalara neden olmuş, bu sıçramalar hem meslek hayatının, hem de yazarlığının
kaynaklarını oluşturmuştur. Zaten hayat hikâyesini, Ankara, İstanbul, İzmir,
Konya, New York gibi şehirler üzerinden anlattığını görürüz; kendisinin sık sık
dile getirdiği gibi “Fonsuz bir figür olmaz” çünkü; ama ülkelerden çok şehirler,
hatta semtler fondadır ve o fonlara göre figür değişiklikler gösterir, gelişir,
yolculuk arayışın kendisine dönüşür.
Geçmişe Gitmek
Engin Geçtan, söyleşilerinde ya da
otobiyografik bir anlatı olan “Rastgele Ben” adlı kitabında, hayat hikâyesini kronolojik
olarak ele almayı pek tercih etmez. “Dersaadet’te Dans” adlı romanın girişinde
şöyle yazmıştır: “Konu yaşamın kendisi olduğunda hikâyeye neresinden
gireceğiniz önemli olmayabilir. Yaşam sinema filminden farklıdır. Bir film
başından izlenmediğinde, karakterleri tanımakta, olayları kavramakta
zorlanırız. Oysa birbirimizin hayatına aradan bir yerden giriveririz. Şimdiki
zaman, geçmiş ve gelecek, birlikte, hemen orada yaşamaya başlar ve sürekli yeni
hikâyeler yaratılır.” Romanında geçen bu satırlar, edebiyatçı kimliğinin
psikoterapist kimliğiyle ilişkisini de göstermektedir. Psikoterapide geçmişe
gitmek yerine geçmişin bugüne getirilmesi amaçlanır çünkü. “Seyyar” adlı kitabında
bu süreci şöyle anlatır Geçtan: “Yakın geçmişte, terapiye gelen birine, onun
bugününe ilişkin bir izlenimimi aktardım, tek cümleyle. O cümle zincirleme bir
tepkiyle geçmişi bugüne doğru hareket ettirmeye başladı ve geçmişle hesaplaşmayı
içeren bazı olayların yaşanmasına kadar uzandı. Kurgusuz gelişen ve kendisini
kurgulayan sürecin sonunda, o kişinin önünde yeni ayarlara açık bir alana
dönüşüverdi.”
Engin Geçtan, biyografi ve otobiyografi
okumayı sevse de, bu tür kitapları yanıltıcı ve sınırlayıcı bulduğunu, mutlaka
bir abartı barındırdığını dile getirmiştir. Hatta kendisiyle ilgili de böyle
bir kuşku taşıyıp, İzmir’de geçen çocukluğuyla ilgili abartılı ve süslü
ifadeler kullanıp kullanmadığını sorgular. Her ne kadar hayatının bir “projeler
dizisi” olmadığını, bu yüzden “dönemler” olarak algılayamadığını söylese de,
İzmir’de başlayan ve New York’la devam eden hayat hikâyesini kitapları
aracılığıyla izini sürdüğümüzde, spontan bir biçimde olsa da dönemlere
rastlamak ilgi çekicidir. Geçtan’ın, “projeler dizisi” bir hayat yaşamaya
tepkisinin en önemli nedeni, kitaplarında bu çağa dair getirdiği eleştirilerden
biri olan ve son kitabı “Orada Bir Arada”da altını çizdiği “dışı boş
mikrokozmos”lar hâlinde bir yaşam süren günümüz insanının yabancılaşma meselesidir.
Toplumun onayını sağlamak amacıyla insanın dış dünyaya karşı taktığı maske olan
“persona” benliğin yerini aldıkça “proje hayatlar” da çoğalmıştır. Sosyal medya
ve tüketim toplumunun “persona”ları teşvik ettiği günümüzde, “hayatın anlamı”
meselesi de bir krize dönüşmüştür. Hissettiğin ya da olduğun kadar değil de,
görüldüğün ve beğenildiğin kadar hayatta var olunduğu yanılsaması... Engin
Geçtan’ın söyleşi ve kitaplarında anlattığı hayat hikâyesi, romanları için
söylediği gibi “kendi kendisini kurgulayan bir hikâye” olarak çıkar karşımıza.
Şehirler Arası Hayat
1932 yılında İzmir Karşıyaka’da doğan
Engin Geçtan, “Seyyar” adlı, kendisiyle yapılmış söyleşilerin yer aldığı
kitapta, çocukluğunu, dostlukları ve komşuluk ilişkileri sıcak olsa da kimsenin
birbirinin alanına girmediği, İtalyan, İngiliz, Fransız ve az sayıda
Levanten’in de yaşadığı bir çevrede geçirdiğini anlatır. Bilgi taşıma amaçlı
hayata renk katan dedikodular dışında, kimsenin kimseyi yargılamadığı bir
ortamda çocukluğunu geçirmesinin kendisi için bir şans olduğunu sonradan fark
ettiğini söyleyecektir. Daha sonra, yazdığı “Dersaadet’te Dans” ve “Kızarmış
Palamutun Kokusu” romanlarına esin verecek olan İstanbul’a taşınır. Engin
Geçtan’ın İstanbul’a karşı duyduğu aşk, mimarisi ve doğasından çok –elbette
bunlar da etkilidir- “yüzyılların birikimi olan yaşam biçimlerinin ve
yaşantıların sürprizleri”yle ilgilidir daha çok. Jung’un tanımladığı ve Engin
Geçtan’ın kitaplarında önemini sürekli vurguladığı “gölge” arketipinin özgürce
dolaştığı bir yerdir İstanbul. Tabii şehrin geri kalanına göre plastik kalan yeni
semtlerini bunun dışında tutar.
Engin Geçtan, 1956’da İstanbul Tıp
Fakültesi’nde okumaya başlar. Mezun olacağı günlerde ne yapmak istediğine dair
hiçbir fikri yoktur. Arkadaşlarının etkisiyle Amerika’ya seyahat edince, daha
çok bir macera özlemiyle orada bir hastanede “intern” olarak çalışmaya başlar.
Amerika’ya hangi koşullarda gittiğini ve orada yaşadığı değişimi “Rastgele Ben”
adlı kitabında detaylı olarak anlatmaktadır. İntern’liğinin sonunda artık
psikiyatride uzmanlaşma konusunda karar vermiştir Geçtan. 1956-1961 yılları
arasında Colombia ve New York üniversitelerinde, psikoloji, dinamik psikiyatri,
nöroloji ve çocuk psikiyatrisi üzerine eğitim görür. Geçtan, “Gençlik
deneyseldir” diye yazmıştı. Kendi gençliğinin deneyselliğiyle, “dipsiz bir kuyu”ya
benzettiği New York’ta, insan ve kültür çeşitliliği içinde, her ne kadar
hastanelerde çok yoğun çalışıyor olsa da, müzikle, özellikle cazla başka bir
yoğunlukta tanışır, farklı hayatlar keşfeder. “Orada Bir Arada” kitabında
anlattığı grup psikoterapisiyle de ilk olarak Amerika’da karşılaşır. Aslında
psikiyatri ve psikoterapiyle ilgili alt yapıyı, o yıllarda alanlarında çığır
açmış ünlü psikiyatristlerden dersler almasıyla edinir. Bir yandan Karen Horney
ekolününün seminerlerine katılır.
'Biz Kimiz?' Sorusu
Türkiye’ye döndüğünde, askerlik zorunlu
hizmeti için Konya’ya gider. Amerika’dan genç ve idealist bir psikiyatrist
olarak geldiği Konya’nın mesleki yaşamındaki yeri başka olacaktır. Konya’da
tanıştığı hekimlerin cesaretlendirmesiyle, iki odalı bir muayenehane açar. “Bir
tür devrim”dir onun için bu adım; Anadolu’nun kırsal kesiminden insanlarla
tanışmasının yanı sıra, kendisinin de ifade ettiği gibi “dünya içindeki yerini
kavramasında katkıda bulunacak olağanüstü bir deneyim”e dönüşecektir
muayenehanede geçirdiği zaman. Muayehane deneyimi, beklediğinden çok daha
başarılı olacak, Konya’nın köylerinden dahi insanlar gelip onu görmek için
sıraya girecektir. Psikoterapinin, gelen hastaları dinlemenin, onlarla kurduğu
terapötik ilişkinin ne kadar etkili olabildiğini bu sayede deneyimleyecektir.
Orada aynı zamanda Maarif Koleji’nde İngilizce biyoloji dersleri de verir. Bütün
bunlar yaşanırken, ünlü psikiyatrist Rasim Adasal’ın kendisini ve yaptıklarını
Ankara’dan izlediğinden habersizdir Geçtan. Sadece Adasal da değil, Doğan Karan
gibi psikiyatristler de varlığından haberdardır, ama kendisine sunulan parlak
maaşlı işler yerie ODTÜ’de ve Ankara Üniversitesi’nde dersler vermeyi, Ankara
Ruh Sağlığı Dispanseri’nde çalışmayı tercih eder. O yıllarda, Ankara
Radyosu’nda koruyucu ruh sağlığı programları yapmaya başlar ve Erhan İmset’in
ardından ünlü romancımız Adalet Ağaoğlu, yaptığı radyo programlarının
prodüktörü olur. Bu arada Milano’dan Zagreb’e, dünyanın çeşitli yerlerine
seyahatler yapar, hem mesleki, hem de edebi çalışmaları yayımlanır birbirinin
ardı sıra. İstanbul’a taşındıktan sonra Boğaziçi ve Marmara üniversitelerinde
dersler vermeye başlar.
Engin Geçtan’ın arayış yolculuğu,
Türkiye için söylediği “Her şeyin her türünün aynı potada olmasından kaynaklı
deli enerjisi” sözünü hatırlatır bir bakıma. Geçtan’a göre, “Ben kimim?”
sorusuna doyurucu bir cevap, ancak “Biz kimiz?” sorusuyla ulaşacağımız cevapla
mümkün olabilecek bir şeydir.
Bir Düşünür
Engin Geçtan, kurmaca olmayan kitaplarında,
psikoretapiyi ve bireyi merkeze alsa da felsefeden siyaset bilime, hatta fizik
bilimine uzanan disiplinlerarası bir yaklaşım sergiler. Jung’dan bahsederken
uzun uzadıya kuantum fiziğinden bahsedebilir. Üçüncü sayfa bir gazete
haberinden felsefi ya da siyasi çıkarsamalarda bulunup sözü psikoterapiye
getirebilir. Bu açıdan, daha çok bir “düşünür” olarak çıkar karşımıza. Bir
düşünür olarak Engin Geçtan’ın “üst sistemler”le bir alıp veremediği olduğunu
görürüz. Yeni çıkan kitabı “Orada Bir Arada”da karşımıza çıkar ‘üst sistemler’
ve kitabın karakterlerinden Dr. Q’nun ‘kendi yarattığımız canavar’ dediğini
duyarız. Dr. Q’ya göre, insan evrimleşerek doğaya üstünlük sağlayıp ona egemen
olabileceği yanılsamasına kapıldığında, hesap edemediği bir şey ortaya
çıkmıştır: “Doğadan kopmanın insanı gezegenin en yalnız ve kırılgan varlığı
haline getirebileceği. Doğanın yerine başka bir şey koyması gerektiğini fark
ettiğinde kendi tuzağını da yaratmış oldu.” Bu tuzak, uygarlık denilen 'üst
sistemleri' geliştirdi ve insan bu sistemlerin hakimiyetine girerek kendisine
yabancılaştı. “Dış dünyaya karşı ikiyüzlülük, kendimize karşı ikiyüzlülüğü de kapsar
ve hayatımızın omurgası haline gelir. Bizi kızgın yapan da işte bu ikiyüzlülüğe
katlanmak zorunda kalmak” diyen Dr. Q’nun sözleri, günümüzde gündelik hayatın
içinde arttığına tanık olduğumuz şiddeti anlamamız için de bir kapı aralar. Engin
Geçtan’a göre çözüm, bu ikiye bölünmüşlüğün arasındaki mesafeyi azaltarak
kendimizle ilişkimizdeki ikiyüzlülüğü asgari düzeye indirmektir. Engin Geçtan,
“Zamane” ve “Hayat” adlı kitaplarında da “üst sistemler” ve “ikiyüzlülük”
meselelerini ele alır.
Geçtan’ın yine kitaplarında sık
sık “gölge” arketipinden bahsettiğini görürüz, Jung’un geliştirdiği kuramdan
yola çıkarak. “Zamane” kitabında tarif ettiği gibi, “İnsanın hayvan yönünü
barındıran bu kişilik bölgesi”, arketiplerin belki de en güçlüsü ve
tehlikelisidir. Tehlikelidir, çünkü insan, “gölge”yi bastırarak, onu
ehlileştirerek uygarlaşırken aşırıya kaçabilmekte ve bu yüzden
kendiliğindenliğini, yaratıcılığını, sezgilerini, duygusallığını ve içgörüsünü
körelterek, ruhsuz ve sıkıcı bir hayata kendisini mahkûm etmekte, bu da
“gölge”nin isyanıyla sonuçlanmakta, ruhsal rahatsızlıklar ve şiddet ortaya
çıkmaktadır. Bu tespitlerini, gündelik hayatın içinden örnekler vererek açıklar
Engin Geçtan, cinayetle biten park yeri tartışmaları, kendi halinde hayat
sürerken cinnet geçirenlerin hikâyeleri, “üst sistemler”, “ikiyüzlülük” ve
“gölgenin isyanı”yla anlamlı bir hale gelir. Engin Geçtan, “özerk insan”dan
bahseder sık sık, yaşanılan “kimlik krizi”ne ve “üst sistemler”in neden olduğu
tahribata karşı, insanın tutarlı bir kimlik geliştirebilmesi, ancak iç sesiyle
uyumlu tercihler yapabilmesiyle mümkün olabilir.
Engin Geçtan, Türk edebiyatının kendine
özgü yazarlarından biridir. “Kırmızı Kitap”, “Kırmızı Palamutun Kokusu”,
“Tren”, “Kuru Su”, “Mesela Saat Onda”, “Bir Günlük Yerim Kaldı İster misiniz?”,
“Dersaadet’te Dans” romanları ve “Rasgele Ben” anlatısıyla, varoluş sancısını
aşmaya dönük bir edebiyatın izini sürüyor yazar. Kendisinin bir söyleşisinde
dile getirdiği gibi, nereden kaynaklandığını bilmediği bir dürtüyle ve
“tasarlanmadık zamanlarda” kaleme aldığı romanları, neredeyse kendi kendisini
yazdırmıştır. Bu yazdırma, bir bilinmezliğin içinde zaman zaman duraklayarak, zaman
zaman da hızına yetişemediği bir akış içinde, Engin Geçtan’ın tabiriyle bir
oyun halinde gerçekleşir. Bu oyun ve bilinmeze akış, ister istemez yazarın sık
sık dile getirdiği ‘gölge’ arketipini çağrıştırmaktadır. Bir binanın antresinde
asönser bekleyen erkek ve kadın, soğuk bir kış sabahı trene yetişmeye çalışan
bir adam, İstanbul Havalimanı’na inişe geçmiş bir uçaktaki adam ve bütün bu
karakterlerin yaşadıkları şehirler ve geçtikleri sokaklarda bıraktıkları
hikâyeler, Engin Geçtan’ın serbestçe dolaşan “gölge”sinin bir oyunu gibi, romanlardaki
yazarın geçmişiyle bağlantılı ayrıntıları düşününce. Engin Geçtan, kendi
“gölge”sinden çok, duyargalarının açık olmasından kaynaklı olarak arketiplerin
kendi kendilerini romanlarında ifade ettiğini, daha çok insanlığın varoluş
trajedisi üzerine yoğunlaştığını söylüyor.
Bir Arada Yaşamak
Egin Geçtan’ın yeni kitabı “Orada Bir
Arada”yı, psikoterapi ve edebiyatın buluştuğu bir çalışma olarak
değerlendirilebilir. Kitapta yer alan karakterlere ad seçerken, romanlarındaki
karakterlerin adlarını kullanması dikkat çekici. Örneğin Karyoka adını,
“Dersaadet’te Dans”ta duymuştuk ilk defa. Geçtan’ın diğer kitaplarında olduğu
gibi “Orada Bir Arada” felsefe ve siyaset bilimi gibi başka disiplinler alttan
alta varlığını hissettiriyor, özellikle insanın doğadan kopuşunun ve üst
sistemlerin birey üzerindeki etkilerinin ele alındığı sayfalarda. Çünkü,
kitabın adının da sezdirdiği gibi 'bir arada' yaşamanın olanaklarını
araştırıyor Geçtan.
Geçtan, 30 yılı aşkın bir zaman
sürdürdüğü grup psikoterapi seanslarındaki deneyimlerinden faydalanarak, farklı
sosyal sınıf ve kültürlerden sekiz karakteri, Dr. Q’nun gözetiminde bir odaya
kapatıyor ve bu kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini, sanki bir tiyatro oyunu
yazarmış gibi diyaloglar üzerinden aktarırken, pek çok kişinin kendisinden bir
şeyler bulabileceği, her biri kendi başına bir roman olacak kadar derin ve
çarpıcı insan hikayeleriyle buluşturuyor. İnsanların sahip olduğu hayat
hikayelerinin şimdiki davranışlarını ve düşüncelerini nasıl belirlediğini,
'öteki' aracılığıyla kazanılan farkındalık ile yaşanan içsel özgürleşmenin
bireyler arasındaki ilişkileri nasıl olumlu olarak etkilediğini gözler önüne
seriyor.
Kitap, “Tanışma”yla başlayan ve “Tatil
Öncesi”yle sona eren yedi bölümden oluşuyor. Üçüncü bölüm olan “Açılma”ya kadar
olan kısım, daha çok grup içinde güven ilişkisinin kurulmasına yönelik tartışma
ve farkındalıklardan oluşuyor. İkinci bölüm “Tartma”nın sonunda Tabu, söze
karışarak “Burada hepimiz isyankârız galiba. Herkesin var olanın ötesini talep
eden bir hali var” diyerek durumu özetleyince, Dr. Q, çarpıcı bir yorumda
bulunuyor: “Zaten buraya yalnızca bir ayağı içeride bir ayağı dışarıda olanlar
gelir. İki ayağı aynı alanda olanlar, aynı yaşantıları tekrarlayıp durarak
ciddi çatışmalar yaşamadan hayatlarını sürdürürler.”
Kitaptaki sahneler, yaşadığımız toplumu
en çok zorlayan şeyin sınırların muğlaklığı olduğunu düşündürtüyor. Özerk birer
varoluşa sahip bireyler olmamız, sınırlarımız sayesinde mümkün olabilecek bir
şey çünkü. Katılımcıların hikayelerini dinleyince, özellikle aileden kaynaklı
'sınır' sorunları olduğu, hislerini ve arzularını anlamakta bu yüzden zorluklar
yaşadıkları anlaşılıyor.
Engin Geçtan, otobiyografik anlatı
olarak kaleme aldığı “Rastgele Ben”in sonlarında şöyle diyordu: “Kendimizi
‘ben’ olarak algılayabilmek, o anda içinde bulunduğumuz dünyayla birlikte
olduğumuzu fark edebilmeyi içerir.” “Orada Bir Arada”, teknolojinin insanlar
arasında duvarlar örerek yalnızlaştırdığı bir dünyada, neden 'bir arada'
yaşamak zorunda olduğumuzun ve 'bir arada' yaşayabilmek için de önce 'orada',
birbirimizin varlığını hissederek var olmamızın yaşamsal önemini anlatıyor. Kitapta
Dr. Q’nun da dediği gibi, 'aidiyet', doğadan kopmuş ve yalnızlığa mahkûm olmuş
bizler için hayati bir öneme sahip. Ait olmadan da 'orada' ve 'bir arada' var
olabilir miyiz?
"Şikayet ve yakınma, aynı zamanda
iyi bir uyuşturucudur"
Engin Geçtan'a yeni kitabı vesilesiyle
birkaç soru sorduk. Geçtan Milliyet Kitap ekine hem kitabını, hem de kitaptaki
bazı detaylar üzerinden günümüzde karşı karşıya kaldığımız sorunların
nedenlerini anlattı.
* Kitaptaki grup psikoterapisinin
çerçevesini belirleyen Dr. Q’nun işlevini, sizce gündelik hayatta ne
üstlenebilir? Kitapta herkesin birlikte müzik dinlediği o etkileyici ânı
düşününce, bu işlevi sanat yerine getirebilir demek doğru olur mu sizce?
Vaktiyle biri bana “Müzik sizi değiştiriyor”
demişti, daha önce farkında olmadığım doğru bir saptamaydı, müziğin
değiştirdiği kişiler tabii ki benimle sınırlı değil. Müziğin insanları
birleştirici bir yanı olduğu görüşünüze katılıyorum. Milli marşlar bu amaçla
yazılmamışlar mıdır? Yine de tutkunu olduğum bu konu, yani müzik, tek başına
Dr. Q’nun işlevine eşdeğer bir etki yaratamaz. Sorunuzun cevabı metnin başka bir yerinde geçiyor: “Yaratıcı
düş gücüne olabildiğince alan açmak.”
Mevcut eğitim sistemleri hafız modelini hâlâ sürdürmekte. Nitekim dünyadaki
eğitim kalitesi sıralamasında 101’nciyiz. Geçmişe baktığımda kendim de hayatla
ilgili çoğu şeyi okulda değil, dışarıda öğrendiğimi görüyorum. Yakın zamanda
Finlandiya’da okullarda dersleri kaldırdılar. Amerika’da da benzer bir deneme
yapıldığını duydum. Neden dönüp oralarda ne oluyor diye bakmıyoruz? Ülkemizdeki
eğitim sistemlerinin bir bölümü, boş zamanlarını, telefonda içeriği boş
sohbetlerle, sabun köpüğü TV programlarını seyrederek, futbol dedikodusu
yaparak, başkalarının hayatlarını izleyip onları yargılama ya da onlara tapınma
ile geçiren ve dünyaya hiçbir açılımda bulunamayan cahil bireylerin yetişmesine
zemin hazırlama potansiyelini içermekte. Tek doğru kendisininki olduğuna
inandığı için, dünyadaki farklı modellerden esinlenmekten yoksun toplumların
kültürel zenginleşmesi sığ seviyelerde kalmaya mahkûmdur. Üstelik bunu aşmış
kişilere geliştirdiği hasetle. Üst-sistemlerin kendilerine verdiği şekille
yetinip, kendilerine yine kendileri olabildiğince şekil vermek için hiç çaba
göstermeyen insanlardan söz ediyorum.
* Kitabın bir yerinde, 'dışı boş
mikrokozmos' tanımlaması yapılıyor. Günümüzde kimlik sorununun çözümü sanki
'dış boş mikrokozmos'larda aranıyor, Dr. Q’nun Mahidevran’la ilgili tespitini
düşününce. Kendi çiftliğinde doğayla haşır neşir olması, iyi bir hayat sürüyor
olması, Mahidevran’ın aidiyet sorununu çözmüyordu. Kimlik sorunu, yanlış bir
yerden tartışılıyor olabilir mi?
Her figürün bir fonu olması gerekir,
fonu olmayan figür olamaz. Kimliğimiz de kendimizle başlayıp biten bir şey
değildir ki. İçinde yaşadığımız toplumun, hatta dünyanın yarattığı fon üzerinde
gelişir. Kendi sınırlarının ötesindeki dünyalardan bihaber kişilerin kimlikleri
de cılız kalmaya mahkûmdur. Mahidevran’ın üstesinden gelmeye çalıştığı şey de
buydu.
* Kitap, tıpkı dünyanın şu an içinde
bulunduğu durum gibi fazlasıyla gergin bir atmosferde başlıyor. Dr. Q, bu
gerginlik karşısında hiç panik yapmadan, herkesin birbirini anlaması için
zamana ihtiyaç olduğundan ve bunun olabilmesi için de önce herkesin kendisini tanıması
gerektiğinden bahsediyor. Bir söyleşinizde insanın kendisini tanımasının
önündeki en önemli engelin 'üst sistemler2 olduğunu söylemiştiniz. Nasıl
mücadele edilebilir 'üst sistemler'le?
Doğduğumuz andan itibaren
üst-sistemlerin etkisindeyiz, ilk temsilcisi olan anne ile beraberliğimizle
başlayarak. Üst-sistemi yukarılarda aramaya gerek yok. O, yanımızda, sağımızda,
solumuzda, her yerde ve tabii içimizde. Yani üst-sistemlerin dışında onunla
mücadele edecek kimse yok ki! O zaten hepimizin içinde. Ama belki saf
kalabilmiş Avustralyalı Aborijinlerden bu konuda bir şeyler öğrenebiliriz.
* Kitapta karakterlerin hikayelerini
kendi sözleriyle okurken, hikayelerin kurgusunun ve onların nasıl
yorumlandığının önemi ortaya çıkıyor. Asma’nın anlattığı hikayeye, Karyoka’nın
“Sence sen hayat mağduru musun Asma?” yorumu, Asma’nın “Bilmiyorum” diyerek
suskunlaşmasıyla sarsıcı bir yüzleşmeye dönüşüyor. Mağdur olmanın cazibesi ve
işlevi hakkında ne söylersiniz?
Mağdurla özdeşleşenler genellikle
kendilerini ezik ve mağdur hisseden, ama bunun bilinçli olarak farkında olmayan
insanlardır. Ancak bizim kültürümüzde mağduriyet, çevreyi yönlendirmek için
saldırgan amaçlarla da kullanılır. Mağdur kişiden fazla sorumluluk beklenmez,
üstelik taleplerinin karşılanma olasılığı yüksektir. Şikayet ve yakınma, aynı
zamanda iyi bir uyuşturucudur ve kültürümüzde çok yaygındır. Başka kültürlerde,
örneğin Amerika’da şikayet hiç hoş karşılanmaz, grup terapide de öyle.
* Kitapta, karakterlerin kişilik
özellikleri, patolojileriyle uyumlu bir biçimde verilmiş. Örneğin bir
katılımcıyı anlattığı hikayeye ve verdiği tepkiye bakarak hemen “Narsisistik
kişilik bozukluğu” tespiti yapmak mümkün, ama yanıltıcı da olabiliyor bu
elbette. Bu anlamda, bu kitap aracılığıyla, okuru bir grup psikoterapisi deneyiminin
nasıl olabileceği bilgisini de vermek istediğinizi söyleyebilir miyiz?
Evet, özellikle bu tür konulara ilgi
duyan okura ve grup psikoterapi konusuna henüz aşina olmayan genç
meslektaşlarıma ve adaylarına... Psikiyatri son zamanlarda psikobiyolojik
boyutuna ağırlık verme eğiliminde, öyle olması da beklenir bence. Ancak
iletişim konusunda yaşanan zorluklar göz önünde bulundurulduğunda, grup
psikoterapi tarzı çalışmalara yine de ihtiyaç duyulacaktır. Nitekim metindeki
karakterler günlük hayatımızda her zaman çevremizde bulunan ya da ilişki
halinde olduğumuz nitelikte kişilerdir. Katılanlar adına konuşamam ama üye
olmadığım halde yıllarca sürdürdüğüm bu beraberliklerden kendim de bayağı
yararlanmış olduğumu düşünüyorum.
* Kitabın sonlarına doğru Dr. Q, “Çünkü
doğadan kopmuş varlıklar olarak, aidiyet hepimiz için hayati bir ihtiyaç”
tespitini yapıyor. Bir söyleşinizde, doğadan edinilmiş bilgeliğin ancak
arınmayla, 'insanın hâlâ saf ve arı olduğu en derinlerine doğru bir yolculuk'la
mümkün olduğunu ve bunu engelleyen tek şeyin de sadece para ve mal ile sınırlı
olmayan 'mülkiyet tutkusu' olduğunu söylüyordunuz. Aidiyet için mülkleşme de
denebilir mi?
Bence denilebilir. Doğadan kopma sonucu
birbirimize muhtaç varlıklar halinde yaşıyoruz, o nedenle de biraz kızgın.
Aidiyet güvenlik sağlar, güvenlik ise bağımsızlığımızdan ödün vermeyi
gerektirir. Bir anne bebeğini "Benim bebeğim" olarak algılar ve
sever, kendi uzantısıymış gibi. Sonu ‘m’ harfiyle biten kelimelerle konuşmaya
çalışın konuşamazsınız. O ‘m’lerin çoğu mülkiyetle ilintilidir.
* Kitabın sonunda yer alan açıklamada,
sinema ve tiyatronun görsel olanaklarından yoksun olmanın zorluklarından
bahsediyorsunuz. Bu eserin tiyatroya ya da sinemaya uyarlanması hakkında ne
düşünürsünüz?
Sinema filmleri genellikle hareket ve
mekan değişiklikleri içerir, hatta bunun için çekim öncesi uygun mekanlar
aranır. Bu metinde yaşananlar farklı zamanlarda bile hep aynı mekanda geçiyor.
Yıllar önce Ankara’da bir sinemada sürekli aynı mekanda geçen “Who is Afraid of
Virginia Wolfe” filmini seyrederken seyircilerin bir kısmı zamanla salonu terk
etmişti. Tiyatrodan söz ettiğinizde bir an olabilirmiş gibi geldi, tabii
isabetli bir casting ile. Ama konu beni yine de aşar, bence böyle bir
değerlendirmeyi ancak tiyatro sanatçıları yapabilir.