Gölgeler arasında...

Posted: 5 Ocak 2018 Cuma by bülent usta in
0


Hasan Ali Toptaş’ın romanları arasında gezinirken gece vakti masa lambasından duvara vuran gölgeme bakıyorum. Tıpkı onun romanlarındaki gibi gölgenin benden bağımsız hareket ettiğini hayal ediyorum, onunla konuştuğumu, bana bir şeyler söylediğini, haşin görünse de ürkmüyorum hiç, çocukluk günlerimi hatırlıyorum çünkü. O zamanlar gölgeler çok daha fazla hayatımın içindeydi, elektrikler sık sık kesildiği için gaz lambasında oluşan gölgelerden hem korkar, hem de babamın öğrettiği gibi ellerimi kullanarak onlarla oyunlar oynardım. Gölgelerden korkma nedenim, köy yerinde anlatılan cinli hikâyelerdi muhtemelen. O hikâyeler, görünen bu dünyadan başka bir dünyaya aittiler, gölgeler de o gizli dünyanın yansımaları gibi gelirlerdi bana. Bütün o cinli hikâyelerin arasında, hatırlıyorum da özellikle cinsellik ayrı bir yer tutardı, cinlerle sevişen, hatta onlardan hamile kalan kadınlar, akşam tarladan dönerken bir cin kadının peşine takılıp kaybolan adamlar…

Jung’un “gölge” arketipiyle açıklanabilir mi bütün bunlar? Kişinin içindeki karanlık ve uzlaşmaz yanını simgeleyen bu arketip, edebi eserlerin vazgeçilmezlerinden oldu hep. Şu sırrı tam çözülemeyen yaratıcılığın insanın gizemli ve karanlık yanıyla ilgisine dair ne çok şey yazılıp çizilmiştir. Jung’a göre, gölge arketipiyle uzlaşamayan insan, topluma uyum gösteremez, yani tıpkı Hasan Ali Toptaş’ın roman kahramanları gibi, bir bakmışsınız kaybolurlar. Gölge arketipi, kişisel olduğu kadar toplumsal bilinçdışına da aittir çünkü, ortak simgelere sahiptir. “Kırmızı Kitap”ta “Benden geriye ne kalacak!” diye bağıran Jung’a, karşılaştığı gizemli kişi, “Gölgen dışında hiçbir şey” yanıtını verir, insan gölgesinde barınır, gölgedir… Gölge, bilinçdışıdır, gizlenmiş arzuların saklandığı yer…

Hasan Ali Toptaş’ın romanlarında, “gölge” arketipi öylesine belirgindir ki, roman karakterleri, iki farklı boyutta yaşarlar âdeta, hatta daha çok gölgeleriyle var veya yokturlar. Bir berber, sadece berber değildir, bir muhtar sadece muhtar olarak belirmez, gölgeleri hem birbirlerine benzer, hem de kendi yalnızlıkları içinde kayıp bir ruhturlar, gölgelerinin peşinden giden.

“Kayıp Hayaller Kitabı”nda, çocuklar uyuduktan sonra yalnızlığının ortasında çaresizliğiyle oturan annenin duvarın yüzüne düşen gölgesi, “bir başkası”dır sanki ve gözlerini ona dikip ikide bir vah çeker ve sonunda gölge de tıpkı gölgesi olduğu kadın gibi mırıldanmaya başlar. Böyle bir sahne, Hasan Ali Toptaş’ın romanlarında uygunsuz düşmez hiçbir zaman, çünkü zaten bir rüyada gibisinizdir, rüya diliyle yazar çünkü, romanların kurgusu da rüya mantığına uygun bir biçimde iç içe geçmiş hikâyelerden oluşur. Lacan’ın “bilinçdışı, dil gibi yapılanmıştır” tespitini hatırlatarak, Hasan Ali Toptaş’ın, Anadolu insanının bilinçdışını gölgeler aracılığıyla roman diline aktardığını söylesek, çok mu ileri gitmiş oluruz?

“Gölgesizler”de yazar, şehirde gittiği berberle konuşurken, birden berber elindeki fırçayı bırakıp pencereden caddeye, sonra caddeleri aşıp uzaklara dalar, rüyada gibidir, dağların ardında bir yere bakıyordur artık: “Belki de berberin kendine sığmazlığı vardı orada; sözgelimi bir köyde, yine böyle bir dükkânda berber kılığında oturuyor ve arada bir başını çevirip buraya bakıyordu.” Romanın başlarındaki bu sahne, ilk okuduğumda ürpertici gelmişti. David Lynch’in “Kayıp Otoban” filmindeki o rüyasında gördüğü yaratıkla gerçek hayatta karşılaşan adamı ya da aynı filmdeki kendi evini telefonla aradığında, telefonu açan kişinin aynı kişi olmasındaki ürperticilik… Berber, o an orada değildir artık, gitmiştir, onun gittiği yerden devam eder roman, ama o gittiği yerdeki diğer berber de gitmiştir, bir anda kaybolmuştur ortalıktan.

Hasan Ali Toptaş’ın roman karakterlerinin ortak özelliği, belki de bu içine sığmamazlık hâlidir, sık sık çekip gittiklerine tanık oluruz, bir anda sanki hiç varolmamış gibi ortadan kaybolurlar. Bu sıradan işler yapan sıradan insanların hikâyelerinin ardındaki gizemin çekiciliği, okuru peşine takıp sürükler. Bir yandan bu karakterler, Kafka’nın öykü ve roman karakterlerini andırırlar, karikatürize bir halleri vardır, bir çerçi öncelikle yüzyıllardır yaşayan bir çerçi imgesi olarak belirir, yaşayan gerçek birisinden çok, bilinçdışı bir varlıktır âdeta. “Gölgesizler”deki “boyacı” tiplemesi gibi, boz bir eşekle silindir şapkalı boyacı, titreşen sıcağın altında tek bir varlıkmış gibi belirirler romanda: “Düzlüğe çıktıklarında boz eşek boyacıydı bu kez; başında silindir şapka vardı ve ağzından sigara dumanı savruluyordu.” Kafka’nın öykü ve romanlarındaki gibidir, Hasan Ali Toptaş’ın roman karakterlerinin devletle imtihanı. Anadolu insanının bilinçdışı gerçekliğinde devletin nasıl göründüğü, “Gölgesizler”de kaybolan berberin karısının her gün muhtarın evininin önündeki taş yığınlarının üzerine oturup, evin çatısındaki bayrağa bakışındaki gibidir: “Artık onun renginde gördüğü devlet kapıları eskisinden daha belirgindi. Kimi zaman o kapıların gölgesinde oturduğunu düşünerek telaşla ayağa kalkıyor, hatta içeride olup bitenleri anlamak için başını uzatıp bakıyordu. Büyük bir salon vardı içeride, alacakaranlık. Uzun yüzlü yazıcılar uzun bir masanın çevresine sıralanmış, kocasının adını yazıyorlardı. Ellerinde çoban sopasına benzer upuzun kalemler vardı ve oynadıkça parlayıp sönüyorlardı. Sonra mühür basılıyordu kâğıtlara, muhtarınkinden kat kat büyük bir mühür. Öyle büyük ki, mühürlerin dedesi gibi bir şey; kimse onun basıldığı yere gölgesini bile düşüremiyor.” “Kayıp Hayaller Kitabı”nda da, köyde savcının ifade için çağırdığı kadın, “buruş buruş, upuzun bir gölge” olarak dikilir ve bir “gölge” olarak konuşur korka korka, “Anlat!” diye bağıran adamın karşısında. “Gölgesizler”de muhtar, köye gelen her yabancıyı, bölgeyi ziyaret edecek milletvekillerinin gözlemcisi sanır önce, bütün o koşturmaca içerisinde sonradan öğrenir ki, milletvekilleri çoktan gelip gitmiştir, uğramamışlardır köye. Gölgelerden ibarettir devlet için insanlar. Kafkaesk bu atmosfer, köylülerin bilinçdışındaki devletin varlığını gözler önüne serer. Devletle ilgili her şey büyük ve upuzun, bilinmez ve belirsizdir, kapısının gölgesinde oturulup beklenir sadece.

Devlete dair düşünmek bunaltınca başımı romanlardan kaldırıyorum ve duvardaki gölgemin hareket edip bana doğru yaklaştığını görüyorum, sanki kulağıma bir şey fısıldayacakmış gibi. Hasan Ali Toptaş’ın romanlarında gölgeler, ne anlatır bize? Kartal çığlıklarının, söğütlerin, çınarların, çamların, kayaların, apartmanların, hatta bıyıkların gölgeleri? Bir yerde gölge varsa, yalnızlık var, yalnızlık varsa hüzün, sonra hayaller…Hayaller büyüdükçe büyüyen gölgeler… Romandaki karakterler gibi gölgelerin de iyisi kötüsü yok, sadece varlar; bir hedefleri yok, hatta hep başka bir şeyin, bir gücün etkisi altında hareket ediyorlar. Tıpkı, “Bin Hüzünlü Haz”da anlatıcı, suçtan arınmışlığın tedirginliğinden bahsederek, adamakıllı kirlenip kim olduğunu anlamak ister de, alkol kokulu karanlığa kendini vurup, ne kadar suç varsa bir mıknatıs gibi kendine çekmek için çırpınır; ama ne yaparsa yapsın başaramaz bunu. Diğer romanlarında da saf bir kötü karaktere rastlanmaz, iyinin ve kötünün ötesindedir gölgeler, hayaller içinde başka bir hayat yaşarlar kirlenmeden. Hayallerden hikâyelere dönüşen bu hayatlar, anlatılması zor anlamların yükünü taşırlar, modern hayatın sıkışmışlığı içinde, “Uykuların Doğusu”nda yazdığı gibi, varlığı eksiltilerek tamammış gibi gösterilen tecrit edilmiş günümüz insanına: “Sonra hızlandıkça hızlandım ve patronlarının diliyle konuştuklarını fark edemeyen ezik ruhlu kapı kullarının gururundan ve bu gururun girebileceği çeşitli kılıklarla bu kılıkların insana alçakgönüllülükmüş gibi gözüken kıvamından korkuyorum, dedim. Sonra artık kendimi frenleyemedim ve hayatımızın içinde gezinip duran tanklardan, helikopterlerden ve uçaklardan korkuyorum, dedim. Sonra aniden hatırladım ve bir insanın her şeyi bilebileceğini sanan kıt akıllı adamların, geçmişlerini başkalarının geleceğinden geri almaya çalışan kırkını aşmış çocukların ve hemen her fırsatta yaralı güvercin rolü oynayan kadınların yanı sıra ben uzun ömürlü neşelerle uykulardan da korkuyorum, dedim.”  


Duvardaki gölgem, şimdi pencereden şehrin ışıklarına bakıyor, onun gözleriyle ben de tıpkı “Gölgesizler”deki o berberin baktığı gibi, dağların ötesine baktığımı hissediyorum. Belki de bu yüzden Hasan Ali Toptaş’ın romanlarını okumak, bende bir arınmışlık duygusu uyandırıyor, gölgemle beni buluşturduğu için. Jung’un “Kırmızı Kitap”ta yazdığı gibi, kendi gölgemizi görebildiğimiz ve bilmeye katlandığımız zaman ancak varoluruz…

Bülent Usta (Kitap-lık dergisi, 191. Sayı / Mayıs-Haziran 2017)

0 yorum: