Masallarda bir kara tren yolculuğu

Posted: 5 Ocak 2018 Cuma by bülent usta in
0

Bir trendeyim, “upuzun kapkara bir tren…”  Niye upuzun, niye kapkara? Birbirine “benzeyen Anadolu şehirlerinin tren garları, istasyon binaları” geçiyor trenin penceresinden. Gar ve tren istasyonlarının nereye ait olduğunu gösteren tabelalarının yerlerinde Murathan Mungan kitaplarının o özenli güzel kapakları asılı.

Harita Metod Defteri’nin[1] “Tren”indeyim. “Tren”in penceresinden Diyarbakır Garı’nda iki süngülü er, bir astsubay eşliğinde Murathan Mungan’ı görüyorum, küçük bir çocuk henüz, annesi ve elleri kelepçeli babasıyla trene bindiriliyor. Çocuk, babasının bileklerindeki kelepçeden gözlerini alamıyor. Yıllar sonra onlarca kitabın yazarı olarak Harita Metod Deteri kitabına, babasının kelepçelenmiş bileklerinin anısıyla başlayacak, o kelepçeleri çözme isteğiyle. Çözüyor mu o kelepçeyi, yoksa çözüp kendi bileklerine mi takıyor bilinmez. 

Her insanın hapsolduğu siyah-beyaz fotoğraflardaki gibi bir an vardır, bilir ya da bilmez, Chris Marker’ın siyah-beyaz fotoğraflardan oluşan La jetée filmindeki gibi, dönüp dolaşıp geldiğin, kaçmaya çalıştıkça dönülen bir an. Murathan Mungan’ın küçük bir çocukken bindiği o trenden inmediğine dair o kadar çok işaret, kanıt var ki… Bana öyle geliyor ki, bütün kitaplarını, o “upuzun kapkara tren”de, “uzun ve karanlık bir yolculuk”ta yazdı. Babasının elleri kelepçeli olsa da kendine acımayan, vakur hâli, öykü ve roman karakterlerinde sık sık karşımıza çıkar. Ama asıl annesidir hikâyenin kahramanı, elleri kelepçeli kocası içebilsin diye sigarasını yakan, sigarayı dudaklarına götüren, tatlı dili ve anlattığı hikâyelerle askerleri ikna edip kelepçeleri çözdüren. Murathan Mungan da kelepçeleri çözme isteğiyle yazmaya başlamamış mıydı?..

Trende, Murathan Mungan’ın yeni kitabı Dokuz Anahtarlı Kırk Oda’yı okurken aklımda bunlar var.

“Kırk Odalı” öykü kitabı dizisi içinde, ilk defa arka kapak yazısı olan bir Murathan Mungan kitabıydı Dokuz Anahtarlı Kırk Oda. Kitabın arka kapak yazısında da şöyle yazıyordu: “Kırk Oda,[2] Üç Aynalı Kırk Oda[3] ve Yedi Kapılı Kırk Oda’dan[4] sonra bu kez aynı akrabalık, komşuluk ilişkilerini sürdüren benzer yapıda çatılmış, ortak merkezli dokuz hikâyeden oluşan Dokuz Anahtarlı Kırk Oda ile devam ediyorum yıllar önce çıktığım yola, yolculuğa. Yıllar önce söylediğim ve söz verdiğim gibi, kırk odalı bu dizinin son kitabı olacak Sonuncu Oda’nın sonuna kadar izini süreceğim kırk masal.” Bu son kitabın, bundan sonra yayımlanacak dizinin beşinci kitabı olacağını Milliyet Sanat’taki söyleşisinde açıklamıştı yazar.

Kitabın arka kapak yazısında da “yol”dan, “yolculuk”tan bahsetmesi, kitaplarını bu tren yolculuğunda yazdığını hayal ettirmişti.

Dokuz Anahtarlı Kırk Oda’da başlıklarında “anahtar” sözcüğü geçen dokuz öykü var; Kırk Oda da dokuz öyküden oluşuyordu. Üç Aynalı Kırk Oda üç, Yedi Kapılı Kırk Oda ise yedi öyküden… “Anahtar”, “kırk oda”, “ayna”, “üç”, “yedi” ve “dokuz”, rastlantıyla yan yana gelmiş simgeler değildi elbette, zaten yeri geldiğinde her birinin anlamını açıklıyordu. Açıklıyordu demek aslında doğru olmaz, hani şu meşhur elleriyle yüzünü kapatıp sonra açtığı fotoğraflarındaki gibi, açıklarken gizlemeyi, gizlerken açıklamayı seven bir yazar oldu hep. Küçük çocuklara “ce” yapar gibi, bir ordasın, bir değilsin… Çocukların bu hareketi sevmesini, neredeyse hemen hepsi heyecanlanır, ayrılık anksiyetisine alışma oyunu olarak düşünülür psikolojide. Murathan Mungan’ın kitaplarındaki ayrılıkları düşününce… Bazı kitaplarındaki o uzun açıklamalar, önsözler, nasıl da ustaca kurgulanmıştır, ikna edici, hiç boşluk bırakmamaya özen gösteren.

Kitaptaki öykülerin yan yana gelişi de rastlantısal değil elbette; çünkü yazarın da bir söyleşide dediği gibi, bu öyküler, yazarın kendi “1001 Gece Masalları”… Masallarla, mitolojiyle bu kadar içli dışlı oluşuna, kendi masallarını, hatta anti-masallarını yazmasına ne demeli? Masalı, bir anne anlatısı gibi düşünürüm öncelikle, güvenli ve dingin; ama aynı zamanda anneyle ayrılmanın, dış dünyayla hesaplaşmanın anlatısı... Baba, nasıl zaman zaman kral ya da ejderha oluyorsa, anne de bazen iyi kalpli kraliçe, bazen cadı ya da kötü kraliçedir. Hayatta ne varsa, masallarda da aynısı vardır; masalları bu kadar evrensel yapan ve eskitmeyen arzular olduğu sürece…

Mungan edebiyatı ve masallarının, “dişil” ve “oluş” hâlindeki yapısı, tamamlanmamışlığı, parçalar hâlindeki süreğenliği, şafak vakti geldiğinde en heyecanlı yerinde bırakılan, tamamlanmayan ve “dişil öğe” üzerine kurulu 1001 Gece Masalları’na benzer.

“Dişil öğe”, psikanalist Winnicott’ın Oyun ve Gerçeklik adlı kitabında geçer. Winnicott’a göre her insanda eril ve dişil öğeler vardır.[5] Guntrip, Winnicott’ın bu yaklaşımını Şizoid Görüngü[6] kitabında tartışırken, en temel ruhsal düzeydeki katıksız duygunun, anneyle birliktelik sayesinde kazanılan “dişil” öğe olduğunu, dışsal dünya baskılarının ulaşamayacağı bir yerdeki bu dinginliğin, aynı zamanda kişilik çekirdeğini oluşturduğunu iddia eder.

Ruhtaki dişil öğe “olan”dır, eril öğe ise “yapan”. Ne kadar yaparsanız yapın, “olma”dığınız sürece, bir bütün olarak benliğinizi hissedemiyorsanız, yaptıklarınız anlamlı gelmez, “yapmak”, “olma”nın yerini almaz, hep bir eksiklik kalır geriye. Mungan’ın öykü ve roman karakterlerinde sık sık gördüğümüz gibi “dişil öğe”nin hayati bir önemi vardır.

Murathan Mungan’ın kadınları anlatışındaki maharet, dili kullanışı, kapsayıcılığı, insan ruhundaki açmazları derin tahlillerle anlatışı, “dişil öğe”yle ilişkiliymiş gibi geliyor bana ve yarattığı karakterler ve durumlara bakınca bir “anne” meselesi etrafında dönüp durduğunu düşünüyorum.

Bu uzun, sarsıntılı tren yolculuğunda, Harita Metod Defteri’ndeki “Baktım, Her Şey Çok Uzak”taki anneler gününe, kendisini yetiştiren kişinin öz annesi olmadığına dair ilk izlenimini edindiği, Zeki Müren’in “Annem” şarkısını söylediği o âna dönüyorum. 11 aylıkken, İstanbul’dan Mardin’e giden “upuzun, kapkara” bir trenle annesinden ayrıldığı âna. “Ayrılık başlı başına bir bilgi değil midir? Hangi çeşidi olursa olsun ayrılığın adımlarının ruhta bıraktığı ayak izlerinin nereye kadar gittiğini kim bilebilir?” diye sorar Murathan Mungan, kitapları o ayak izleri değil midir bir bakıma?

Yazmanın yazar için bir “anne”ye, bir “oluş”a dönüşmesi, yazarak kendisini var etmesi, ne anlatırsa anlatsın her zaman insanı saran bir dinginliğe ulaşması, bu “dişil öğe” üzerine düşünmeme neden oluyor her seferinde.

Mungan’ın “Kırk Odalı” dizisinin ilk kitabı Kırk Oda’ya varıyor tren önce, sisler içinde bir uzak masal ülkesinin istasyonuna. Kitabın ilk öyküsü, “Bir varmış bir yokmuş” diye başlayarak Yedi Cücesi olmayan, bu yüzden hiçbir masala giremeyen Pamuk Prenses’le ilgili olması, Pamuk Prenses’in yaşadığı ülkede bütün annelerin üvey anne olması, yani bütün annelerin gerçekte üvey olduğunu söyleyerek masala ve “Kırk Odalı” masallar dizisine başlaması, bir iz değil mi?
Pamuk Prenses’in üvey annesiyle iletişimi bir ayna aracılığıyla kurduğunu görürüz, gerçekte yoktur anne, aynadaki bir imgedir. Yedi Cüceleri olmayan Pamuk Prenses, hiçbir masala giremeden yaşlanır ve bir gün, koluna sepetini takıp kendi masalını yaratmaya kalkışır, ormana gider; ama ne kadar dolaşırsa dolaşsın, kimse ona ısıracağı bir elma uzatmaz. Anne olmayan bir anne, masal olmayan bir masal ve Yedi Cücesi olmayan bir Pamuk Prenses… Yedi Cüceler, masalını yaşayamayan Pamuk Prenses’in tabutunu taşımak için ortaya çıkarlar sadece, “bütün masalların sonsuz bir kış uykusuna” yattığı zamanlardayızdır çünkü. Nihayetinde, bu anlatılan hikâye de bir masaldır. Murathan Mungan’ın kendi “1001 Gece Masalları”nın bu öyküyle başlaması, bizi bekleyen diğer masalların nasıl olacağına dair bir ipucu verir.

Kitabın sonraki öyküsü “Boyacıköy’de Kanlı Bir Aşk Cinayeti”ndeki Gelin de bir  Pamuk Prenses gibidir, kurtarılmayı bekleyen, ölümün elinden alınmak için ölmeyi göze alan, kavuşulamayan bir arzunun kurbanı… Sonraki öyküde, mitolojik karakter Antigone, Fellini’nin”Amarcord” filminin karakteri Gradisca ile karşılaşır “çağını şaşıran” bir masalın içinde. Kırmızı şapkası vardır Prenses Gradisca’nın, Kırmızı Şapkalı Kız... Sonraki “Zamanımızın Bir Külkedisi” öyküsünde, yine arzusuna kavuşamaz masal kahramanımız, üstelik yapması gereken her şeyi fazlasıyla yapmıştır bir Külkedisi olarak, masaldakinden daha gerçektir bütün zorluklar, ama mutlu son yoktur “zamanımız”da yaşandığı için. Bu masallarda her şey bir hayal kırıklığıdır; her zaman bir terk ediş, ayrılık, çaresizlik içinde kalsalar da Mungan’ın kahramanları,  bütün o hayal kırıklıklarına katlanmayı bilirler; Cemal Süreya’nın “jest” ile tarif ettiği gibi, düşmanlarını beklenmedik bir anda dostça selamlarlar, hazırlıksız yakalandıkları kötü talihlerini.

Ayrılıklarla dolu bu öykülerde, “Makas”ta olduğu gibi önce trenlerden, ayrılık kokan gardan ve yolculardan bahsederken, “Tanışsalar, konuşsalar, arkadaş olsalar tüm bunları gerçekten yapabilseler, belki de hiçbir yere gitmeyeceklerdir” diye yazar Mungan. “Başka yollar, başka hayatlar, başka insanlar”a doğru gidecek bu yolcular, yaşamın onlara sunduğu “büyük fırsatı” yalnızca birkaç dakika yaşayarak “atlamışlardır.” Mungan’ın masalları, bu “büyük fırsatı” kaçırmayla ilgilidir, ayrılıkla, “başka hayatlar”a doğru yol almakla... Çünkü “dramların ve trajedilerin en acıklıları eşikte yaşanan”lardır, “giderken ya da gelmişken…” Aynı öyküde “Kimse, kimseye hayatını anlatmıyor ki. Özlemlerini, düşlerini herkes birbirine kilitlemiş” derken, “Kırk Odalı” masallarını anlatma nedenini açıklar sanki, o kilitleri açacak anahtarları öykülerin içine dağıtarak.
Kırk Oda’nın yedinci öyküsünün başkarakterinin Ibsen’in tiyatro oyunundaki  “Hamlet’in kadın versiyonu” olarak bilinen, Cumhuriyet bulvarlarından geçerek gelen bir Hedda Gabler olması, tesadüf değil elbette. “Sevdasız bir ölüm” istemeyen, “Duygularımızın sahiciliğine engel olan ne?” diyerek isyan eden, belki de sırf bu yüzden kendisinden kurtulmak isteyen Hedda Gabler, bir başka hayal kırıklıkları cehenneminden kurtulmak isteyen kadın olarak karşımıza çıkar; ölümü arzularken, ölümün gerçekliğinden şüphe eden…   

Artık uyanmış olan ve yüzyıllık arayı kapatmak istercesine durmaksızın konuşan “Yüzyıllık Uyuyan Güzel”in “iyi yürekli biriyim, sevmek ve sevilmek istiyorum” haykırışlarını dinlerken de, Ümit’ken Yudum olmuş Rapunzel’in, “yolun sonuna kadar” gitmeye razı olduğu Efkâr kendisini terk ettikten sonra yüreğini bütün erkeklere dağıtırken de, hep bir hayal kırıklığı eşlik eder masallara.

Kırk Oda’nın son öyküsü “Tutkunun Veronica Voss’u”, Fassbinder’in 1982 tarihli filminin de adıdır. Öykünün ilk cümlesi: “ASLINDA ne kadar duygusal bir şey orospuluk etmek…” diye başlar. Çok âşık olmuş, çok acı çekmiş Veronica Voss, delirmemek için yaptığı iki şeyden de bahseder: “Bir gerçeklik duygusunu yitirmemek; iki, ne olursa olsun yenilmemek…” Veronica Voss, başkasının hayal kırıklığı olacaktır.

Tren, Texas’taki boğucu bir taşra kasabasının istasyonuna yanaştığında, Üç Aynalı Kırk Oda’da üç öykü-masalın ilki “Alice Harikalar Diyarında”ki Alice’i görünce, başlıyor dedim içimden. Trene Alice’in ardından, “Aynalı Pastane”deki kasaya bakan Aliye ve “Gece Elbisesi”ndeki Ali de binince... Bu üç uzun öyküyle çıkılan uzun yolculukta, gerçek ve düşler iç içe geçse de kendi gerçeklikleri içinde her şey uyum içinde akar. Alice’in annesi, tıpkı Pamuk Prenses’in annesi gibi üveydir. “Annesinin yalnız onunla değil, hiç kimseyle bir köprüsü yoktu” der bir yerde Alice, “Başta kendi olmak üzere, dünyadaki hemen her şeyden sonsuza dek vazgeçmiş” bir anne… Uzaylılar, cinler, aynalar, arzular…

Ama tren yolculuğunun vakti sınırlı, trenin tek tek her öyküye, masala uğrayamayacağı anons ediliyor, içimde bir sıkıntı, itiraz ediyorum görevliye, başka yolculuklarda keşfetmeye devam edersin diyor.  Yedi Kapılı Kırk Oda’daki “Dumrul ile Azrail” ya da “Hamlet ile Hitler”e uğrayamadan… “Kırk Oda” masallarının her kitabında bambaşka bir dil ve kurgu karşılıyor okuru, masal anlatımının sağladığı imkânı sonuna kadar kullanıyor yazar. Yedi Kapılı Kırk Oda’nın son öyküsü “Güvercin Gömleği”nde, “tren sesinin ayrılık sesi olduğunu” öğrenen bir çocukla karşılaşıyorum.

İçinde olduğum upuzun ve kapkara trene binen bir yolcu, bugünlerde çıkan Dokuz Anahtarlı Kırk Oda’dan bir anahtar tutuşturdu elime ve şöyle diyor: “Kimileri için dünya, bir yaşama yeri değil, bir anlatma yeridir. Bu anlattığım da, çoğaltmak istersiniz diye size uzattığım dokuzuncu anahtardır.”

Elimde anahtar kalakalıyorum bir süre, “yaşama yeri” ve “anlatma yeri” arasındaki farkı düşünüyorum, “olan” ve “yapan”, “dişil” ve “eril” öğeleri. Dokuz Anahtarlı Kırk Oda’nın “Demir Oda”sındaki söze takılmış aklım: “Okuma uzaklığından bakıldığında her hayat gerçeküstü bir masal gibi gelir insana.” Masalların ve hikâye anlatmann sırlarını paylaştığı bu kitabı çize çize okuduğumu fark ediyorum bir süre sonra. Herkes bu anahtarlarla, sırlarla, Kırk Oda’dan birine girip kendi masalını yaşayabilir. Ayna ve sır…

 Bülent Usta (Notos dergisi, 63. Sayı / Nisan-Mayıs 2017)





[1] Murathan Mungan, “Harita ve Metod Defteri”, Metis Yayınevi, 2015
[2] Murathan Mungan, “Kırk Oda”, Remzi Kitabevi, 1987
[3] Murathan Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, Metis Yayınevi, 1999
[4] Murathan Mungan, “Yedi Kapalı Kırk Oda”, Metis Yayınevi, 2007
[5] D. W. Winnicott, “Oyun ve Gerçeklik”, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınevi, 1998.
[6] Harry Guntrip, “Şizoid Görüngü”, Çev. İpek Babacan, Metis Yayınevi, 2003, syf 197-198

0 yorum: