Yeryüzünde bir sürgün: Cesare Pavese

Posted: 7 Ocak 2019 Pazartesi by bülent usta in
0


Dünya ve İtalyan edebiyatının önde gelen yazarlarından Cesare Pavese, 9 Eylül 1908’de doğdu, tam 110 yıl önce. Günlüklerinin derlenmesinden oluşan “Yaşama Uğraşı” adlı kitabında yazmıştı, Roma yıkıntılarıyla yamaçlardaki kuru otların çocukluğu ile “doğumdan ölüme kadar tutarlı, kendine özgü bir dünya” kurduğunu. Kendi yaşamı ve edebiyatı arasında da, Roma yıkıntıları ve yamaçlardaki kuru otlar arasındaki gibi bir bağ olduğunu görürüz. 27 Ağustos 1950’de intihar etmesi de sanki o bağın, bağlantının bir ürünüdür.  

Cesare Pavese, Türkçede daha çok romanlarıyla tanınır, ama öykü, şiir ve İtalyancaya yaptığı çevirileri, deneme ve eleştiri yazılarıyla çok yönlü bir edebiyat insanı olduğu kuşku götürmez bir gerçek. 110. doğum yıldönümünde, edebiyatımızı derinden etkileyen Pavese’yi, ölümüyle değil, doğumuyla analım istedik.



Aşk ve Ölüm

Pavese’yle ilgili literatüre bakınca, edebiyat çalışmalarından çok, intiharıyla ilgilenildiğini görürüz. Hakkında yazılmış kitap, dünya ve İtalyan edebiyatına yaptığı katkı düşünülünce çok az.  Zorluklarla edebiyat kariyerinin zirvesine ulaşıp prestijli bir ödül alır almaz hayatına son vermesi, şaşırtıcı gelmiştir herkese. Ama günlüklerini, “Yaşama Uğraşı”nı okuyanlar, edebiyatı ve yaşamı böylesine ciddiye alan birinin ölümle ilgili düşüncelerini okuyunca, intiharın kaçınılmaz bir son olduğu fikrini kolayca edinir: Ölüm ister istemez olağan nedenler yüzünden gelecektir. Bu kaçınılmaz sonu insanın tüm hayatı hazırlar ve yaümurun yağışı gibi doğal bir olaydır bu. İşte bu düşünceye bir türlü boyun eğemiyorum. İnsan neden dilediği gibi, kendi seçme hakkını kullanarak, ona bir anlam vererek arayamaz ölümü? Bunu yapamaz da ölmeyi bekler elleri baglı? Neden? Neden şu: insan bir gün daha, bir saat daha yaşarsa, ölmekle yitireceği seçme özgürlüğünü kullanma firsatını elde edebilir düşüncesi ya da umuduyla hep geri bırakır bu kararı. Kısacası -burada kendi adıma konuşuyorum- nasıl olsa daha vakit olduğunu düşünür insan. Böylece ecel gelip atar ve belli bir nedene dayanarak hayatta en önemli eylemi gerçekletirmek gibi bir firsat kaçırılmış olur.” Aynı sayfanın dibindeyse, “aşkla ilgili bir düşünce” diyerek şöyle yazar: “Senin kardeşin olarak doğmuş olmayı ya da seni dünyaya kendim getirmiş olmayı isteyecek kadar çok seviyorum seni.” Ölümden bahsettiği satırları, aşkla ilgili bir düşünceyle bitirmiş olması, pek çok şeyi açıklar aslında. Aşk, bildik anlamda bir aşk değildir onun için, psikanalatik yaklaşımla açıklanabilecek, yaşamla kurulmuş derin bir bağdır aşk, kavuşamadığı…

Pavese’nin romanlarında kadınların ve kadın bedeninin, özel bir yeri yer vardır, söz konusu sadece bir beden değildir, ısısı ve renkleriyle bir coğrafyadır âdeta. Kadınlar, kadın bedenleri, erkekler tarafından tıpkı doğa gibi sömürülürler. Pavese, kadın cinselliği ve annelikle sürekli bir uğraş içindedir. Günlüğüne şöyle yazar “anne”yle ilgili: “Bir kez daha dünyaya gelirsen, annene bağlılığın bile ölçülü olmalı. Yoksa yitirmekle kalırsın.”

Pavese denilince Türk edebiyatında akla ilk Tezer Özlü gelir; Prag’da Kafka’nın, Trieste’de Svevo’nun, Torino’da Pavese’nin izini sürdüğü “Yaşamın Ucuna Yolculuk” kitabı, bir de Pavese’nin doğduğu köye, Belbo’ya gidişini anlattığı “Zaman Dışı Yaşam” adlı senaryosu… Neydi Pavese’de Tezer Özlü gibi pek çok yazarı ve okuru çeken şey? İtalyan edebiyatı denilince, Svevo ya da Calvino’dan bile önce neden Pavese’nin adı akla gelir ilk?



Melankolik Varoluş

Cesare Pavese, bir memur çocuğu olarak, Santa Stefano Belbo adlı bir köyde dünyaya geldi. Beş kardeşin en küçüğüydü. Altı yaşındayken babası, beyin tümöründen öldü.  Annesi Consolina’nın ruhsal sorunları vardı, ailenin bütün yükünü sırtlayınca despot ve soğuk birisine dönüşmüştü. Pavese, bu yüzden çocukluğundan itibaren derin bir yalnızlık içinde buldu kendini. Eserlerine de yansıyan melankolik ruh halini, çocukluğunda yaşadığı bu yalnızlıkla ilişkilendirir edebiyat tarihçileri. Yaşadığı aşk acılarındaki şefkat arayışı, çocukken yaşadığı bu koşullarla ilgiliydi belki de. Pavese, çocukluğun dünyayla ilk temas olmasından dolayı belirleyici gücünden bahseder sık sık.

Ilk eğitimini Belbo’da aldıktan sonra, ailece taşındıkları Torino’da liseyi okurken öğretmeni olan yazar Augosto Monti’den etkilendi. Monti, Mussolini karşıtı bir entelektüeldi. Yine o yıllarda, Amerikan edebiyatıyla tanıştı ve Torino Üniversitesi’nde Walt Whitman üzerine tez yazdı. Pavese’nin çevirmen kimliği de o yıllarda gelişecek ve İtalyancada okurlar ilk defa Herman Melville’i, James Joyce’u, William Faulkner’ı, Charles Dickens’ı, Gertrude Stein’ı, John Steinbeck’i, John Dos Passos’u, Daniel Defoe’yu, onun çevirilerinden okuyacaklardı. Bu yazarları Pavese, özellikle seçmiş, ağır baskıcı bir ortamda, çevirdiği bu yazarlar aracılığıyla özgürlükçü yeni fikirlerin ve anlayışların İtalyan edebiyatını etkilemesini arzulamıştı. Mezun olduktan sonra kendini bütünüyle edebiyata adadı, ama İtalya’da faşizmin yükseldiği o günlerde (1935) tutuklandı ve üç yıl hapse mahkûm edildi, bir yıl yattı. Cezaevindeyken de çeviri yapmaya, yazmaya devam etti. Ona göre, edebiyatta en verimli dönemler, yoğun çalışan bir çevirmenler kuşağı sayesinde gerçekleşirdi.

Torino Olmak

Torino, Pavese’nin edebiyatını ve kişiliğini derinden etkilemişti. Kahire’nin Necip Mahfuz’u ya da Paris’in Balzac’ı etkilemesinden farklıydı Torino’nun Pavese üzerindeki etkisi; daha çok Yaşar Kemal’in Çukurova’nın Toroslar’ın taşından toprağından etkilenmesine benzer. Pavese’in öykü ve romanlarında anlatıcı, Torino manzarasından ayrı düşünülemez.

