Gölgeler arasında...

Posted: 5 Ocak 2018 Cuma by bülent usta in
0


Hasan Ali Toptaş’ın romanları arasında gezinirken gece vakti masa lambasından duvara vuran gölgeme bakıyorum. Tıpkı onun romanlarındaki gibi gölgenin benden bağımsız hareket ettiğini hayal ediyorum, onunla konuştuğumu, bana bir şeyler söylediğini, haşin görünse de ürkmüyorum hiç, çocukluk günlerimi hatırlıyorum çünkü. O zamanlar gölgeler çok daha fazla hayatımın içindeydi, elektrikler sık sık kesildiği için gaz lambasında oluşan gölgelerden hem korkar, hem de babamın öğrettiği gibi ellerimi kullanarak onlarla oyunlar oynardım. Gölgelerden korkma nedenim, köy yerinde anlatılan cinli hikâyelerdi muhtemelen. O hikâyeler, görünen bu dünyadan başka bir dünyaya aittiler, gölgeler de o gizli dünyanın yansımaları gibi gelirlerdi bana. Bütün o cinli hikâyelerin arasında, hatırlıyorum da özellikle cinsellik ayrı bir yer tutardı, cinlerle sevişen, hatta onlardan hamile kalan kadınlar, akşam tarladan dönerken bir cin kadının peşine takılıp kaybolan adamlar…

Jung’un “gölge” arketipiyle açıklanabilir mi bütün bunlar? Kişinin içindeki karanlık ve uzlaşmaz yanını simgeleyen bu arketip, edebi eserlerin vazgeçilmezlerinden oldu hep. Şu sırrı tam çözülemeyen yaratıcılığın insanın gizemli ve karanlık yanıyla ilgisine dair ne çok şey yazılıp çizilmiştir. Jung’a göre, gölge arketipiyle uzlaşamayan insan, topluma uyum gösteremez, yani tıpkı Hasan Ali Toptaş’ın roman kahramanları gibi, bir bakmışsınız kaybolurlar. Gölge arketipi, kişisel olduğu kadar toplumsal bilinçdışına da aittir çünkü, ortak simgelere sahiptir. “Kırmızı Kitap”ta “Benden geriye ne kalacak!” diye bağıran Jung’a, karşılaştığı gizemli kişi, “Gölgen dışında hiçbir şey” yanıtını verir, insan gölgesinde barınır, gölgedir… Gölge, bilinçdışıdır, gizlenmiş arzuların saklandığı yer…

Hasan Ali Toptaş’ın romanlarında, “gölge” arketipi öylesine belirgindir ki, roman karakterleri, iki farklı boyutta yaşarlar âdeta, hatta daha çok gölgeleriyle var veya yokturlar. Bir berber, sadece berber değildir, bir muhtar sadece muhtar olarak belirmez, gölgeleri hem birbirlerine benzer, hem de kendi yalnızlıkları içinde kayıp bir ruhturlar, gölgelerinin peşinden giden.

“Kayıp Hayaller Kitabı”nda, çocuklar uyuduktan sonra yalnızlığının ortasında çaresizliğiyle oturan annenin duvarın yüzüne düşen gölgesi, “bir başkası”dır sanki ve gözlerini ona dikip ikide bir vah çeker ve sonunda gölge de tıpkı gölgesi olduğu kadın gibi mırıldanmaya başlar. Böyle bir sahne, Hasan Ali Toptaş’ın romanlarında uygunsuz düşmez hiçbir zaman, çünkü zaten bir rüyada gibisinizdir, rüya diliyle yazar çünkü, romanların kurgusu da rüya mantığına uygun bir biçimde iç içe geçmiş hikâyelerden oluşur. Lacan’ın “bilinçdışı, dil gibi yapılanmıştır” tespitini hatırlatarak, Hasan Ali Toptaş’ın, Anadolu insanının bilinçdışını gölgeler aracılığıyla roman diline aktardığını söylesek, çok mu ileri gitmiş oluruz?

“Gölgesizler”de yazar, şehirde gittiği berberle konuşurken, birden berber elindeki fırçayı bırakıp pencereden caddeye, sonra caddeleri aşıp uzaklara dalar, rüyada gibidir, dağların ardında bir yere bakıyordur artık: “Belki de berberin kendine sığmazlığı vardı orada; sözgelimi bir köyde, yine böyle bir dükkânda berber kılığında oturuyor ve arada bir başını çevirip buraya bakıyordu.” Romanın başlarındaki bu sahne, ilk okuduğumda ürpertici gelmişti. David Lynch’in “Kayıp Otoban” filmindeki o rüyasında gördüğü yaratıkla gerçek hayatta karşılaşan adamı ya da aynı filmdeki kendi evini telefonla aradığında, telefonu açan kişinin aynı kişi olmasındaki ürperticilik… Berber, o an orada değildir artık, gitmiştir, onun gittiği yerden devam eder roman, ama o gittiği yerdeki diğer berber de gitmiştir, bir anda kaybolmuştur ortalıktan.

Hasan Ali Toptaş’ın roman karakterlerinin ortak özelliği, belki de bu içine sığmamazlık hâlidir, sık sık çekip gittiklerine tanık oluruz, bir anda sanki hiç varolmamış gibi ortadan kaybolurlar. Bu sıradan işler yapan sıradan insanların hikâyelerinin ardındaki gizemin çekiciliği, okuru peşine takıp sürükler. Bir yandan bu karakterler, Kafka’nın öykü ve roman karakterlerini andırırlar, karikatürize bir halleri vardır, bir çerçi öncelikle yüzyıllardır yaşayan bir çerçi imgesi olarak belirir, yaşayan gerçek birisinden çok, bilinçdışı bir varlıktır âdeta. “Gölgesizler”deki “boyacı” tiplemesi gibi, boz bir eşekle silindir şapkalı boyacı, titreşen sıcağın altında tek bir varlıkmış gibi belirirler romanda: “Düzlüğe çıktıklarında boz eşek boyacıydı bu kez; başında silindir şapka vardı ve ağzından sigara dumanı savruluyordu.” Kafka’nın öykü ve romanlarındaki gibidir, Hasan Ali Toptaş’ın roman karakterlerinin devletle imtihanı. Anadolu insanının bilinçdışı gerçekliğinde devletin nasıl göründüğü, “Gölgesizler”de kaybolan berberin karısının her gün muhtarın evininin önündeki taş yığınlarının üzerine oturup, evin çatısındaki bayrağa bakışındaki gibidir: “Artık onun renginde gördüğü devlet kapıları eskisinden daha belirgindi. Kimi zaman o kapıların gölgesinde oturduğunu düşünerek telaşla ayağa kalkıyor, hatta içeride olup bitenleri anlamak için başını uzatıp bakıyordu. Büyük bir salon vardı içeride, alacakaranlık. Uzun yüzlü yazıcılar uzun bir masanın çevresine sıralanmış, kocasının adını yazıyorlardı. Ellerinde çoban sopasına benzer upuzun kalemler vardı ve oynadıkça parlayıp sönüyorlardı. Sonra mühür basılıyordu kâğıtlara, muhtarınkinden kat kat büyük bir mühür. Öyle büyük ki, mühürlerin dedesi gibi bir şey; kimse onun basıldığı yere gölgesini bile düşüremiyor.” “Kayıp Hayaller Kitabı”nda da, köyde savcının ifade için çağırdığı kadın, “buruş buruş, upuzun bir gölge” olarak dikilir ve bir “gölge” olarak konuşur korka korka, “Anlat!” diye bağıran adamın karşısında. “Gölgesizler”de muhtar, köye gelen her yabancıyı, bölgeyi ziyaret edecek milletvekillerinin gözlemcisi sanır önce, bütün o koşturmaca içerisinde sonradan öğrenir ki, milletvekilleri çoktan gelip gitmiştir, uğramamışlardır köye. Gölgelerden ibarettir devlet için insanlar. Kafkaesk bu atmosfer, köylülerin bilinçdışındaki devletin varlığını gözler önüne serer. Devletle ilgili her şey büyük ve upuzun, bilinmez ve belirsizdir, kapısının gölgesinde oturulup beklenir sadece.

Devlete dair düşünmek bunaltınca başımı romanlardan kaldırıyorum ve duvardaki gölgemin hareket edip bana doğru yaklaştığını görüyorum, sanki kulağıma bir şey fısıldayacakmış gibi. Hasan Ali Toptaş’ın romanlarında gölgeler, ne anlatır bize? Kartal çığlıklarının, söğütlerin, çınarların, çamların, kayaların, apartmanların, hatta bıyıkların gölgeleri? Bir yerde gölge varsa, yalnızlık var, yalnızlık varsa hüzün, sonra hayaller…Hayaller büyüdükçe büyüyen gölgeler… Romandaki karakterler gibi gölgelerin de iyisi kötüsü yok, sadece varlar; bir hedefleri yok, hatta hep başka bir şeyin, bir gücün etkisi altında hareket ediyorlar. Tıpkı, “Bin Hüzünlü Haz”da anlatıcı, suçtan arınmışlığın tedirginliğinden bahsederek, adamakıllı kirlenip kim olduğunu anlamak ister de, alkol kokulu karanlığa kendini vurup, ne kadar suç varsa bir mıknatıs gibi kendine çekmek için çırpınır; ama ne yaparsa yapsın başaramaz bunu. Diğer romanlarında da saf bir kötü karaktere rastlanmaz, iyinin ve kötünün ötesindedir gölgeler, hayaller içinde başka bir hayat yaşarlar kirlenmeden. Hayallerden hikâyelere dönüşen bu hayatlar, anlatılması zor anlamların yükünü taşırlar, modern hayatın sıkışmışlığı içinde, “Uykuların Doğusu”nda yazdığı gibi, varlığı eksiltilerek tamammış gibi gösterilen tecrit edilmiş günümüz insanına: “Sonra hızlandıkça hızlandım ve patronlarının diliyle konuştuklarını fark edemeyen ezik ruhlu kapı kullarının gururundan ve bu gururun girebileceği çeşitli kılıklarla bu kılıkların insana alçakgönüllülükmüş gibi gözüken kıvamından korkuyorum, dedim. Sonra artık kendimi frenleyemedim ve hayatımızın içinde gezinip duran tanklardan, helikopterlerden ve uçaklardan korkuyorum, dedim. Sonra aniden hatırladım ve bir insanın her şeyi bilebileceğini sanan kıt akıllı adamların, geçmişlerini başkalarının geleceğinden geri almaya çalışan kırkını aşmış çocukların ve hemen her fırsatta yaralı güvercin rolü oynayan kadınların yanı sıra ben uzun ömürlü neşelerle uykulardan da korkuyorum, dedim.”  


Duvardaki gölgem, şimdi pencereden şehrin ışıklarına bakıyor, onun gözleriyle ben de tıpkı “Gölgesizler”deki o berberin baktığı gibi, dağların ötesine baktığımı hissediyorum. Belki de bu yüzden Hasan Ali Toptaş’ın romanlarını okumak, bende bir arınmışlık duygusu uyandırıyor, gölgemle beni buluşturduğu için. Jung’un “Kırmızı Kitap”ta yazdığı gibi, kendi gölgemizi görebildiğimiz ve bilmeye katlandığımız zaman ancak varoluruz…

Bülent Usta (Kitap-lık dergisi, 191. Sayı / Mayıs-Haziran 2017)

Masallarda bir kara tren yolculuğu

Posted: by bülent usta in
0

Bir trendeyim, “upuzun kapkara bir tren…”  Niye upuzun, niye kapkara? Birbirine “benzeyen Anadolu şehirlerinin tren garları, istasyon binaları” geçiyor trenin penceresinden. Gar ve tren istasyonlarının nereye ait olduğunu gösteren tabelalarının yerlerinde Murathan Mungan kitaplarının o özenli güzel kapakları asılı.

Harita Metod Defteri’nin[1] “Tren”indeyim. “Tren”in penceresinden Diyarbakır Garı’nda iki süngülü er, bir astsubay eşliğinde Murathan Mungan’ı görüyorum, küçük bir çocuk henüz, annesi ve elleri kelepçeli babasıyla trene bindiriliyor. Çocuk, babasının bileklerindeki kelepçeden gözlerini alamıyor. Yıllar sonra onlarca kitabın yazarı olarak Harita Metod Deteri kitabına, babasının kelepçelenmiş bileklerinin anısıyla başlayacak, o kelepçeleri çözme isteğiyle. Çözüyor mu o kelepçeyi, yoksa çözüp kendi bileklerine mi takıyor bilinmez. 

