Gerçeklik ile kurmaca arasındaki sınırları silen yazar

Posted: 30 Mart 2018 Cuma by bülent usta in
0

Amerikan edebiyatının yaşayan en önemli temsilcisi kim diye sorulsa, ilk akla gelecek isimlerden birisi Philip Roth. Adı her yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması muhtemel isimler arasında geçtiği halde, tıpkı Yaşar Kemal gibi her defasında kıyısından döndü Nobel’in, ama bu durum onun ABD’de en çok ödül alan yazar unvanını korumasına engel olmadı. National Book Awards’tan Pulitzer’a, Man Booker’dan Faulkner ve Kafka ödüllerine kadar, neredeyse alınabilecek bütün ödülleri aldı. Philip Roth’un hayatına ve eserlerini yazma nedenlerine bakınca, ödül almak ya da ünlü olmak için yazmadığı da bir gerçek. Hiçbir toplumsal kesime yaranmaya çalışmadan, hatta herkesin ve her dönemin tersine giden, kendi sözleriyle “aşırı derecede kendisiyle meşgul” bir hayat sürerek eserler yazdı.

19 Mart’ta 85 yaşına girecek Philip Roth’u Milliyet Kitap sayfalarına konuk ederek, sıradışı tanımını hayatı ve eserleriyle sonuna kadar hak eden bu yazara yakından bakalım istedik.

Yazarlıktan Emeklilik

Philip Roth, özellikle son zamanlarda Hollywood’un romanlarını sinemaya uyarlamaya başlamasıyla daha bir ilgi odağı haline gelmişken, sürpriz bir şekilde, 2012’de bir Fransız dergisine, “Les Inrocks”a verdiği mülakatta, yazarlıktan emekli olduğunu söylemiş, son üç yıldır tek bir satır bile yazmadığını itiraf ederek, okurlarını üzmüştü. Roth’un bu beyanı, uluslar arası edebiyat camiasında, önemli gazetelere haber olacak denli ses getirmişti. Yazarlıktan emekli olduğunu ilan etmek için üç yıl beklemesini, “Doğru karar verip vermediğimi görmek istedim” diye açıklıyordu.

Mülakatta, ünlü boksör “Brown Bomber” olarak bilinen Joe Luis’yi anarak onun bir sözünü tekrarlıyordu: “Elimden gelenin en iyisini yaptım.” Roth’un yazarlığı bırakışını, 1937-1949 yılları arasında Dünya Şampiyonluğu’nu elinde tutan bir boksörün sözüne başvurarak açıklaması, yazarlığını bir tür boksörlük gibi yaşamasıyla açıklanabilir miydi? Her romanında, yazdığı her yazıda, ringe çıkmış bir boksör gibi davrandığı öne süren eleştirmenler yok değil. Keskin ve ironik dili, bir boksörün salvolarına benzetilebilir, sansürsüz, olduğu gibi, doğrudan… “Portnoy’un Feryadı” adlı romanı yayımlandığında, romandaki mastürbasyon sahneleri yüzünden yoğun tepki almış, ama en sert eleştirileri yapanlar bile romanın edebi değerine laf edememişlerdi. Aynı şekilde, anti-semitistler de, bazı Yahudi çevreleri de Philip Roth’u kara listeye almışlardı, eserlerinde hem Yahudileri, hem de anti-semitistleri hicvediyordu, kimseye iyi görünme kaygısı duymadan. Philip Roth’un bir boksörün sözleriyle edebiyata veda edişi, belki de boksör-yazarlardan Hemingway’e duyduğu hayranlıkla da ilgiliydi.


50 Yıllık Yalnızlık…

Philip Roth, 18 Ocak 2018’de The New York Times’ta yer alan söyleşisinde, yazarlıktan kendisini emekli ettikten sonra, geriye dönüp baktığında 50 yıllık yazarlık serüveni için ne söyleyebileceği sorulduğunda, “Sevinç ve acı, hayal kırıklığı ve özgürlük, esin ve boşluk” diye yanıtlar, sözlerinin devamında muazzam bir yalnızlık olarak tarif eder yazarlığı, 50 yıl boyunca sessiz bir odada yazarak yaşamıştır çünkü. 50 yıl içinde, roman ve öyküler, anı, eleştiri ve deneme yazıları yazarak 53 kitap ortaya çıkarmıştı.

Bu 53 kitaptan, daha çok  öykü ve romanlarıyla tanıyoruz onu, Türkçeye çevrilmiş “Hoşça Kal Columbus ve Beş Öykü” (1959), “Portnoy'un Feryadı” (1969), “Meme” (1972), “Bir İnsan Olarak Hayatım” (1974), “Hayalet Yazar” (1979), “Pastoral Amerika” (1997), “Karşıt Hayat” (1986), “Aldatma” (1990), “Shylock Operasyonu” (1993),  “Bir Komünistle Evlendim” (1998), “İnsan Lekesi” (2000), “Ölen Hayvan”, (2001), “Sokaktaki Adam” (2006), “Ve Hayalet Sahneden Çekilir” (2007),  “Öfke” (2008), “Nemesis” (2010) kitaplarıyla… “Öfke” adlı romanı 2016’da sinemaya uyarlandı ve Türkiye’de de gösterime girmişti. Aynı yıl “Pastoral Amerika” da sinema seyircisiyle buluşmuştu. 2014’te Al Pacino’nun başrolünü oynadığı “Dönüm Noktası” (2014), Ben Kingsley ile Penelope Cruz’un yer aldığı “Aşkın Peşinde” (2008), Anthony Hopkins ve Nicole Kidman’ın oynadığı “İnsan Lekesi” (2003) de Türkiye’de gösterime giren Philip Roth’un romanlarından uyarlanan filmlerdendi.



Kafasının Üstündeki Ses

Philip Roth’un alter egosu olarak düşünülen Nathal Zuckerman adlı roman karakteri, “Hayalet Yazar” adlı romanında, hayranı olduğu yazar Lonoff’un evine gider. Lonoff’un onun öyküleri için yaptığı tespit şöyledir: “Bak, bu sabah Hope'a dedim ki: Zuckerman yeni başlayan birine göre kesinlikle son yıllarda karşıma çıkan en ikna edici ses. Kastım üslup değil. Kastım ses: Dizlerinin arkalarında bir yerlerden başlayıp kafanın da üzerine çıkan bir şey. 'Hatayı' kafana takma. Sadece devam et. Oraya varacaksın."

Dizlerinin arkalarndan başlayıp kafasının üzerine çıkan o ses, Philip Roth’un yazarlığını en iyi anlatan özelliklerden biridir. Zuckerman, “Hayalet Yazar”ın ilerleyen sayfalarında Lonoff’un bahsettiği o sesi açıklamaya çalışır. Zuckerman da, tıpkı Roth gibi Yahudi bir yazardır ve yazdığı bir öykü yüzünden ailesi ona öfke doludur, özellikle babası… Babasına, Lonoff’un bahsettiği “o ses”i anlatan bir mektup yazmaya çalışır, bütün derdi babasının ondan utanmasını engellemektir, son yazdığı öykü aile içinde büyük bir krize dönüşmüştür çünkü: “Bense bunlardan hiçbiri değildim; saygılı, düşünceli ve uçuşa geçtiğim anlarda beni gaza getiren şey karşısında nankör olabilecek kadar çok haşır neşirdim kendimle.” O ses, uçuşa geçen bir yazarın sesiydi; Zuckerman’ın kendisi için söylediği gibi “saygılı” bir sesti, ama uçuşa geçince saygı umurunda olmuyordu; sorgulayıcı bir sesti, küçük detaylara önem veren, ama uçuşa geçince güçlü ve tutkulu bir sese dönüşüyordu; takıntılı ve zorlayıcı olduğu kadar sürükleyici ve heyecan verici bir ses…

Benzeri Karakterler

Philip Roth’la ilgili yayımlanan kitaplarda, roman ve öykülerinin otobiyografik özellikler taşıdığına dair pek çok kanıt sunulsa da yazar bu türden yorumlara karşı çıkarak,  “Yaşamımı yapıtlarımda gören okur kurmacanın gücüne gözlerini kapamış demektir; gözleri ironiye ve insan hayatının binlerce çeşit gözlemine kapalıdır” der, “The Nation”da yayımlanan söyleşisinde.

Edebiyat eleştirmenleri, Saul Bellow ve Doctorow’la aynı yere yerleştirir Philip Roth’u. Bu üç romancı da  başkarakterlerini yaş ve durumları açısından kendilerine benzeyen karakterlerden seçmişlerdir, romanlarındaki yer ve zaman kullanımı da kendi yaşamlarıyla örtüşmektedir. Ama her üçü de, bu benzerliklere dikkat çekenlere karşı çıkmışlardır. Saul Bellow, aynı zamanda Philip Roth’un arkadaşı ve ustasıdır. Bellow, Philip Roth’a yerel, yaşadığı çevreyle ilgili yazmaya başlamasını, en iyi bildiği şeyi anlatmasını salık verdiği için belki de Roth’un değişmeyen roman konularından biri olmuştur Yahudilerin yaşamı. Gençliğinde gençleri, ihtiyarladığında ihtiyarları yazmıştır.

Her Şeyin Başlangıcı

Philip Roth, 19 Mart 1933’te New Jersey’nin Newark kentinde Yahudi bir ailede dünyaya geldi. Newark ve orada tanıdığı insanlar, romanlarının temel dokusunu oluşturacaktı, tıpkı Proust ya da Marquez’in romanlarındaki gibi…

Roth, Weequahic Lisesi'nde ve Bucknell Üniversitesi'nde okudu ve Chicago Üniversitesi'nde İngiliz Edebiyatı okuyarak yüksek lisans eğitimini tamamladı. 1954'te, The Chicago Review'da ilk öyküsünü yayımladı, ardından 1955'te ünlü Epoch dergisinde… 1957’de Nobel Ödüllü yazar Saul Bellow’la tanıştı ve onun etkisiyle 1959’da “Hoşça Kal Columbus ve Beş Öykü” adlı kitabını yayımladı. Kitap, edebiyat çevrelerinde büyük ses getirdi ve bu kitabıyla 1960’ta National Book Awards for Fiction ödülünü aldı. Saul Bellow gibi kendisini etkileyecek bir başka yazarla, Bernard Malamud’la bu ödül vesilesiyle tanıştı. The Paris Review, The New Yorker gibi dergilerde peş peşe öyküleri yayımlanmaya başlamıştı.

Aynı yıl , 1959’da evlendi ve dokuz sene sonra, 1968’de bir trafik kazasında eşini kaybetmesi, Philip Roth için çok sarsıcı olacaktı. 1990-1995 yılları arasında Claire Bloom’la yaptığı ikinci evliliği de boşanmayla sona erecek ve yazacağı öykü ve romanlara, bu iki evlilik de başka açılardan esin kaynağı olacaktı.

İlk romanını 1962’de “Letting Go”adıyla, ikinci romanını 1967’de “When She Was Good” adıyla yayımlamıştı. Dünya edebiyatındaki asıl yerini, büyük tartışmalara neden olan 1969’da yayımlanan “Portnoy’un Feryadı” romanıyla edindi. Bu roman, 1972’de Ernest Lehman tarafından sinemaya da uyarlandı.

Roth, ilk kitaplarıyla kendi içine kapalı Yahudi topluluğunun dayatmalarına, ama bu arada Yahudilere yönelik ayrımcılığa, Amerika’da mitleştirilen bireysel mutluluk, kişisel özgürlük ve sahte özgüven gibi meselelere ironik bir üslupla saldırarak tepkileri üzerine çekmişti. Ama ilk kitaplarının yayımlandığı yıllar 60’lardı ve edebiyatta tabulara saldırmak olağan bir durumdu.

Philip Roth, 1965’te Pennsylvania Üniversitesi’nde karşılaştırmalı edebiyat dersleri vermeye başladı ve 1966’da Vietnam Savaşı’nı protesto eden eylemlere aktif olarak katıldı. “Portnoy’un Feryadı”, Roth’un adını artık iyice duyurmuş ve romanın Avustralya’da sansürlenmesi, romana yönelik ilgiyi arttırarak baskı üstüne baskı yapmasına neden olmuştu.


Zuckerman ve Kepesh

Roth, yazdığı her romanda farklı bir kurgu ve dil deniyordu ve Kafka’nın böceğe dönüşen Gregor Samsa’sından esinlenerek memeye dönüşen bir roman karakterini yarattığı ve 1972’de yayımlanan “Meme” ile 1974’te yayımlanan “Bir İnsan Olarak Hayatım” konu ve anlatım açısından birbirinden tamamen farklıydı.

1979’da bambaşka bir projeye başlayarak, ilk olarak “Hayalet Yazar” romanında tanıttığı ve yazarın yazma mücadelesi ve yazarlıkla ilgili meselelerini ele aldığı Zuckerman Üçlemesi olarak bilinen romanlarını yazdı. “Hayalet Yazar”dan sonra 1981’de “Zuckerman Unbound”, 1983’te “The Anatomy Lesson” ve epilog olarak 1985’te “The Prag Orgy”… Ama Zuckerman, “Karşıt Hayat” (1986), “Pastoral Amerika” (1997),  “Bir Komünistle Evlendim” (1998),  The Human Stain (2000)
 “Ve Hayalet Sahneden Çekilir” (2007), romanlarında da görüldüğü için, bu romanlar da “Zuckerman romanları” olarak anılmaktadır.

Yazar, ortak roman karakterini, sadece Zuckerman romanlarında kullanmadı, aynı zamanda yarattığı David Kepesh karakteri “Meme” (1972) , “The Proffessor of Desire” (1977) ve “Ölen Hayvan” (2001) adlı romanlarında da karşımıza çıkar. Bu açıdan, eleştirmenler Philip Roth’un romanlarını beş bölümde toplar. Kepesh romanları, Zuckerman romanları, Nemesis romanları olarak  anılan “Sokaktaki Adam” (2006), Öfke (2008), “The Humbling” (2009) ve 2010’da yayımlanan son romanı “Nemesis”…  Bir de “Roth kitapları” olarak sınıflandırılan “The Facts: A Novelist's Autobiography” (1988), “Aldatma” (1990), “Patrimony: A True Story” (1991), “Shylock Operasyonu” (1993),  “The Plot Against America” (2004) romanları… Diğer kurmaca eserleri, “Hoşça Kal Columbus ve Beş Öykü” (1959), “Letting Go” (1962), “When She Was Good” (1967), “Portnoy'un Feryadı” (1969), “Our Gang” (1971), “The Great American Novel” (1973), “Bir İnsan Olarak Hayatım” (1974), “Sabbath's Theater” (1995) kitapları da başka bir bölüm oluşturur.  Anı, eleştiri ve denemeleri de ayrıca yer alır bu külliyat içinde.

Kutupsuz Yazar

Philip Roth, 1973’te “The Great American Novel”ı yayımladığında, Demir Perde olarak anılan Sovyetler’in egemenliğindeki ülkelerde yasaklanır. Bu durum, yazarın Milan Kundera’yla tanışması ve dostluğuna vesile olur. Bir taraftan ABD’yi eleştiren yazılar yazıyor, diğer taraftan Sovyetler tarafından yasaklanıyordur, tıpkı bazı Yahudi toplulukların da, anti-semitistlerin de kara listesinde olması gibi.

“Bir İnsan Olarak Hayatım” adlı romanı yayımlandığında Vaclav Havel’le ve Franz Kafka’nın yeğeni Vera Saudkova ile tanışır ve iyi dost olurlar. Artık sık sık Avrupa’ya gidip geliyordur ve âşık olduğu İngiliz oyuncu Claire Bloom’la Londra’ya taşınır 1976’da. Connecticut ve Londra arasında iki farklı hayat sürmeye devam eder. Bu aşk hikâyesi, 1990’da evlilikle sonuçlanır, ama evlilik sansasyonel bir biçimde 1995’te sona erer ve hem Bloom, hem de Roth, evliliklerinin neden bittiğini yazdıkları kitaplarında da ele alırlar. Claire Bloom, anılarını yazdığı “Leaving a Doll's House”da, Roth da “Bir Komünistle Evlendim” adlı romanında… Claire Bloom’un, aynı zamanda Roth’un “Aldatma” adlı romanında da yazara esin verdiğini söyleyen eleştirmenler var.

Philip Roth, son romanı “Nemesis” 2010’da yayımlandıktan iki yıl sonra yazarlıktan emekli olduğunu açıkladı ve şimdi, 86 yaşına girdiği bugünlerde, Connecticut’taki evinde sakin bir hayat sürüyor. Bu arada, roman yazmasa da 2012’de İspanya’dan Austrias Prensi Ödülü ve 2013’te Fransa’dan Legion D’honneur Nişanı aldı. Denilene göre ünlü “The Wire” TV dizisinin yapımcısı kendisini evinde ziyaret etmiş. Kim bilir, belki romanlarından birisi TV dizisi olarak karşımıza çıkar.

Philip Roth Edebiyatının Sırları

Philip Roth, eleştirmenlerin de sık sık dile getirdiği gibi, dünya edebiyatının en üretken yazarlarından birisi olması dışında, yazdığı her romanda yeni şeyler denediği için, araştırmacıları edebiyatı üzerine sürekli yeni teoriler geliştirmeye, farklı okuma ve yorumlamalara kışkırtıyor. Roth’un eserlerinde en çok üzerinde durduğu meselelerden birisi, ölümlülük... Ilk yazdığı “The Day It Snowed” adlı öyküsünden itibaren bu konu onu eserlerinde meşgul etmiştir. Yahudi olmasının, ölümlülükle ilgilenmesinde bir etkisi olduğu kesin, çünkü pek çok akrabasını Holokost’ta yitirdi. Doğduğu yıllar, Büyük Buhran diye anılan bir döneme ve  II. Dünya Savaşı’na denk gelmişti. Gençliği, Vietnam Savaşı’na ve nükleer savaş tehdidin yaşandığı yıllara. Üstelik, büyük aşkla evlendiği Margaret, bir trafik kazasında ölmüştür. Yaşadığı bu travma, onu hayatın anlamını sorgulamaya iter. Roth’un romanlarında hastalık, intihar, ölüm, doğal ayrıntılar olarak yer alır bu yüzden. Insan, Roth’un eserlerinde inanılmaz derecede kırılgandır, küçük bir hata ya da önemsiz bir tercihin bedelinin ağır olduğunu gösteren sahnelerle doludur romanları. Ama Philip Roth, ölüm ya da hastalığa, ironik bir biçimde yaklaşır. Bu açıdan Samuel Beckett’in hayata bakışıyla ortaklaşır sanki.  Sinemaya da uyarlanan “Öfke” romanının finalinde bu bakışı, çıplak bir biçimde ortaya koyar Roth. Öfkesine bir an hâkim olamamanın, ki haklı bir öfke de olsa, sonucu ağır olmuştur.

Roth’un romanlarında sevdiği yazarların gölgesi, her daim vardır. “Hayalet Yazar”da Henry James’in, hatta James Joyce’un “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portesi”nin, “Ölen Hayvan”da Flaubert’in ve her daim Kafka… Ünlü karakteri Nathan Zuckerman’ın babasıyla olan hesaplaşması, Kafka’nınkine çok benzer örneğin, hatta tıpa tıp aynıdır, ama bu hesaplaşmayı çok başka bir yere götürür Roth, her defasında; “Öfke”de de, “Hayalet Yazar”da da…

Roth, hem kendi yazdıkları, hem de başka yazarların romanları üzerinden romanlarında metinlerarasılığı gözetmiştir, hatta bunu bir tür oyuna bile dönüştürdüğü söylenebilir. Bu yaklaşımı, onun postmodern izleklere sahip bir yazar olarak anılmasına da neden olmuştur.

Romanlarındaki sahicilik, kendi yaşamıyla paralel yaşamlar kurgulaması ve en iyi bildiği şeyi anlatıyor olması değildir sadece. Gerçeklik ve kurgu arasındaki ince çizgiyi, okurun iç sesine hitap eden yorumlarla, yüzleştirmelerle siler. “Sokaktaki Adam”da anlatıcının rüyasında yıllar evvel intihar eden arkadaşını görüp intihar üzerine düşüncelere dalışı ve o arkadaşının nasıl olup da gönüllü olarak kendi bütünlüğünü sonsuz bir hiçlik için terk edebildiğine dair sorgulamaları, bütün detaylarıyla hakiki bir yan taşır, insanın iç sesine karışarak. Her şey gerçektir onun romanlarında ve yazara göre gerçeklik, yani hayat da bir söyleşisinde dile getirdiği gibi kurgudan ibarettir. Roth’un 50 yıllık yazarlık serüveninde peşinde olduğu şey, hayatın bu kurgusunu anlamaktı belki de.

Roth’un romanları, özellikle psikanalitik eleştiri açısından oldukça caziptir; çünkü iki büyük güç, yaşam ve ölüm arasındaki bu savaşta cinselliğe ayrı bir ayırır Roth; bilinçdışının varlığını, dolaylı ve dolambaçlı hayallerle, şakalarla, bastırılmış arzularla, diyaloglarda ve anlatıcıların iç seslerinde karşımıza çıkarır sürekli.

Örneğin “Karşıt Hayat”ta, diş hekimi Henry’ye , hastası Maria’nın, onun görünümünde bir erkeğin muhtemelen şehirdeki bütün kadınlarla yatabileceğini söylemesi, kendisine söylenene dek, böyle bir şeyin Henry’nin aklından geçmemiş olması, bir yandan eşi Carol’a karşı yaşadığı suçluluk duyguları öylesine sahici ve psikolojik bir derinlik içinde verilir ki… Henry’nin kalp hastası olmasıyla birlikte, kullandığı ilaçlar yüzünden iktidarsızlık sorunuyla karşılaşması ve cinselliğin hayatındaki önemine dair yaşadığı sorgulamalar, hem trajik, hem de komik pek çok olayın yaşanmasına neden olur. Bütün bu süreç ve sorgulamalar, bilinçdışı içeriğin yönlendirmeleriyle gelişir ve tamamen hayatın içindendir. Ama cinselliğe romanlarında yer veriş şekli, feminist eleştirmenlerin tepkisini de çekmiştir sıklıkla, kaba ve cinsiyetçilikle suçlandığı olmuştur.

Philip Roth, okuru sıkabilecek ama gerekli de olan detayları, özet olarak vererek akıcılığı ve sürükleyiciliği gözetmiştir çoğunlukla.  

 “Karşıt Hayat”ta, Zuckerman âşık olduğu Maria’ya mektubunda şöyle yazar: “Balzac ölürken, ölüm döşeğinden karakterlerine seslenmişti. O korkunç vakti beklemek zorunda mıyız? Kaldı ki, sen salt bir karakter değilsin; hatta ne karakteri, hayatımın gerçek, canlı bir dokususun. Gaddarca baskı altına alınmış olmanın dehşetini anlıyorum; fakat bunun, sana ait olan ama bana ait olmayan hayal gücünde nasıl da ölçüsüzlüklere yol açtığını görmüyor musun? Sanırım şöyle denebilir: Ben bazen, diğer insanların her zaman icra etmeyi isteyecek kadar ilginç bulmadıkları belirli bir rolün nispeten sarihlikle oynanmasını gerçekten arzu ediyor, hatta buna ihtiyaç bile duyuyorum. Kendimi savunmak için, benliğimden istediğim şeyin bundan geri kalır bir yanı olmadığını söyleyebilirim. Zuckerman olmak, insanın kendisi olması şeklinde düşünülen şeyin tam karşısında duran uzun bir performanstır. Aslında, en çok kendileri gibi görünenler, olmak istediklerini sandıkları, olmaları gerektiklerine inandıkları şeyi ya da standartları artık her kim belirliyorsa onun sempatisini kazanacakalrı bir şeyi karakterize ediyorlarmış gibi geliyorlar bana. Öylesine samimi davranıyorlar ki samimi davranmanın eylemin ta kendisi olduğunun farkına varmıyorlar. Bununla beraber, kendi kendisinin farkında olan kimi insanlar için bu mümkün değil: Kendilerini kendileri olarak tahayyül etmek ve kendilerime ait gerçek, hakiki ya da özgün hayatı sürmek, onlara her şeyiyle bir halüsinasyon gibi geliyor.”

Philip Roth’un bu satırları, kendisinin romanlarındaki konumunu açıklar sanki, kendisinin farkında olan biri olarak, her şeyiyle bir halüsinasyona dönüşen ya da dönüştürülen hayatın gerçekliğini sorgulayan. Zuckerman için söylediği gibi, Philip Roth olmak uzun bir performans olarak çıkar karşımıza romanlarında, insanın kendisi olması gereken şeyi araştıran…

Bülent Usta (Milliyet Kitap, Mart 2018)