Pavese’nin ilk olarak şiirlerini yayımladı, 1936’da. Günlüğünden de şiirle ilgili nasıl yoğun bir çalışma içinde olduğu anlaşılır. Eleştirmenler, onun şiirlerinde radikal bir bireysellik bulmuştu, dönemin edebiyat anlayışının dışında bir dil kullanıyordu, bireysel olanla toplumsalı, geçmişle şimdiyi kaynaştıran, kişisel bir mitoloji yaratıyordu. Günlüğüne şöyle yazmıştı şiirle ilgili: “Çalışmak Yorar’ın Torino'yla, daha açıkçası, insanın bırakıp gittigi, sonra da yeniden döneceği bir yer olarak Torino'yla ilgili şiirlerle başlayıp bitmesi bir rastlantıdan başka bir şey değil. Bu kitabımın Santa Stefano Belbo'nun bir uzantısı, bir çeşir Torino'yu ele geçirişi olduğu da söylenebilir. ‘Şiir'in çeşitli açıklamalarından biri de budur. Koyün kente, doğanın insan hayatına, çocuğun adama donüşmesi. Gördüğüm  kadarıyla, 'S. Stefano'dan Torino'ya' bu kitap için düşünülebilecek bütün anlamların bir mitosudur.

Trajik Düzey

Pavese, şiirinde “trajik düzeyde varolma”nın peşindeydi, günlüğüne şöyle yazmıştı 1936’da: "Çıkarılacak ders şu: Sanatta da, hayatta da yapı kurmak, hayattan olduğu gibi, sanattan da zevk düşkünlüğünü kovmak; trajik düzeyde varolmak.” Pavese’ye göre, zevk ya da haz için değildir edebiyat, içtenlikle kendini yaşamın akışına bırakmaktı. Tezer Özlü gibi yazarları kendisine çeken de bu özelliği olsa gerek.

Pavese’nin edebiyatla ne yapmak istediğini, sonradan en ünlü eseri olan günlüklerinin derlenmesiyle oluşturulan “Yaşama Uğraşı”ndan anlıyoruz. Aslında hayattayken günlüklerinin yayımlanmasına izin vermemişti. Italo Calvino, onun şiirlerini değerlendirirken şöyle yazmıştı: “Pavese, ne yazık ki çağdaş edebiyatın çok seyrek örneğini verdiği bir edebiyata yönlendiriyor: yani her ilişkide, dizelerinin her hareketinde içsel güdülenmelerden ve evrensel nedenlerden oluşan son derece bütünlüklü ve kesin bir anlamı yoğunlaştıran büyük tragedya yazarları gibi okunmak istiyor. Tümüyle yitirdiğimiz bir gerçekliğe girme, onu yaşama ve yargılama tarzı; ve Pavese’nin bugün dünya edebiyatındaki benzersiz değeri, kendi yorucu ve yalnız yollarından buna ulaşmış olmasında yatıyor.”

Yorucu ve yalnız bir yol bulmuştu kendisine Pavese. Yazdığı şiirlerin taslakları, o kadar düzeltiyle doludur ki, dili ve hayatı damıtmak istiyormuş izlenimi verir. Gerçeklik hakkında bir şiirinde şöyle der örneğin: “En sevdiğim şeylerin en derinlerinden / yarattım onu ve onu anlayamıyorum…”

Yalnızlık

Pavese, cezaevinden çıktıktan sonra, Torino’dan arkadaşı Giulio Einaudi’nin kurduğu Einaudi Yayınevi’nin editörlüğünü yaptı. Yayınevi, Pavese sayesinde İtalya’nın en prestijli yayınevlerinden birisi oldu kısa sürede. Sadece çevirdiği Melville, Dickens gibi yazarları değil, Freud, Jung, Durkheim gibi düşünürlerin de kitaplarını yayımlatmıştı. Italya’da baskıcı yönetime rağmen, kendisini tamamen işine adamış gibi görünür, sessizce çalışır, 1938 ile 1941 arasında kendi eserlerini yayımlamaz. Ardından 1941 ve 1942’de peş peşe iki roman yayımladı, “Senin Köylerin” ve “Plaj”.

Mussolini’nin ölümü ve II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından, Pavese siyasette yaşadığı hayal kırıklıkları yüzünden yalnızlaşmıştı. 1946 ve 1947’de üç kitap yayımladı, öykü kitabı “Ağustos’ta Tatil”, romanı “Yoldaş” ve anlatısı “Leuko ile Söyleşiler”… Eleştirmenlerin çoğu ve Pavese’in kendisi, “Leuko ile Söyleşiler”i başyapıt olarak kabul eder. Odysseus ile Kalypso arasında şöyle bir diyalog geçer:

“ODYSSEUS: Ama ölümsüz değil miydin?
KALYPSO: Ölümsüzüm, Odysseus. Ölme umudum yok. Yaşama umudum da. Ânı kabul ediyorum. Siz ölümlüleri benzer bir şeyler bekliyor, yaşlılık ve özlem. Neden başını yaslamak istemiyorsun benim gibi, bu adanın üzerine?
ODYSSEUS: Vazgeçmiş olduğuna inansam, yapardım bunu. Ama sen de her şeyin hâkimi oldun, bana, bir ölümlüye gereksinimin var, katlanmana yardım etmesi için.
KALYPSO: Karşılıklı bir iyilik, Odysseus. Paylaşılmadığında, gerçek bir sessizlik yoktur.”

Pavese, II. Dünya Savaşı’nın etkisini üzerinden atamamıştı, melankolik ve hassas yapısının da etkisiyle, bireyle toplum arasındaki çatışmayı ve insanlığın kaderini derinlemesine tartışan eserler yazdı. Şiddet, erkekle kadın, İtalya’nın kuzeyi ve güneyi arasındaki gerilimler, öne çıkan temaları olmuştu.

Sabahı Kaplayan Acı

Pavese, 1949’da Amerikalı bir oyuncu olan Constance Dowling ile tanışıp âşık olacak ve bir yıl sonra ayrılacaktı. Peş peşe başka aşklar yaşadı ve bu süreç melankolisini iyiden iyiye arttırmıştı. 1950’de artık edebiyat kariyerinin zirvesine ulaşmıştı. “Yalnız Kadınlar Arasında” romanıyla Strega Ödülü’nü aldı. Ödülü aldığı gece, Torino’daki bir otel odasında 21 adet uyku hapı içierek intihar etti. Tezer Özlü,  “Zaman Dışı Yaşam”da bu acı olayı detaylıca anlatır. Intihar etmeden evvel, günlüğüne şöyle yazmıştı: “Artık sabahı da kaplıyor acı.”

“Yaşama Uğraşı”nda Pavese, intihar düşüncesini şöyle açıklar: “'48-49'daki mutlulugumun hesabı görüldü. Bu soylu mutlulugun gerisinde şu vardı: Güçsüzlüğüm ve hiçbir şeye bağlanmayışım. Şimdi, kendime göre, girdabın içine girdim: güçsüzlüğümü seyrediyor, onu iliklerimde hissediyorum, beni ezen siyasal sorumlulugu yükleniyorum. Bunun bir tek çözümü var: intihar.”