Her insanın hapsolduğu siyah-beyaz fotoğraflardaki gibi bir an vardır, bilir ya da bilmez, Chris Marker’ın siyah-beyaz fotoğraflardan oluşan La jetée filmindeki gibi, dönüp dolaşıp geldiğin, kaçmaya çalıştıkça dönülen bir an. Murathan Mungan’ın küçük bir çocukken bindiği o trenden inmediğine dair o kadar çok işaret, kanıt var ki… Bana öyle geliyor ki, bütün kitaplarını, o “upuzun kapkara tren”de, “uzun ve karanlık bir yolculuk”ta yazdı. Babasının elleri kelepçeli olsa da kendine acımayan, vakur hâli, öykü ve roman karakterlerinde sık sık karşımıza çıkar. Ama asıl annesidir hikâyenin kahramanı, elleri kelepçeli kocası içebilsin diye sigarasını yakan, sigarayı dudaklarına götüren, tatlı dili ve anlattığı hikâyelerle askerleri ikna edip kelepçeleri çözdüren. Murathan Mungan da kelepçeleri çözme isteğiyle yazmaya başlamamış mıydı?..

Trende, Murathan Mungan’ın yeni kitabı Dokuz Anahtarlı Kırk Oda’yı okurken aklımda bunlar var.

“Kırk Odalı” öykü kitabı dizisi içinde, ilk defa arka kapak yazısı olan bir Murathan Mungan kitabıydı Dokuz Anahtarlı Kırk Oda. Kitabın arka kapak yazısında da şöyle yazıyordu: “Kırk Oda,[2] Üç Aynalı Kırk Oda[3] ve Yedi Kapılı Kırk Oda’dan[4] sonra bu kez aynı akrabalık, komşuluk ilişkilerini sürdüren benzer yapıda çatılmış, ortak merkezli dokuz hikâyeden oluşan Dokuz Anahtarlı Kırk Oda ile devam ediyorum yıllar önce çıktığım yola, yolculuğa. Yıllar önce söylediğim ve söz verdiğim gibi, kırk odalı bu dizinin son kitabı olacak Sonuncu Oda’nın sonuna kadar izini süreceğim kırk masal.” Bu son kitabın, bundan sonra yayımlanacak dizinin beşinci kitabı olacağını Milliyet Sanat’taki söyleşisinde açıklamıştı yazar.

Kitabın arka kapak yazısında da “yol”dan, “yolculuk”tan bahsetmesi, kitaplarını bu tren yolculuğunda yazdığını hayal ettirmişti.

Dokuz Anahtarlı Kırk Oda’da başlıklarında “anahtar” sözcüğü geçen dokuz öykü var; Kırk Oda da dokuz öyküden oluşuyordu. Üç Aynalı Kırk Oda üç, Yedi Kapılı Kırk Oda ise yedi öyküden… “Anahtar”, “kırk oda”, “ayna”, “üç”, “yedi” ve “dokuz”, rastlantıyla yan yana gelmiş simgeler değildi elbette, zaten yeri geldiğinde her birinin anlamını açıklıyordu. Açıklıyordu demek aslında doğru olmaz, hani şu meşhur elleriyle yüzünü kapatıp sonra açtığı fotoğraflarındaki gibi, açıklarken gizlemeyi, gizlerken açıklamayı seven bir yazar oldu hep. Küçük çocuklara “ce” yapar gibi, bir ordasın, bir değilsin… Çocukların bu hareketi sevmesini, neredeyse hemen hepsi heyecanlanır, ayrılık anksiyetisine alışma oyunu olarak düşünülür psikolojide. Murathan Mungan’ın kitaplarındaki ayrılıkları düşününce… Bazı kitaplarındaki o uzun açıklamalar, önsözler, nasıl da ustaca kurgulanmıştır, ikna edici, hiç boşluk bırakmamaya özen gösteren.

Kitaptaki öykülerin yan yana gelişi de rastlantısal değil elbette; çünkü yazarın da bir söyleşide dediği gibi, bu öyküler, yazarın kendi “1001 Gece Masalları”… Masallarla, mitolojiyle bu kadar içli dışlı oluşuna, kendi masallarını, hatta anti-masallarını yazmasına ne demeli? Masalı, bir anne anlatısı gibi düşünürüm öncelikle, güvenli ve dingin; ama aynı zamanda anneyle ayrılmanın, dış dünyayla hesaplaşmanın anlatısı... Baba, nasıl zaman zaman kral ya da ejderha oluyorsa, anne de bazen iyi kalpli kraliçe, bazen cadı ya da kötü kraliçedir. Hayatta ne varsa, masallarda da aynısı vardır; masalları bu kadar evrensel yapan ve eskitmeyen arzular olduğu sürece…

Mungan edebiyatı ve masallarının, “dişil” ve “oluş” hâlindeki yapısı, tamamlanmamışlığı, parçalar hâlindeki süreğenliği, şafak vakti geldiğinde en heyecanlı yerinde bırakılan, tamamlanmayan ve “dişil öğe” üzerine kurulu 1001 Gece Masalları’na benzer.

“Dişil öğe”, psikanalist Winnicott’ın Oyun ve Gerçeklik adlı kitabında geçer. Winnicott’a göre her insanda eril ve dişil öğeler vardır.[5] Guntrip, Winnicott’ın bu yaklaşımını Şizoid Görüngü[6] kitabında tartışırken, en temel ruhsal düzeydeki katıksız duygunun, anneyle birliktelik sayesinde kazanılan “dişil” öğe olduğunu, dışsal dünya baskılarının ulaşamayacağı bir yerdeki bu dinginliğin, aynı zamanda kişilik çekirdeğini oluşturduğunu iddia eder.

Ruhtaki dişil öğe “olan”dır, eril öğe ise “yapan”. Ne kadar yaparsanız yapın, “olma”dığınız sürece, bir bütün olarak benliğinizi hissedemiyorsanız, yaptıklarınız anlamlı gelmez, “yapmak”, “olma”nın yerini almaz, hep bir eksiklik kalır geriye. Mungan’ın öykü ve roman karakterlerinde sık sık gördüğümüz gibi “dişil öğe”nin hayati bir önemi vardır.

Murathan Mungan’ın kadınları anlatışındaki maharet, dili kullanışı, kapsayıcılığı, insan ruhundaki açmazları derin tahlillerle anlatışı, “dişil öğe”yle ilişkiliymiş gibi geliyor bana ve yarattığı karakterler ve durumlara bakınca bir “anne” meselesi etrafında dönüp durduğunu düşünüyorum.

Bu uzun, sarsıntılı tren yolculuğunda, Harita Metod Defteri’ndeki “Baktım, Her Şey Çok Uzak”taki anneler gününe, kendisini yetiştiren kişinin öz annesi olmadığına dair ilk izlenimini edindiği, Zeki Müren’in “Annem” şarkısını söylediği o âna dönüyorum. 11 aylıkken, İstanbul’dan Mardin’e giden “upuzun, kapkara” bir trenle annesinden ayrıldığı âna. “Ayrılık başlı başına bir bilgi değil midir? Hangi çeşidi olursa olsun ayrılığın adımlarının ruhta bıraktığı ayak izlerinin nereye kadar gittiğini kim bilebilir?” diye sorar Murathan Mungan, kitapları o ayak izleri değil midir bir bakıma?

Yazmanın yazar için bir “anne”ye, bir “oluş”a dönüşmesi, yazarak kendisini var etmesi, ne anlatırsa anlatsın her zaman insanı saran bir dinginliğe ulaşması, bu “dişil öğe” üzerine düşünmeme neden oluyor her seferinde.

Mungan’ın “Kırk Odalı” dizisinin ilk kitabı Kırk Oda’ya varıyor tren önce, sisler içinde bir uzak masal ülkesinin istasyonuna. Kitabın ilk öyküsü, “Bir varmış bir yokmuş” diye başlayarak Yedi Cücesi olmayan, bu yüzden hiçbir masala giremeyen Pamuk Prenses’le ilgili olması, Pamuk Prenses’in yaşadığı ülkede bütün annelerin üvey anne olması, yani bütün annelerin gerçekte üvey olduğunu söyleyerek masala ve “Kırk Odalı” masallar dizisine başlaması, bir iz değil mi?
Pamuk Prenses’in üvey annesiyle iletişimi bir ayna aracılığıyla kurduğunu görürüz, gerçekte yoktur anne, aynadaki bir imgedir. Yedi Cüceleri olmayan Pamuk Prenses, hiçbir masala giremeden yaşlanır ve bir gün, koluna sepetini takıp kendi masalını yaratmaya kalkışır, ormana gider; ama ne kadar dolaşırsa dolaşsın, kimse ona ısıracağı bir elma uzatmaz. Anne olmayan bir anne, masal olmayan bir masal ve Yedi Cücesi olmayan bir Pamuk Prenses… Yedi Cüceler, masalını yaşayamayan Pamuk Prenses’in tabutunu taşımak için ortaya çıkarlar sadece, “bütün masalların sonsuz bir kış uykusuna” yattığı zamanlardayızdır çünkü. Nihayetinde, bu anlatılan hikâye de bir masaldır. Murathan Mungan’ın kendi “1001 Gece Masalları”nın bu öyküyle başlaması, bizi bekleyen diğer masalların nasıl olacağına dair bir ipucu verir.

Kitabın sonraki öyküsü “Boyacıköy’de Kanlı Bir Aşk Cinayeti”ndeki Gelin de bir  Pamuk Prenses gibidir, kurtarılmayı bekleyen, ölümün elinden alınmak için ölmeyi göze alan, kavuşulamayan bir arzunun kurbanı… Sonraki öyküde, mitolojik karakter Antigone, Fellini’nin”Amarcord” filminin karakteri Gradisca ile karşılaşır “çağını şaşıran” bir masalın içinde. Kırmızı şapkası vardır Prenses Gradisca’nın, Kırmızı Şapkalı Kız... Sonraki “Zamanımızın Bir Külkedisi” öyküsünde, yine arzusuna kavuşamaz masal kahramanımız, üstelik yapması gereken her şeyi fazlasıyla yapmıştır bir Külkedisi olarak, masaldakinden daha gerçektir bütün zorluklar, ama mutlu son yoktur “zamanımız”da yaşandığı için. Bu masallarda her şey bir hayal kırıklığıdır; her zaman bir terk ediş, ayrılık, çaresizlik içinde kalsalar da Mungan’ın kahramanları,  bütün o hayal kırıklıklarına katlanmayı bilirler; Cemal Süreya’nın “jest” ile tarif ettiği gibi, düşmanlarını beklenmedik bir anda dostça selamlarlar, hazırlıksız yakalandıkları kötü talihlerini.

Ayrılıklarla dolu bu öykülerde, “Makas”ta olduğu gibi önce trenlerden, ayrılık kokan gardan ve yolculardan bahsederken, “Tanışsalar, konuşsalar, arkadaş olsalar tüm bunları gerçekten yapabilseler, belki de hiçbir yere gitmeyeceklerdir” diye yazar Mungan. “Başka yollar, başka hayatlar, başka insanlar”a doğru gidecek bu yolcular, yaşamın onlara sunduğu “büyük fırsatı” yalnızca birkaç dakika yaşayarak “atlamışlardır.” Mungan’ın masalları, bu “büyük fırsatı” kaçırmayla ilgilidir, ayrılıkla, “başka hayatlar”a doğru yol almakla... Çünkü “dramların ve trajedilerin en acıklıları eşikte yaşanan”lardır, “giderken ya da gelmişken…” Aynı öyküde “Kimse, kimseye hayatını anlatmıyor ki. Özlemlerini, düşlerini herkes birbirine kilitlemiş” derken, “Kırk Odalı” masallarını anlatma nedenini açıklar sanki, o kilitleri açacak anahtarları öykülerin içine dağıtarak.
Kırk Oda’nın yedinci öyküsünün başkarakterinin Ibsen’in tiyatro oyunundaki  “Hamlet’in kadın versiyonu” olarak bilinen, Cumhuriyet bulvarlarından geçerek gelen bir Hedda Gabler olması, tesadüf değil elbette. “Sevdasız bir ölüm” istemeyen, “Duygularımızın sahiciliğine engel olan ne?” diyerek isyan eden, belki de sırf bu yüzden kendisinden kurtulmak isteyen Hedda Gabler, bir başka hayal kırıklıkları cehenneminden kurtulmak isteyen kadın olarak karşımıza çıkar; ölümü arzularken, ölümün gerçekliğinden şüphe eden…   

Artık uyanmış olan ve yüzyıllık arayı kapatmak istercesine durmaksızın konuşan “Yüzyıllık Uyuyan Güzel”in “iyi yürekli biriyim, sevmek ve sevilmek istiyorum” haykırışlarını dinlerken de, Ümit’ken Yudum olmuş Rapunzel’in, “yolun sonuna kadar” gitmeye razı olduğu Efkâr kendisini terk ettikten sonra yüreğini bütün erkeklere dağıtırken de, hep bir hayal kırıklığı eşlik eder masallara.

Kırk Oda’nın son öyküsü “Tutkunun Veronica Voss’u”, Fassbinder’in 1982 tarihli filminin de adıdır. Öykünün ilk cümlesi: “ASLINDA ne kadar duygusal bir şey orospuluk etmek…” diye başlar. Çok âşık olmuş, çok acı çekmiş Veronica Voss, delirmemek için yaptığı iki şeyden de bahseder: “Bir gerçeklik duygusunu yitirmemek; iki, ne olursa olsun yenilmemek…” Veronica Voss, başkasının hayal kırıklığı olacaktır.

Tren, Texas’taki boğucu bir taşra kasabasının istasyonuna yanaştığında, Üç Aynalı Kırk Oda’da üç öykü-masalın ilki “Alice Harikalar Diyarında”ki Alice’i görünce, başlıyor dedim içimden. Trene Alice’in ardından, “Aynalı Pastane”deki kasaya bakan Aliye ve “Gece Elbisesi”ndeki Ali de binince... Bu üç uzun öyküyle çıkılan uzun yolculukta, gerçek ve düşler iç içe geçse de kendi gerçeklikleri içinde her şey uyum içinde akar. Alice’in annesi, tıpkı Pamuk Prenses’in annesi gibi üveydir. “Annesinin yalnız onunla değil, hiç kimseyle bir köprüsü yoktu” der bir yerde Alice, “Başta kendi olmak üzere, dünyadaki hemen her şeyden sonsuza dek vazgeçmiş” bir anne… Uzaylılar, cinler, aynalar, arzular…

Ama tren yolculuğunun vakti sınırlı, trenin tek tek her öyküye, masala uğrayamayacağı anons ediliyor, içimde bir sıkıntı, itiraz ediyorum görevliye, başka yolculuklarda keşfetmeye devam edersin diyor.  Yedi Kapılı Kırk Oda’daki “Dumrul ile Azrail” ya da “Hamlet ile Hitler”e uğrayamadan… “Kırk Oda” masallarının her kitabında bambaşka bir dil ve kurgu karşılıyor okuru, masal anlatımının sağladığı imkânı sonuna kadar kullanıyor yazar. Yedi Kapılı Kırk Oda’nın son öyküsü “Güvercin Gömleği”nde, “tren sesinin ayrılık sesi olduğunu” öğrenen bir çocukla karşılaşıyorum.

İçinde olduğum upuzun ve kapkara trene binen bir yolcu, bugünlerde çıkan Dokuz Anahtarlı Kırk Oda’dan bir anahtar tutuşturdu elime ve şöyle diyor: “Kimileri için dünya, bir yaşama yeri değil, bir anlatma yeridir. Bu anlattığım da, çoğaltmak istersiniz diye size uzattığım dokuzuncu anahtardır.”

Elimde anahtar kalakalıyorum bir süre, “yaşama yeri” ve “anlatma yeri” arasındaki farkı düşünüyorum, “olan” ve “yapan”, “dişil” ve “eril” öğeleri. Dokuz Anahtarlı Kırk Oda’nın “Demir Oda”sındaki söze takılmış aklım: “Okuma uzaklığından bakıldığında her hayat gerçeküstü bir masal gibi gelir insana.” Masalların ve hikâye anlatmann sırlarını paylaştığı bu kitabı çize çize okuduğumu fark ediyorum bir süre sonra. Herkes bu anahtarlarla, sırlarla, Kırk Oda’dan birine girip kendi masalını yaşayabilir. Ayna ve sır…

 Bülent Usta (Notos dergisi, 63. Sayı / Nisan-Mayıs 2017)





[1] Murathan Mungan, “Harita ve Metod Defteri”, Metis Yayınevi, 2015
[2] Murathan Mungan, “Kırk Oda”, Remzi Kitabevi, 1987
[3] Murathan Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, Metis Yayınevi, 1999
[4] Murathan Mungan, “Yedi Kapalı Kırk Oda”, Metis Yayınevi, 2007
[5] D. W. Winnicott, “Oyun ve Gerçeklik”, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınevi, 1998.
[6] Harry Guntrip, “Şizoid Görüngü”, Çev. İpek Babacan, Metis Yayınevi, 2003, syf 197-198

Özerk varoluş mücadelesi için bir bilge

Posted: by bülent usta in
0

“Yazmak benim için tek başına oynanan, bana hoş sıcaklıklar yaşatan bir oyun” demişti bir söyleşisinde Engin Geçtan. Bu 'hoş sıcaklık', kitaplarından okura da yayılıyor olmalı ki, Filiz Aygündüz de Bir Kahve İçimi adlı Milliyet gazetesindeki köşesinde, Engin Geçtan’ın Metis Kitap etiketiyle bugünlerde yayımlanan kitabı için “’Orada Bir Arada’yı elime aldığımda yağmur yağıyordu. İlk sayfada cemre toprağa düştü yeniden” diye yazmıştı.

Psikiyatrist, psikoterapist, öğretim üyesi, mesleki ve kurgu kitapların yazarı, radyo programcısı ve DJ olarak tanıdığımız Engin Geçtan, bilgi ve deneyimiyle bu topraklarda yetişmiş önemli değerlerden. Pek çok kişi, onun kitapları aracılığıyla kendisiyle yüzleşebilme cesaretini kazandı. Bunda onun edebiyatçı yanının, dille kurduğu ilişkinin, incelikli olduğu kadar soğukkanlılığını kaybetmeyen duruşunun etkisi olduğu kesin. Daha da önemlisi, pek çok disiplinden ve hayat tecrübesinden beslenen düşünür kimliğiyle kitaplarını kaleme alması. Ayrıca, okurun “kendisiyle yüzleşebilme cesareti” göstermesi, Geçtan’ın zaman zaman dile getirdiği gibi, kendisinin de “yürekli” bir psikoterapist ve yazar oluşuyla alakalı olsa gerek. Yürekli olmaktan kastettiği şey, “şimdi ve burada”, yapmacıklıktan uzak bir biçimde kişinin kendisi olarak var olabilmesi.

Engin Geçtan, psikiyatrist ve psikoterapist olarak Türkiye’den Amerika’ya uzanan mesleki bir tecrübeye ve birikime sahip, bu alanda yayımlanmış çok değerli çalışmaları da var. Ama aynı zamanda, deneme, anlatı ve romanlarıyla da bir edebiyatçı. Zaten psikoloji ve edebiyat, meselesi insan olduğu için uzak değiller birbirlerine. Freud’dan Jung’a psikolojinin öncü isimleri de edebiyata ve sanata çalışmalarında geniş yer ayırmışlardı. Engin Geçtan’ın psikoterapiyle hem kuramsal olarak ilgilenen hem de Anadolu’nun kırsal bölgelerinden metropollere uzanan uygulama tecrübesiyle edindiği insan hikayeleri ve yurt dışı deneyimleriyle, insana ve hayata farklı açılardan bakan yapıtlar kaleme alması, bir şans oldu edebiyat ve düşün dünyamız için. Kendisiyle yapılan söyleşilerde ve anılarından bahsettiği yazılarında, örneğin Konya’da genç bir psikiyatrist olarak çalıştığı zamanların kendi mesleki ve düşünsel yaşamındaki öneminin altını çizer, aynı zamanda Amerika'da uzmanlık eğitimi aldığı ve çalıştığı dönemdeki tecrübelerin kendisine kazandırdığı bakış açısı ve farkındalığı da özellikle “Rastgele Ben” kitabında detaylı olarak anlatır. Konya ve New York’ta yaşadığı deneyimler birbirinden çok farklı olsa da, psikiyatrist ve yazar olarak kendi “oluş” sürecinde sıçramalara neden olmuş, bu sıçramalar hem meslek hayatının, hem de yazarlığının kaynaklarını oluşturmuştur. Zaten hayat hikâyesini, Ankara, İstanbul, İzmir, Konya, New York gibi şehirler üzerinden anlattığını görürüz; kendisinin sık sık dile getirdiği gibi “Fonsuz bir figür olmaz” çünkü; ama ülkelerden çok şehirler, hatta semtler fondadır ve o fonlara göre figür değişiklikler gösterir, gelişir, yolculuk arayışın kendisine dönüşür.

Geçmişe Gitmek

Engin Geçtan, söyleşilerinde ya da otobiyografik bir anlatı olan “Rastgele Ben” adlı kitabında, hayat hikâyesini kronolojik olarak ele almayı pek tercih etmez. “Dersaadet’te Dans” adlı romanın girişinde şöyle yazmıştır: “Konu yaşamın kendisi olduğunda hikâyeye neresinden gireceğiniz önemli olmayabilir. Yaşam sinema filminden farklıdır. Bir film başından izlenmediğinde, karakterleri tanımakta, olayları kavramakta zorlanırız. Oysa birbirimizin hayatına aradan bir yerden giriveririz. Şimdiki zaman, geçmiş ve gelecek, birlikte, hemen orada yaşamaya başlar ve sürekli yeni hikâyeler yaratılır.” Romanında geçen bu satırlar, edebiyatçı kimliğinin psikoterapist kimliğiyle ilişkisini de göstermektedir. Psikoterapide geçmişe gitmek yerine geçmişin bugüne getirilmesi amaçlanır çünkü. “Seyyar” adlı kitabında bu süreci şöyle anlatır Geçtan: “Yakın geçmişte, terapiye gelen birine, onun bugününe ilişkin bir izlenimimi aktardım, tek cümleyle. O cümle zincirleme bir tepkiyle geçmişi bugüne doğru hareket ettirmeye başladı ve geçmişle hesaplaşmayı içeren bazı olayların yaşanmasına kadar uzandı. Kurgusuz gelişen ve kendisini kurgulayan sürecin sonunda, o kişinin önünde yeni ayarlara açık bir alana dönüşüverdi.”

Engin Geçtan, biyografi ve otobiyografi okumayı sevse de, bu tür kitapları yanıltıcı ve sınırlayıcı bulduğunu, mutlaka bir abartı barındırdığını dile getirmiştir. Hatta kendisiyle ilgili de böyle bir kuşku taşıyıp, İzmir’de geçen çocukluğuyla ilgili abartılı ve süslü ifadeler kullanıp kullanmadığını sorgular. Her ne kadar hayatının bir “projeler dizisi” olmadığını, bu yüzden “dönemler” olarak algılayamadığını söylese de, İzmir’de başlayan ve New York’la devam eden hayat hikâyesini kitapları aracılığıyla izini sürdüğümüzde, spontan bir biçimde olsa da dönemlere rastlamak ilgi çekicidir. Geçtan’ın, “projeler dizisi” bir hayat yaşamaya tepkisinin en önemli nedeni, kitaplarında bu çağa dair getirdiği eleştirilerden biri olan ve son kitabı “Orada Bir Arada”da altını çizdiği “dışı boş mikrokozmos”lar hâlinde bir yaşam süren günümüz insanının yabancılaşma meselesidir. Toplumun onayını sağlamak amacıyla insanın dış dünyaya karşı taktığı maske olan “persona” benliğin yerini aldıkça “proje hayatlar” da çoğalmıştır. Sosyal medya ve tüketim toplumunun “persona”ları teşvik ettiği günümüzde, “hayatın anlamı” meselesi de bir krize dönüşmüştür. Hissettiğin ya da olduğun kadar değil de, görüldüğün ve beğenildiğin kadar hayatta var olunduğu yanılsaması... Engin Geçtan’ın söyleşi ve kitaplarında anlattığı hayat hikâyesi, romanları için söylediği gibi “kendi kendisini kurgulayan bir hikâye” olarak çıkar karşımıza.

Şehirler Arası Hayat

1932 yılında İzmir Karşıyaka’da doğan Engin Geçtan, “Seyyar” adlı, kendisiyle yapılmış söyleşilerin yer aldığı kitapta, çocukluğunu, dostlukları ve komşuluk ilişkileri sıcak olsa da kimsenin birbirinin alanına girmediği, İtalyan, İngiliz, Fransız ve az sayıda Levanten’in de yaşadığı bir çevrede geçirdiğini anlatır. Bilgi taşıma amaçlı hayata renk katan dedikodular dışında, kimsenin kimseyi yargılamadığı bir ortamda çocukluğunu geçirmesinin kendisi için bir şans olduğunu sonradan fark ettiğini söyleyecektir. Daha sonra, yazdığı “Dersaadet’te Dans” ve “Kızarmış Palamutun Kokusu” romanlarına esin verecek olan İstanbul’a taşınır. Engin Geçtan’ın İstanbul’a karşı duyduğu aşk, mimarisi ve doğasından çok –elbette bunlar da etkilidir- “yüzyılların birikimi olan yaşam biçimlerinin ve yaşantıların sürprizleri”yle ilgilidir daha çok. Jung’un tanımladığı ve Engin Geçtan’ın kitaplarında önemini sürekli vurguladığı “gölge” arketipinin özgürce dolaştığı bir yerdir İstanbul. Tabii şehrin geri kalanına göre plastik kalan yeni semtlerini bunun dışında tutar.

Engin Geçtan, 1956’da İstanbul Tıp Fakültesi’nde okumaya başlar. Mezun olacağı günlerde ne yapmak istediğine dair hiçbir fikri yoktur. Arkadaşlarının etkisiyle Amerika’ya seyahat edince, daha çok bir macera özlemiyle orada bir hastanede “intern” olarak çalışmaya başlar. Amerika’ya hangi koşullarda gittiğini ve orada yaşadığı değişimi “Rastgele Ben” adlı kitabında detaylı olarak anlatmaktadır. İntern’liğinin sonunda artık psikiyatride uzmanlaşma konusunda karar vermiştir Geçtan. 1956-1961 yılları arasında Colombia ve New York üniversitelerinde, psikoloji, dinamik psikiyatri, nöroloji ve çocuk psikiyatrisi üzerine eğitim görür. Geçtan, “Gençlik deneyseldir” diye yazmıştı. Kendi gençliğinin deneyselliğiyle, “dipsiz bir kuyu”ya benzettiği New York’ta, insan ve kültür çeşitliliği içinde, her ne kadar hastanelerde çok yoğun çalışıyor olsa da, müzikle, özellikle cazla başka bir yoğunlukta tanışır, farklı hayatlar keşfeder. “Orada Bir Arada” kitabında anlattığı grup psikoterapisiyle de ilk olarak Amerika’da karşılaşır. Aslında psikiyatri ve psikoterapiyle ilgili alt yapıyı, o yıllarda alanlarında çığır açmış ünlü psikiyatristlerden dersler almasıyla edinir. Bir yandan Karen Horney ekolününün seminerlerine katılır.

'Biz Kimiz?' Sorusu

Türkiye’ye döndüğünde, askerlik zorunlu hizmeti için Konya’ya gider. Amerika’dan genç ve idealist bir psikiyatrist olarak geldiği Konya’nın mesleki yaşamındaki yeri başka olacaktır. Konya’da tanıştığı hekimlerin cesaretlendirmesiyle, iki odalı bir muayenehane açar. “Bir tür devrim”dir onun için bu adım; Anadolu’nun kırsal kesiminden insanlarla tanışmasının yanı sıra, kendisinin de ifade ettiği gibi “dünya içindeki yerini kavramasında katkıda bulunacak olağanüstü bir deneyim”e dönüşecektir muayenehanede geçirdiği zaman. Muayehane deneyimi, beklediğinden çok daha başarılı olacak, Konya’nın köylerinden dahi insanlar gelip onu görmek için sıraya girecektir. Psikoterapinin, gelen hastaları dinlemenin, onlarla kurduğu terapötik ilişkinin ne kadar etkili olabildiğini bu sayede deneyimleyecektir. Orada aynı zamanda Maarif Koleji’nde İngilizce biyoloji dersleri de verir. Bütün bunlar yaşanırken, ünlü psikiyatrist Rasim Adasal’ın kendisini ve yaptıklarını Ankara’dan izlediğinden habersizdir Geçtan. Sadece Adasal da değil, Doğan Karan gibi psikiyatristler de varlığından haberdardır, ama kendisine sunulan parlak maaşlı işler yerie ODTÜ’de ve Ankara Üniversitesi’nde dersler vermeyi, Ankara Ruh Sağlığı Dispanseri’nde çalışmayı tercih eder. O yıllarda, Ankara Radyosu’nda koruyucu ruh sağlığı programları yapmaya başlar ve Erhan İmset’in ardından ünlü romancımız Adalet Ağaoğlu, yaptığı radyo programlarının prodüktörü olur. Bu arada Milano’dan Zagreb’e, dünyanın çeşitli yerlerine seyahatler yapar, hem mesleki, hem de edebi çalışmaları yayımlanır birbirinin ardı sıra. İstanbul’a taşındıktan sonra Boğaziçi ve Marmara üniversitelerinde dersler vermeye başlar.

Engin Geçtan’ın arayış yolculuğu, Türkiye için söylediği “Her şeyin her türünün aynı potada olmasından kaynaklı deli enerjisi” sözünü hatırlatır bir bakıma. Geçtan’a göre, “Ben kimim?” sorusuna doyurucu bir cevap, ancak “Biz kimiz?” sorusuyla ulaşacağımız cevapla mümkün olabilecek bir şeydir.