Pavese, çocukluğunda yaşadığı yalnızlık, gençliğinde karşılaştığı siyasi baskı ve hapis hayatı, tanık olduğu dünya savaşının etkileri yüzünden mi intihar etmişti? Calvino, “Klasikleri Niçin Okumalıyız?”da Torino’nun da bu intiharda etkisi olduğunu yazar: Doğduğu aşağı Piemonte’nin tepelik bölgesi ‘Langa’ yalnızca şarapları ve mantarlarıyla değil, aynı zamanda köylü ailelerin salgın halinde
tutuldukları umutsuz bunalımlarıyla da ünlüdür. Diyebiliriz ki, hemen
her hafta Torino gazetelerinde, kendini asan ya da kendini hayvanları
ve aileleri de içindeyken çiftlik evini ateşe veren bir çiftçi haberi yer alır.”

Tezer Özlü’nün “Zaman Dışı Yaşam” adlı eserindeki Pavese’den alıntılardan birisi şöyledir: “Zaman zaman hiçbir şey yaramaz haber bültenlerini dinledikten sonra, penceremin kenarında dışardaki terk edilmiş üzüm bağlarına baktığımda, raslantılardan oluşan bir yaşamın yaşam olmadığını düşünüyorum. Ve kendi kendime gerçekten rastlantılardan sıyrılıp sıyrılmadığımı soruyorum.”



Edebiyat ve Yaşam

Bütünüyle kendisi olmak isteyen bir yazar Pavese. Tezer Özlü, Torino’ya giden bir trende tek başına otururken şöyle düşündüğünü yazar: “O anda edebiyatın, yaşamın kendisinden daha canlı olduğunu kavrar ve edebiyatın doğmasının nedeninin de bu olduğunu düşünür. O ana kadar o yaşamın daha canlı birşey olduğuna inanmıştır. Ama edebiyat daha çok yaşam, daha çok aşk, daha çok duygu, daha çok ölüm yüklüdür.”

Pavese ve Tezer Özlü için, edebiyat, yaşamdan daha önemli ve daha çok ciddiye alınabilecek bir şeydi. Ama yine de Pavese’nin eserlerinden çok kişiliğine yönelik ilgi, pek çok edebiyat eleştirmenini rahatsız eder. Pavese, İtalyan şiirini, akademik ve biçimsel açıdan etkilemiş, öykü ve romanda da bambaşka bir gerçekçilik kurmuştu.

Pavese’nin öyküleri ve romanlarının güncelliğini yitirmeyişindeki en önemli etken gerçekçiliğiydi; ama bu gerçekçilik kalıpları kabul etmeyen, entelektüel bir anlatıcının gözünden köylülerin, emekçilerin, fahişelerin, yarı düşsel yaşamlarına pencereler açan bir gerçekçilikti. Alttan alta, sürekli bir gerilimin olduğu bu eserler, anlatıcının, yani Pavese’nin kendi hayatını ele geçirme çabasıyla örtüşür bir bakıma, ele geçirmeye çalıştıkça avuçlarından kayıp giden. Bu yüzden her zaman bir yalnızlık vardır eserlerinde, kuşkuyla ve belirsizliklerle mücadele eden. Öykü ve romanlarındaki dış dünyaya ait karakterlerin ne olursa olsun yaşamak için  gösterdiği çabayla anlatıcının tavrı bu açıdan zıttır ve bu yüzden eserlerinde çoksesli, çok katmanlı bir yapı vardır her zaman. Anlattığı her şeyde, gerçeklik hissini güçlendiren detaylara önem vermesi, belki de onun edebiyatının en güçlü yanı, hiçbir cümle öylesine yazılmamıştı.

Tezer Özlü, “Zaman Dışı Yaşam”da, Pavese’nin ağzından şöyle yazar: “İnsan olabilmek bambaşka bir olgu. Şans, cesaret istek gerektiren bir olgu, özellikle dünyada başka hiç kimse yokmuş gibi yalnız kalabilme cesaretini gerektiren bir olgu..."

Pavese, yalnız kalabilme cesaretini, belki de edebiyata borçluydu. Ama onun edebiyattan anladığı başka bir şeydi, bir yazar dostunun eserleri için “yazdıkları edebiyat olmaktan kurtulamamış” diyordu örneğin. Edebiyatı, edebiyat olmaktan kurtarmayı kendine dert edinmesiydi, muhtemelen eserleri böylesine güçlü olamayacaktı.

Kaderin Kozmik Cilvesi

Pavese, her zaman umutsuz değildi; II. Dünya Savaşı yaşanmasaydı, belki de daha uzun bir hayat sürmeyi göze alacaktı. Savaş çıkmadan bir yıl evvel, şu satırları yazmıştı: “Şu geçen 1937 yılında 1936’nın yıkıntılarını onarmayı başardım; o korkunç çökünyü (1935-1936) olgunluğa giden yolda rastlanan basit bir bunalıma dönüştü. Ne gariptir ki, gene daha bir süre beni oyalayacak, yüreğimi titreten bir sevdaya tutuldum; yeniden kendimi şiir yoluyla anlatmayı denedim ve ‘Sarhoş Yaşlı Kadın’la başarıya ulaştım; belli bir dergide sağduyusu olan bir eleştirmen olarak sağlam bir ün kazandım; hepsi önemli ve umut verici, biri ise oldukça başarılı birtakım uzun hikâyeler yazdım. Yaratma ritmini yeniden yakaladım. Çevirdiğim dört kitaptan 6.200 liret kazandım, epeyce ders verip bir sürü öğrenci buldum. Aynı şeyleri 1938’de de yapabileceğimden umutluyum. Geleceğe umutla bakmanın pek sırası değil, çünkü savaş çıkıp hepimizi havaya uçurabilir. Bu kaderin kozmik bir cilvesi olur doğrusu. Böyle saçma bir şakayla karşılaşmayalım da, ben kendimin de, onun da, her şeyin de hesabını vermeye razıyım.”

Hayatında her şey yoluna girmişken “kaderin kozmik cilvesi”, herkesi havaya uçuracak saçma bir şaka olan II. Dünya Savaşı çıktı. “Her şeyin hesabını vermeye hazır” Pavese’nin intiharını hazırlayan süreç de başlamış oldu. Çeviri yaparak ve ders vererek geçimini sağladığı ve yazdıklarıyla başarıyı yakaladığı için mutlu olan Pavese’nin “insan olmak”la ilgili düşüncesini dile getirirken neden “şans”a önem verdiğini daha iyi anlıyor insan. Pavese göre, “şans” pek insandan yana değildir. Bilimin göz kamaştırıcı gelişmelerini o yıllardan görerek şöyle yazar günlüğüne: “Yarınki bilimin göz kamaştırıcı vaatlerinin seni korkuttuğunu ve bunların boşa çıkmasından büyük sevinç duyacağını kabul etmelisin. Bilim öldürücü savaş silahları yarattığı için değil (bu silahlara karşı bir savunma nasıl olsa her zaman bulunacaktır; üstelik, senin canını sıkan insanların öldürülmesi değil: İnsan ölmek için gelir dünyaya), bilim bir gün insanın kişisel ve fiziksel hayatı üzerinde de buna benzer baskı yolları getireceği (içtenlik testleri, kısırlaştırma vb.); insanın yerini tutacak şeyler bulacağı (robotlar); ya da özel ve fiziksel hayatına yön vermeye kalkışacağı (yapay dölleme, davranışların sınıflandırılması, hareketlerin Taylor yönetimine göre sayılarla denetlenmesi vb.) ve böylece hayatın yaşanmaya değmez bir nitelik alacağı için. Geleceğin romanlarının tipik sonuçları, aslında, bu çizgilere göre yaşanan oldukça sıkı bir denetim altındaki bu hayatın betimlenmesinden başka bir şey değildir: baş belası durumun doruk noktaya varışı ve bu yüzden yığınların zincirlerini koparmışçasına birbirlerini öldürmeleri, çıldırmaları, bir karabasandan kurtulmaya çabalamaları. Kısacası, kılıçla ya da ölüm ışınlarıyla ölmek bir şey değil; korkunç olan bilimsel olarak yaşamak…”

Bilimsel yaşam, Pavese’ye göre daha çok yabancılaşma ve kontrol altına alınmaydı ve öngörüleri günümüzde birer birer gerçekleşiyor, geleceğin romanları için söyledikleri de…

Tezer Özlü, “Yeryüzüne Dayanabilmek İçin” ve “Zaman Dışı Yaşam” kitaplarında Pavese’den şu alıntıyı tekrarlayıp durur, sanki ölüme karşı gelmek için: "Yaşanılacak bir yaşam vardır. Üzerine binilip dolaşılacak bisikletler vardır. Yürünecek yaya kaldırımları ve tadına varılacak günbatımları vardır."


Bülent Usta, Milliyet Kitap, Eylül 2018

Gerçeklik ile kurmaca arasındaki sınırları silen yazar

Posted: 30 Mart 2018 Cuma by bülent usta in
0

Amerikan edebiyatının yaşayan en önemli temsilcisi kim diye sorulsa, ilk akla gelecek isimlerden birisi Philip Roth. Adı her yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması muhtemel isimler arasında geçtiği halde, tıpkı Yaşar Kemal gibi her defasında kıyısından döndü Nobel’in, ama bu durum onun ABD’de en çok ödül alan yazar unvanını korumasına engel olmadı. National Book Awards’tan Pulitzer’a, Man Booker’dan Faulkner ve Kafka ödüllerine kadar, neredeyse alınabilecek bütün ödülleri aldı. Philip Roth’un hayatına ve eserlerini yazma nedenlerine bakınca, ödül almak ya da ünlü olmak için yazmadığı da bir gerçek. Hiçbir toplumsal kesime yaranmaya çalışmadan, hatta herkesin ve her dönemin tersine giden, kendi sözleriyle “aşırı derecede kendisiyle meşgul” bir hayat sürerek eserler yazdı.

19 Mart’ta 85 yaşına girecek Philip Roth’u Milliyet Kitap sayfalarına konuk ederek, sıradışı tanımını hayatı ve eserleriyle sonuna kadar hak eden bu yazara yakından bakalım istedik.

Yazarlıktan Emeklilik

Philip Roth, özellikle son zamanlarda Hollywood’un romanlarını sinemaya uyarlamaya başlamasıyla daha bir ilgi odağı haline gelmişken, sürpriz bir şekilde, 2012’de bir Fransız dergisine, “Les Inrocks”a verdiği mülakatta, yazarlıktan emekli olduğunu söylemiş, son üç yıldır tek bir satır bile yazmadığını itiraf ederek, okurlarını üzmüştü. Roth’un bu beyanı, uluslar arası edebiyat camiasında, önemli gazetelere haber olacak denli ses getirmişti. Yazarlıktan emekli olduğunu ilan etmek için üç yıl beklemesini, “Doğru karar verip vermediğimi görmek istedim” diye açıklıyordu.

Mülakatta, ünlü boksör “Brown Bomber” olarak bilinen Joe Luis’yi anarak onun bir sözünü tekrarlıyordu: “Elimden gelenin en iyisini yaptım.” Roth’un yazarlığı bırakışını, 1937-1949 yılları arasında Dünya Şampiyonluğu’nu elinde tutan bir boksörün sözüne başvurarak açıklaması, yazarlığını bir tür boksörlük gibi yaşamasıyla açıklanabilir miydi? Her romanında, yazdığı her yazıda, ringe çıkmış bir boksör gibi davrandığı öne süren eleştirmenler yok değil. Keskin ve ironik dili, bir boksörün salvolarına benzetilebilir, sansürsüz, olduğu gibi, doğrudan… “Portnoy’un Feryadı” adlı romanı yayımlandığında, romandaki mastürbasyon sahneleri yüzünden yoğun tepki almış, ama en sert eleştirileri yapanlar bile romanın edebi değerine laf edememişlerdi. Aynı şekilde, anti-semitistler de, bazı Yahudi çevreleri de Philip Roth’u kara listeye almışlardı, eserlerinde hem Yahudileri, hem de anti-semitistleri hicvediyordu, kimseye iyi görünme kaygısı duymadan. Philip Roth’un bir boksörün sözleriyle edebiyata veda edişi, belki de boksör-yazarlardan Hemingway’e duyduğu hayranlıkla da ilgiliydi.


50 Yıllık Yalnızlık…

Philip Roth, 18 Ocak 2018’de The New York Times’ta yer alan söyleşisinde, yazarlıktan kendisini emekli ettikten sonra, geriye dönüp baktığında 50 yıllık yazarlık serüveni için ne söyleyebileceği sorulduğunda, “Sevinç ve acı, hayal kırıklığı ve özgürlük, esin ve boşluk” diye yanıtlar, sözlerinin devamında muazzam bir yalnızlık olarak tarif eder yazarlığı, 50 yıl boyunca sessiz bir odada yazarak yaşamıştır çünkü. 50 yıl içinde, roman ve öyküler, anı, eleştiri ve deneme yazıları yazarak 53 kitap ortaya çıkarmıştı.

Bu 53 kitaptan, daha çok  öykü ve romanlarıyla tanıyoruz onu, Türkçeye çevrilmiş “Hoşça Kal Columbus ve Beş Öykü” (1959), “Portnoy'un Feryadı” (1969), “Meme” (1972), “Bir İnsan Olarak Hayatım” (1974), “Hayalet Yazar” (1979), “Pastoral Amerika” (1997), “Karşıt Hayat” (1986), “Aldatma” (1990), “Shylock Operasyonu” (1993),  “Bir Komünistle Evlendim” (1998), “İnsan Lekesi” (2000), “Ölen Hayvan”, (2001), “Sokaktaki Adam” (2006), “Ve Hayalet Sahneden Çekilir” (2007),  “Öfke” (2008), “Nemesis” (2010) kitaplarıyla… “Öfke” adlı romanı 2016’da sinemaya uyarlandı ve Türkiye’de de gösterime girmişti. Aynı yıl “Pastoral Amerika” da sinema seyircisiyle buluşmuştu. 2014’te Al Pacino’nun başrolünü oynadığı “Dönüm Noktası” (2014), Ben Kingsley ile Penelope Cruz’un yer aldığı “Aşkın Peşinde” (2008), Anthony Hopkins ve Nicole Kidman’ın oynadığı “İnsan Lekesi” (2003) de Türkiye’de gösterime giren Philip Roth’un romanlarından uyarlanan filmlerdendi.



Kafasının Üstündeki Ses

Philip Roth’un alter egosu olarak düşünülen Nathal Zuckerman adlı roman karakteri, “Hayalet Yazar” adlı romanında, hayranı olduğu yazar Lonoff’un evine gider. Lonoff’un onun öyküleri için yaptığı tespit şöyledir: “Bak, bu sabah Hope'a dedim ki: Zuckerman yeni başlayan birine göre kesinlikle son yıllarda karşıma çıkan en ikna edici ses. Kastım üslup değil. Kastım ses: Dizlerinin arkalarında bir yerlerden başlayıp kafanın da üzerine çıkan bir şey. 'Hatayı' kafana takma. Sadece devam et. Oraya varacaksın."

Dizlerinin arkalarndan başlayıp kafasının üzerine çıkan o ses, Philip Roth’un yazarlığını en iyi anlatan özelliklerden biridir. Zuckerman, “Hayalet Yazar”ın ilerleyen sayfalarında Lonoff’un bahsettiği o sesi açıklamaya çalışır. Zuckerman da, tıpkı Roth gibi Yahudi bir yazardır ve yazdığı bir öykü yüzünden ailesi ona öfke doludur, özellikle babası… Babasına, Lonoff’un bahsettiği “o ses”i anlatan bir mektup yazmaya çalışır, bütün derdi babasının ondan utanmasını engellemektir, son yazdığı öykü aile içinde büyük bir krize dönüşmüştür çünkü: “Bense bunlardan hiçbiri değildim; saygılı, düşünceli ve uçuşa geçtiğim anlarda beni gaza getiren şey karşısında nankör olabilecek kadar çok haşır neşirdim kendimle.” O ses, uçuşa geçen bir yazarın sesiydi; Zuckerman’ın kendisi için söylediği gibi “saygılı” bir sesti, ama uçuşa geçince saygı umurunda olmuyordu; sorgulayıcı bir sesti, küçük detaylara önem veren, ama uçuşa geçince güçlü ve tutkulu bir sese dönüşüyordu; takıntılı ve zorlayıcı olduğu kadar sürükleyici ve heyecan verici bir ses…

Benzeri Karakterler

Philip Roth’la ilgili yayımlanan kitaplarda, roman ve öykülerinin otobiyografik özellikler taşıdığına dair pek çok kanıt sunulsa da yazar bu türden yorumlara karşı çıkarak,  “Yaşamımı yapıtlarımda gören okur kurmacanın gücüne gözlerini kapamış demektir; gözleri ironiye ve insan hayatının binlerce çeşit gözlemine kapalıdır” der, “The Nation”da yayımlanan söyleşisinde.

Edebiyat eleştirmenleri, Saul Bellow ve Doctorow’la aynı yere yerleştirir Philip Roth’u. Bu üç romancı da  başkarakterlerini yaş ve durumları açısından kendilerine benzeyen karakterlerden seçmişlerdir, romanlarındaki yer ve zaman kullanımı da kendi yaşamlarıyla örtüşmektedir. Ama her üçü de, bu benzerliklere dikkat çekenlere karşı çıkmışlardır. Saul Bellow, aynı zamanda Philip Roth’un arkadaşı ve ustasıdır. Bellow, Philip Roth’a yerel, yaşadığı çevreyle ilgili yazmaya başlamasını, en iyi bildiği şeyi anlatmasını salık verdiği için belki de Roth’un değişmeyen roman konularından biri olmuştur Yahudilerin yaşamı. Gençliğinde gençleri, ihtiyarladığında ihtiyarları yazmıştır.

Her Şeyin Başlangıcı

Philip Roth, 19 Mart 1933’te New Jersey’nin Newark kentinde Yahudi bir ailede dünyaya geldi. Newark ve orada tanıdığı insanlar, romanlarının temel dokusunu oluşturacaktı, tıpkı Proust ya da Marquez’in romanlarındaki gibi…

Roth, Weequahic Lisesi'nde ve Bucknell Üniversitesi'nde okudu ve Chicago Üniversitesi'nde İngiliz Edebiyatı okuyarak yüksek lisans eğitimini tamamladı. 1954'te, The Chicago Review'da ilk öyküsünü yayımladı, ardından 1955'te ünlü Epoch dergisinde… 1957’de Nobel Ödüllü yazar Saul Bellow’la tanıştı ve onun etkisiyle 1959’da “Hoşça Kal Columbus ve Beş Öykü” adlı kitabını yayımladı. Kitap, edebiyat çevrelerinde büyük ses getirdi ve bu kitabıyla 1960’ta National Book Awards for Fiction ödülünü aldı. Saul Bellow gibi kendisini etkileyecek bir başka yazarla, Bernard Malamud’la bu ödül vesilesiyle tanıştı. The Paris Review, The New Yorker gibi dergilerde peş peşe öyküleri yayımlanmaya başlamıştı.

Aynı yıl , 1959’da evlendi ve dokuz sene sonra, 1968’de bir trafik kazasında eşini kaybetmesi, Philip Roth için çok sarsıcı olacaktı. 1990-1995 yılları arasında Claire Bloom’la yaptığı ikinci evliliği de boşanmayla sona erecek ve yazacağı öykü ve romanlara, bu iki evlilik de başka açılardan esin kaynağı olacaktı.

İlk romanını 1962’de “Letting Go”adıyla, ikinci romanını 1967’de “When She Was Good” adıyla yayımlamıştı. Dünya edebiyatındaki asıl yerini, büyük tartışmalara neden olan 1969’da yayımlanan “Portnoy’un Feryadı” romanıyla edindi. Bu roman, 1972’de Ernest Lehman tarafından sinemaya da uyarlandı.

Roth, ilk kitaplarıyla kendi içine kapalı Yahudi topluluğunun dayatmalarına, ama bu arada Yahudilere yönelik ayrımcılığa, Amerika’da mitleştirilen bireysel mutluluk, kişisel özgürlük ve sahte özgüven gibi meselelere ironik bir üslupla saldırarak tepkileri üzerine çekmişti. Ama ilk kitaplarının yayımlandığı yıllar 60’lardı ve edebiyatta tabulara saldırmak olağan bir durumdu.

Philip Roth, 1965’te Pennsylvania Üniversitesi’nde karşılaştırmalı edebiyat dersleri vermeye başladı ve 1966’da Vietnam Savaşı’nı protesto eden eylemlere aktif olarak katıldı. “Portnoy’un Feryadı”, Roth’un adını artık iyice duyurmuş ve romanın Avustralya’da sansürlenmesi, romana yönelik ilgiyi arttırarak baskı üstüne baskı yapmasına neden olmuştu.


Zuckerman ve Kepesh

Roth, yazdığı her romanda farklı bir kurgu ve dil deniyordu ve Kafka’nın böceğe dönüşen Gregor Samsa’sından esinlenerek memeye dönüşen bir roman karakterini yarattığı ve 1972’de yayımlanan “Meme” ile 1974’te yayımlanan “Bir İnsan Olarak Hayatım” konu ve anlatım açısından birbirinden tamamen farklıydı.

1979’da bambaşka bir projeye başlayarak, ilk olarak “Hayalet Yazar” romanında tanıttığı ve yazarın yazma mücadelesi ve yazarlıkla ilgili meselelerini ele aldığı Zuckerman Üçlemesi olarak bilinen romanlarını yazdı. “Hayalet Yazar”dan sonra 1981’de “Zuckerman Unbound”, 1983’te “The Anatomy Lesson” ve epilog olarak 1985’te “The Prag Orgy”… Ama Zuckerman, “Karşıt Hayat” (1986), “Pastoral Amerika” (1997),  “Bir Komünistle Evlendim” (1998),  The Human Stain (2000)
 “Ve Hayalet Sahneden Çekilir” (2007), romanlarında da görüldüğü için, bu romanlar da “Zuckerman romanları” olarak anılmaktadır.

Yazar, ortak roman karakterini, sadece Zuckerman romanlarında kullanmadı, aynı zamanda yarattığı David Kepesh karakteri “Meme” (1972) , “The Proffessor of Desire” (1977) ve “Ölen Hayvan” (2001) adlı romanlarında da karşımıza çıkar. Bu açıdan, eleştirmenler Philip Roth’un romanlarını beş bölümde toplar. Kepesh romanları, Zuckerman romanları, Nemesis romanları olarak  anılan “Sokaktaki Adam” (2006), Öfke (2008), “The Humbling” (2009) ve 2010’da yayımlanan son romanı “Nemesis”…  Bir de “Roth kitapları” olarak sınıflandırılan “The Facts: A Novelist's Autobiography” (1988), “Aldatma” (1990), “Patrimony: A True Story” (1991), “Shylock Operasyonu” (1993),  “The Plot Against America” (2004) romanları… Diğer kurmaca eserleri, “Hoşça Kal Columbus ve Beş Öykü” (1959), “Letting Go” (1962), “When She Was Good” (1967), “Portnoy'un Feryadı” (1969), “Our Gang” (1971), “The Great American Novel” (1973), “Bir İnsan Olarak Hayatım” (1974), “Sabbath's Theater” (1995) kitapları da başka bir bölüm oluşturur.  Anı, eleştiri ve denemeleri de ayrıca yer alır bu külliyat içinde.

Kutupsuz Yazar

Philip Roth, 1973’te “The Great American Novel”ı yayımladığında, Demir Perde olarak anılan Sovyetler’in egemenliğindeki ülkelerde yasaklanır. Bu durum, yazarın Milan Kundera’yla tanışması ve dostluğuna vesile olur. Bir taraftan ABD’yi eleştiren yazılar yazıyor, diğer taraftan Sovyetler tarafından yasaklanıyordur, tıpkı bazı Yahudi toplulukların da, anti-semitistlerin de kara listesinde olması gibi.

“Bir İnsan Olarak Hayatım” adlı romanı yayımlandığında Vaclav Havel’le ve Franz Kafka’nın yeğeni Vera Saudkova ile tanışır ve iyi dost olurlar. Artık sık sık Avrupa’ya gidip geliyordur ve âşık olduğu İngiliz oyuncu Claire Bloom’la Londra’ya taşınır 1976’da. Connecticut ve Londra arasında iki farklı hayat sürmeye devam eder. Bu aşk hikâyesi, 1990’da evlilikle sonuçlanır, ama evlilik sansasyonel bir biçimde 1995’te sona erer ve hem Bloom, hem de Roth, evliliklerinin neden bittiğini yazdıkları kitaplarında da ele alırlar. Claire Bloom, anılarını yazdığı “Leaving a Doll's House”da, Roth da “Bir Komünistle Evlendim” adlı romanında… Claire Bloom’un, aynı zamanda Roth’un “Aldatma” adlı romanında da yazara esin verdiğini söyleyen eleştirmenler var.

Philip Roth, son romanı “Nemesis” 2010’da yayımlandıktan iki yıl sonra yazarlıktan emekli olduğunu açıkladı ve şimdi, 86 yaşına girdiği bugünlerde, Connecticut’taki evinde sakin bir hayat sürüyor. Bu arada, roman yazmasa da 2012’de İspanya’dan Austrias Prensi Ödülü ve 2013’te Fransa’dan Legion D’honneur Nişanı aldı. Denilene göre ünlü “The Wire” TV dizisinin yapımcısı kendisini evinde ziyaret etmiş. Kim bilir, belki romanlarından birisi TV dizisi olarak karşımıza çıkar.

Philip Roth Edebiyatının Sırları

Philip Roth, eleştirmenlerin de sık sık dile getirdiği gibi, dünya edebiyatının en üretken yazarlarından birisi olması dışında, yazdığı her romanda yeni şeyler denediği için, araştırmacıları edebiyatı üzerine sürekli yeni teoriler geliştirmeye, farklı okuma ve yorumlamalara kışkırtıyor. Roth’un eserlerinde en çok üzerinde durduğu meselelerden birisi, ölümlülük... Ilk yazdığı “The Day It Snowed” adlı öyküsünden itibaren bu konu onu eserlerinde meşgul etmiştir. Yahudi olmasının, ölümlülükle ilgilenmesinde bir etkisi olduğu kesin, çünkü pek çok akrabasını Holokost’ta yitirdi. Doğduğu yıllar, Büyük Buhran diye anılan bir döneme ve  II. Dünya Savaşı’na denk gelmişti. Gençliği, Vietnam Savaşı’na ve nükleer savaş tehdidin yaşandığı yıllara. Üstelik, büyük aşkla evlendiği Margaret, bir trafik kazasında ölmüştür. Yaşadığı bu travma, onu hayatın anlamını sorgulamaya iter. Roth’un romanlarında hastalık, intihar, ölüm, doğal ayrıntılar olarak yer alır bu yüzden. Insan, Roth’un eserlerinde inanılmaz derecede kırılgandır, küçük bir hata ya da önemsiz bir tercihin bedelinin ağır olduğunu gösteren sahnelerle doludur romanları. Ama Philip Roth, ölüm ya da hastalığa, ironik bir biçimde yaklaşır. Bu açıdan Samuel Beckett’in hayata bakışıyla ortaklaşır sanki.  Sinemaya da uyarlanan “Öfke” romanının finalinde bu bakışı, çıplak bir biçimde ortaya koyar Roth. Öfkesine bir an hâkim olamamanın, ki haklı bir öfke de olsa, sonucu ağır olmuştur.

Roth’un romanlarında sevdiği yazarların gölgesi, her daim vardır. “Hayalet Yazar”da Henry James’in, hatta James Joyce’un “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portesi”nin, “Ölen Hayvan”da Flaubert’in ve her daim Kafka… Ünlü karakteri Nathan Zuckerman’ın babasıyla olan hesaplaşması, Kafka’nınkine çok benzer örneğin, hatta tıpa tıp aynıdır, ama bu hesaplaşmayı çok başka bir yere götürür Roth, her defasında; “Öfke”de de, “Hayalet Yazar”da da…

Roth, hem kendi yazdıkları, hem de başka yazarların romanları üzerinden romanlarında metinlerarasılığı gözetmiştir, hatta bunu bir tür oyuna bile dönüştürdüğü söylenebilir. Bu yaklaşımı, onun postmodern izleklere sahip bir yazar olarak anılmasına da neden olmuştur.

Romanlarındaki sahicilik, kendi yaşamıyla paralel yaşamlar kurgulaması ve en iyi bildiği şeyi anlatıyor olması değildir sadece. Gerçeklik ve kurgu arasındaki ince çizgiyi, okurun iç sesine hitap eden yorumlarla, yüzleştirmelerle siler. “Sokaktaki Adam”da anlatıcının rüyasında yıllar evvel intihar eden arkadaşını görüp intihar üzerine düşüncelere dalışı ve o arkadaşının nasıl olup da gönüllü olarak kendi bütünlüğünü sonsuz bir hiçlik için terk edebildiğine dair sorgulamaları, bütün detaylarıyla hakiki bir yan taşır, insanın iç sesine karışarak. Her şey gerçektir onun romanlarında ve yazara göre gerçeklik, yani hayat da bir söyleşisinde dile getirdiği gibi kurgudan ibarettir. Roth’un 50 yıllık yazarlık serüveninde peşinde olduğu şey, hayatın bu kurgusunu anlamaktı belki de.

Roth’un romanları, özellikle psikanalitik eleştiri açısından oldukça caziptir; çünkü iki büyük güç, yaşam ve ölüm arasındaki bu savaşta cinselliğe ayrı bir ayırır Roth; bilinçdışının varlığını, dolaylı ve dolambaçlı hayallerle, şakalarla, bastırılmış arzularla, diyaloglarda ve anlatıcıların iç seslerinde karşımıza çıkarır sürekli.

Örneğin “Karşıt Hayat”ta, diş hekimi Henry’ye , hastası Maria’nın, onun görünümünde bir erkeğin muhtemelen şehirdeki bütün kadınlarla yatabileceğini söylemesi, kendisine söylenene dek, böyle bir şeyin Henry’nin aklından geçmemiş olması, bir yandan eşi Carol’a karşı yaşadığı suçluluk duyguları öylesine sahici ve psikolojik bir derinlik içinde verilir ki… Henry’nin kalp hastası olmasıyla birlikte, kullandığı ilaçlar yüzünden iktidarsızlık sorunuyla karşılaşması ve cinselliğin hayatındaki önemine dair yaşadığı sorgulamalar, hem trajik, hem de komik pek çok olayın yaşanmasına neden olur. Bütün bu süreç ve sorgulamalar, bilinçdışı içeriğin yönlendirmeleriyle gelişir ve tamamen hayatın içindendir. Ama cinselliğe romanlarında yer veriş şekli, feminist eleştirmenlerin tepkisini de çekmiştir sıklıkla, kaba ve cinsiyetçilikle suçlandığı olmuştur.

Philip Roth, okuru sıkabilecek ama gerekli de olan detayları, özet olarak vererek akıcılığı ve sürükleyiciliği gözetmiştir çoğunlukla.  

 “Karşıt Hayat”ta, Zuckerman âşık olduğu Maria’ya mektubunda şöyle yazar: “Balzac ölürken, ölüm döşeğinden karakterlerine seslenmişti. O korkunç vakti beklemek zorunda mıyız? Kaldı ki, sen salt bir karakter değilsin; hatta ne karakteri, hayatımın gerçek, canlı bir dokususun. Gaddarca baskı altına alınmış olmanın dehşetini anlıyorum; fakat bunun, sana ait olan ama bana ait olmayan hayal gücünde nasıl da ölçüsüzlüklere yol açtığını görmüyor musun? Sanırım şöyle denebilir: Ben bazen, diğer insanların her zaman icra etmeyi isteyecek kadar ilginç bulmadıkları belirli bir rolün nispeten sarihlikle oynanmasını gerçekten arzu ediyor, hatta buna ihtiyaç bile duyuyorum. Kendimi savunmak için, benliğimden istediğim şeyin bundan geri kalır bir yanı olmadığını söyleyebilirim. Zuckerman olmak, insanın kendisi olması şeklinde düşünülen şeyin tam karşısında duran uzun bir performanstır. Aslında, en çok kendileri gibi görünenler, olmak istediklerini sandıkları, olmaları gerektiklerine inandıkları şeyi ya da standartları artık her kim belirliyorsa onun sempatisini kazanacakalrı bir şeyi karakterize ediyorlarmış gibi geliyorlar bana. Öylesine samimi davranıyorlar ki samimi davranmanın eylemin ta kendisi olduğunun farkına varmıyorlar. Bununla beraber, kendi kendisinin farkında olan kimi insanlar için bu mümkün değil: Kendilerini kendileri olarak tahayyül etmek ve kendilerime ait gerçek, hakiki ya da özgün hayatı sürmek, onlara her şeyiyle bir halüsinasyon gibi geliyor.”

Philip Roth’un bu satırları, kendisinin romanlarındaki konumunu açıklar sanki, kendisinin farkında olan biri olarak, her şeyiyle bir halüsinasyona dönüşen ya da dönüştürülen hayatın gerçekliğini sorgulayan. Zuckerman için söylediği gibi, Philip Roth olmak uzun bir performans olarak çıkar karşımıza romanlarında, insanın kendisi olması gereken şeyi araştıran…

Bülent Usta (Milliyet Kitap, Mart 2018)

Gölgeler arasında...

Posted: 5 Ocak 2018 Cuma by bülent usta in
0


Hasan Ali Toptaş’ın romanları arasında gezinirken gece vakti masa lambasından duvara vuran gölgeme bakıyorum. Tıpkı onun romanlarındaki gibi gölgenin benden bağımsız hareket ettiğini hayal ediyorum, onunla konuştuğumu, bana bir şeyler söylediğini, haşin görünse de ürkmüyorum hiç, çocukluk günlerimi hatırlıyorum çünkü. O zamanlar gölgeler çok daha fazla hayatımın içindeydi, elektrikler sık sık kesildiği için gaz lambasında oluşan gölgelerden hem korkar, hem de babamın öğrettiği gibi ellerimi kullanarak onlarla oyunlar oynardım. Gölgelerden korkma nedenim, köy yerinde anlatılan cinli hikâyelerdi muhtemelen. O hikâyeler, görünen bu dünyadan başka bir dünyaya aittiler, gölgeler de o gizli dünyanın yansımaları gibi gelirlerdi bana. Bütün o cinli hikâyelerin arasında, hatırlıyorum da özellikle cinsellik ayrı bir yer tutardı, cinlerle sevişen, hatta onlardan hamile kalan kadınlar, akşam tarladan dönerken bir cin kadının peşine takılıp kaybolan adamlar…

Jung’un “gölge” arketipiyle açıklanabilir mi bütün bunlar? Kişinin içindeki karanlık ve uzlaşmaz yanını simgeleyen bu arketip, edebi eserlerin vazgeçilmezlerinden oldu hep. Şu sırrı tam çözülemeyen yaratıcılığın insanın gizemli ve karanlık yanıyla ilgisine dair ne çok şey yazılıp çizilmiştir. Jung’a göre, gölge arketipiyle uzlaşamayan insan, topluma uyum gösteremez, yani tıpkı Hasan Ali Toptaş’ın roman kahramanları gibi, bir bakmışsınız kaybolurlar. Gölge arketipi, kişisel olduğu kadar toplumsal bilinçdışına da aittir çünkü, ortak simgelere sahiptir. “Kırmızı Kitap”ta “Benden geriye ne kalacak!” diye bağıran Jung’a, karşılaştığı gizemli kişi, “Gölgen dışında hiçbir şey” yanıtını verir, insan gölgesinde barınır, gölgedir… Gölge, bilinçdışıdır, gizlenmiş arzuların saklandığı yer…

Hasan Ali Toptaş’ın romanlarında, “gölge” arketipi öylesine belirgindir ki, roman karakterleri, iki farklı boyutta yaşarlar âdeta, hatta daha çok gölgeleriyle var veya yokturlar. Bir berber, sadece berber değildir, bir muhtar sadece muhtar olarak belirmez, gölgeleri hem birbirlerine benzer, hem de kendi yalnızlıkları içinde kayıp bir ruhturlar, gölgelerinin peşinden giden.

“Kayıp Hayaller Kitabı”nda, çocuklar uyuduktan sonra yalnızlığının ortasında çaresizliğiyle oturan annenin duvarın yüzüne düşen gölgesi, “bir başkası”dır sanki ve gözlerini ona dikip ikide bir vah çeker ve sonunda gölge de tıpkı gölgesi olduğu kadın gibi mırıldanmaya başlar. Böyle bir sahne, Hasan Ali Toptaş’ın romanlarında uygunsuz düşmez hiçbir zaman, çünkü zaten bir rüyada gibisinizdir, rüya diliyle yazar çünkü, romanların kurgusu da rüya mantığına uygun bir biçimde iç içe geçmiş hikâyelerden oluşur. Lacan’ın “bilinçdışı, dil gibi yapılanmıştır” tespitini hatırlatarak, Hasan Ali Toptaş’ın, Anadolu insanının bilinçdışını gölgeler aracılığıyla roman diline aktardığını söylesek, çok mu ileri gitmiş oluruz?

“Gölgesizler”de yazar, şehirde gittiği berberle konuşurken, birden berber elindeki fırçayı bırakıp pencereden caddeye, sonra caddeleri aşıp uzaklara dalar, rüyada gibidir, dağların ardında bir yere bakıyordur artık: “Belki de berberin kendine sığmazlığı vardı orada; sözgelimi bir köyde, yine böyle bir dükkânda berber kılığında oturuyor ve arada bir başını çevirip buraya bakıyordu.” Romanın başlarındaki bu sahne, ilk okuduğumda ürpertici gelmişti. David Lynch’in “Kayıp Otoban” filmindeki o rüyasında gördüğü yaratıkla gerçek hayatta karşılaşan adamı ya da aynı filmdeki kendi evini telefonla aradığında, telefonu açan kişinin aynı kişi olmasındaki ürperticilik… Berber, o an orada değildir artık, gitmiştir, onun gittiği yerden devam eder roman, ama o gittiği yerdeki diğer berber de gitmiştir, bir anda kaybolmuştur ortalıktan.

Hasan Ali Toptaş’ın roman karakterlerinin ortak özelliği, belki de bu içine sığmamazlık hâlidir, sık sık çekip gittiklerine tanık oluruz, bir anda sanki hiç varolmamış gibi ortadan kaybolurlar. Bu sıradan işler yapan sıradan insanların hikâyelerinin ardındaki gizemin çekiciliği, okuru peşine takıp sürükler. Bir yandan bu karakterler, Kafka’nın öykü ve roman karakterlerini andırırlar, karikatürize bir halleri vardır, bir çerçi öncelikle yüzyıllardır yaşayan bir çerçi imgesi olarak belirir, yaşayan gerçek birisinden çok, bilinçdışı bir varlıktır âdeta. “Gölgesizler”deki “boyacı” tiplemesi gibi, boz bir eşekle silindir şapkalı boyacı, titreşen sıcağın altında tek bir varlıkmış gibi belirirler romanda: “Düzlüğe çıktıklarında boz eşek boyacıydı bu kez; başında silindir şapka vardı ve ağzından sigara dumanı savruluyordu.” Kafka’nın öykü ve romanlarındaki gibidir, Hasan Ali Toptaş’ın roman karakterlerinin devletle imtihanı. Anadolu insanının bilinçdışı gerçekliğinde devletin nasıl göründüğü, “Gölgesizler”de kaybolan berberin karısının her gün muhtarın evininin önündeki taş yığınlarının üzerine oturup, evin çatısındaki bayrağa bakışındaki gibidir: “Artık onun renginde gördüğü devlet kapıları eskisinden daha belirgindi. Kimi zaman o kapıların gölgesinde oturduğunu düşünerek telaşla ayağa kalkıyor, hatta içeride olup bitenleri anlamak için başını uzatıp bakıyordu. Büyük bir salon vardı içeride, alacakaranlık. Uzun yüzlü yazıcılar uzun bir masanın çevresine sıralanmış, kocasının adını yazıyorlardı. Ellerinde çoban sopasına benzer upuzun kalemler vardı ve oynadıkça parlayıp sönüyorlardı. Sonra mühür basılıyordu kâğıtlara, muhtarınkinden kat kat büyük bir mühür. Öyle büyük ki, mühürlerin dedesi gibi bir şey; kimse onun basıldığı yere gölgesini bile düşüremiyor.” “Kayıp Hayaller Kitabı”nda da, köyde savcının ifade için çağırdığı kadın, “buruş buruş, upuzun bir gölge” olarak dikilir ve bir “gölge” olarak konuşur korka korka, “Anlat!” diye bağıran adamın karşısında. “Gölgesizler”de muhtar, köye gelen her yabancıyı, bölgeyi ziyaret edecek milletvekillerinin gözlemcisi sanır önce, bütün o koşturmaca içerisinde sonradan öğrenir ki, milletvekilleri çoktan gelip gitmiştir, uğramamışlardır köye. Gölgelerden ibarettir devlet için insanlar. Kafkaesk bu atmosfer, köylülerin bilinçdışındaki devletin varlığını gözler önüne serer. Devletle ilgili her şey büyük ve upuzun, bilinmez ve belirsizdir, kapısının gölgesinde oturulup beklenir sadece.

Devlete dair düşünmek bunaltınca başımı romanlardan kaldırıyorum ve duvardaki gölgemin hareket edip bana doğru yaklaştığını görüyorum, sanki kulağıma bir şey fısıldayacakmış gibi. Hasan Ali Toptaş’ın romanlarında gölgeler, ne anlatır bize? Kartal çığlıklarının, söğütlerin, çınarların, çamların, kayaların, apartmanların, hatta bıyıkların gölgeleri? Bir yerde gölge varsa, yalnızlık var, yalnızlık varsa hüzün, sonra hayaller…Hayaller büyüdükçe büyüyen gölgeler… Romandaki karakterler gibi gölgelerin de iyisi kötüsü yok, sadece varlar; bir hedefleri yok, hatta hep başka bir şeyin, bir gücün etkisi altında hareket ediyorlar. Tıpkı, “Bin Hüzünlü Haz”da anlatıcı, suçtan arınmışlığın tedirginliğinden bahsederek, adamakıllı kirlenip kim olduğunu anlamak ister de, alkol kokulu karanlığa kendini vurup, ne kadar suç varsa bir mıknatıs gibi kendine çekmek için çırpınır; ama ne yaparsa yapsın başaramaz bunu. Diğer romanlarında da saf bir kötü karaktere rastlanmaz, iyinin ve kötünün ötesindedir gölgeler, hayaller içinde başka bir hayat yaşarlar kirlenmeden. Hayallerden hikâyelere dönüşen bu hayatlar, anlatılması zor anlamların yükünü taşırlar, modern hayatın sıkışmışlığı içinde, “Uykuların Doğusu”nda yazdığı gibi, varlığı eksiltilerek tamammış gibi gösterilen tecrit edilmiş günümüz insanına: “Sonra hızlandıkça hızlandım ve patronlarının diliyle konuştuklarını fark edemeyen ezik ruhlu kapı kullarının gururundan ve bu gururun girebileceği çeşitli kılıklarla bu kılıkların insana alçakgönüllülükmüş gibi gözüken kıvamından korkuyorum, dedim. Sonra artık kendimi frenleyemedim ve hayatımızın içinde gezinip duran tanklardan, helikopterlerden ve uçaklardan korkuyorum, dedim. Sonra aniden hatırladım ve bir insanın her şeyi bilebileceğini sanan kıt akıllı adamların, geçmişlerini başkalarının geleceğinden geri almaya çalışan kırkını aşmış çocukların ve hemen her fırsatta yaralı güvercin rolü oynayan kadınların yanı sıra ben uzun ömürlü neşelerle uykulardan da korkuyorum, dedim.”  


Duvardaki gölgem, şimdi pencereden şehrin ışıklarına bakıyor, onun gözleriyle ben de tıpkı “Gölgesizler”deki o berberin baktığı gibi, dağların ötesine baktığımı hissediyorum. Belki de bu yüzden Hasan Ali Toptaş’ın romanlarını okumak, bende bir arınmışlık duygusu uyandırıyor, gölgemle beni buluşturduğu için. Jung’un “Kırmızı Kitap”ta yazdığı gibi, kendi gölgemizi görebildiğimiz ve bilmeye katlandığımız zaman ancak varoluruz…

Bülent Usta (Kitap-lık dergisi, 191. Sayı / Mayıs-Haziran 2017)