Bir Düşünür

Engin Geçtan, kurmaca olmayan kitaplarında, psikoretapiyi ve bireyi merkeze alsa da felsefeden siyaset bilime, hatta fizik bilimine uzanan disiplinlerarası bir yaklaşım sergiler. Jung’dan bahsederken uzun uzadıya kuantum fiziğinden bahsedebilir. Üçüncü sayfa bir gazete haberinden felsefi ya da siyasi çıkarsamalarda bulunup sözü psikoterapiye getirebilir. Bu açıdan, daha çok bir “düşünür” olarak çıkar karşımıza. Bir düşünür olarak Engin Geçtan’ın “üst sistemler”le bir alıp veremediği olduğunu görürüz. Yeni çıkan kitabı “Orada Bir Arada”da karşımıza çıkar ‘üst sistemler’ ve kitabın karakterlerinden Dr. Q’nun ‘kendi yarattığımız canavar’ dediğini duyarız. Dr. Q’ya göre, insan evrimleşerek doğaya üstünlük sağlayıp ona egemen olabileceği yanılsamasına kapıldığında, hesap edemediği bir şey ortaya çıkmıştır: “Doğadan kopmanın insanı gezegenin en yalnız ve kırılgan varlığı haline getirebileceği. Doğanın yerine başka bir şey koyması gerektiğini fark ettiğinde kendi tuzağını da yaratmış oldu.” Bu tuzak, uygarlık denilen 'üst sistemleri' geliştirdi ve insan bu sistemlerin hakimiyetine girerek kendisine yabancılaştı. “Dış dünyaya karşı ikiyüzlülük, kendimize karşı ikiyüzlülüğü de kapsar ve hayatımızın omurgası haline gelir. Bizi kızgın yapan da işte bu ikiyüzlülüğe katlanmak zorunda kalmak” diyen Dr. Q’nun sözleri, günümüzde gündelik hayatın içinde arttığına tanık olduğumuz şiddeti anlamamız için de bir kapı aralar. Engin Geçtan’a göre çözüm, bu ikiye bölünmüşlüğün arasındaki mesafeyi azaltarak kendimizle ilişkimizdeki ikiyüzlülüğü asgari düzeye indirmektir. Engin Geçtan, “Zamane” ve “Hayat” adlı kitaplarında da “üst sistemler” ve “ikiyüzlülük” meselelerini ele alır.

Gölge 'Arketipi'

Geçtan’ın yine kitaplarında sık sık “gölge” arketipinden bahsettiğini görürüz, Jung’un geliştirdiği kuramdan yola çıkarak. “Zamane” kitabında tarif ettiği gibi, “İnsanın hayvan yönünü barındıran bu kişilik bölgesi”, arketiplerin belki de en güçlüsü ve tehlikelisidir. Tehlikelidir, çünkü insan, “gölge”yi bastırarak, onu ehlileştirerek uygarlaşırken aşırıya kaçabilmekte ve bu yüzden kendiliğindenliğini, yaratıcılığını, sezgilerini, duygusallığını ve içgörüsünü körelterek, ruhsuz ve sıkıcı bir hayata kendisini mahkûm etmekte, bu da “gölge”nin isyanıyla sonuçlanmakta, ruhsal rahatsızlıklar ve şiddet ortaya çıkmaktadır. Bu tespitlerini, gündelik hayatın içinden örnekler vererek açıklar Engin Geçtan, cinayetle biten park yeri tartışmaları, kendi halinde hayat sürerken cinnet geçirenlerin hikâyeleri, “üst sistemler”, “ikiyüzlülük” ve “gölgenin isyanı”yla anlamlı bir hale gelir. Engin Geçtan, “özerk insan”dan bahseder sık sık, yaşanılan “kimlik krizi”ne ve “üst sistemler”in neden olduğu tahribata karşı, insanın tutarlı bir kimlik geliştirebilmesi, ancak iç sesiyle uyumlu tercihler yapabilmesiyle mümkün olabilir.

Engin Geçtan, Türk edebiyatının kendine özgü yazarlarından biridir. “Kırmızı Kitap”, “Kırmızı Palamutun Kokusu”, “Tren”, “Kuru Su”, “Mesela Saat Onda”, “Bir Günlük Yerim Kaldı İster misiniz?”, “Dersaadet’te Dans” romanları ve “Rasgele Ben” anlatısıyla, varoluş sancısını aşmaya dönük bir edebiyatın izini sürüyor yazar. Kendisinin bir söyleşisinde dile getirdiği gibi, nereden kaynaklandığını bilmediği bir dürtüyle ve “tasarlanmadık zamanlarda” kaleme aldığı romanları, neredeyse kendi kendisini yazdırmıştır. Bu yazdırma, bir bilinmezliğin içinde zaman zaman duraklayarak, zaman zaman da hızına yetişemediği bir akış içinde, Engin Geçtan’ın tabiriyle bir oyun halinde gerçekleşir. Bu oyun ve bilinmeze akış, ister istemez yazarın sık sık dile getirdiği ‘gölge’ arketipini çağrıştırmaktadır. Bir binanın antresinde asönser bekleyen erkek ve kadın, soğuk bir kış sabahı trene yetişmeye çalışan bir adam, İstanbul Havalimanı’na inişe geçmiş bir uçaktaki adam ve bütün bu karakterlerin yaşadıkları şehirler ve geçtikleri sokaklarda bıraktıkları hikâyeler, Engin Geçtan’ın serbestçe dolaşan “gölge”sinin bir oyunu gibi, romanlardaki yazarın geçmişiyle bağlantılı ayrıntıları düşününce. Engin Geçtan, kendi “gölge”sinden çok, duyargalarının açık olmasından kaynaklı olarak arketiplerin kendi kendilerini romanlarında ifade ettiğini, daha çok insanlığın varoluş trajedisi üzerine yoğunlaştığını söylüyor.


Bir Arada Yaşamak

Egin Geçtan’ın yeni kitabı “Orada Bir Arada”yı, psikoterapi ve edebiyatın buluştuğu bir çalışma olarak değerlendirilebilir. Kitapta yer alan karakterlere ad seçerken, romanlarındaki karakterlerin adlarını kullanması dikkat çekici. Örneğin Karyoka adını, “Dersaadet’te Dans”ta duymuştuk ilk defa. Geçtan’ın diğer kitaplarında olduğu gibi “Orada Bir Arada” felsefe ve siyaset bilimi gibi başka disiplinler alttan alta varlığını hissettiriyor, özellikle insanın doğadan kopuşunun ve üst sistemlerin birey üzerindeki etkilerinin ele alındığı sayfalarda. Çünkü, kitabın adının da sezdirdiği gibi 'bir arada' yaşamanın olanaklarını araştırıyor Geçtan.

Geçtan, 30 yılı aşkın bir zaman sürdürdüğü grup psikoterapi seanslarındaki deneyimlerinden faydalanarak, farklı sosyal sınıf ve kültürlerden sekiz karakteri, Dr. Q’nun gözetiminde bir odaya kapatıyor ve bu kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini, sanki bir tiyatro oyunu yazarmış gibi diyaloglar üzerinden aktarırken, pek çok kişinin kendisinden bir şeyler bulabileceği, her biri kendi başına bir roman olacak kadar derin ve çarpıcı insan hikayeleriyle buluşturuyor. İnsanların sahip olduğu hayat hikayelerinin şimdiki davranışlarını ve düşüncelerini nasıl belirlediğini, 'öteki' aracılığıyla kazanılan farkındalık ile yaşanan içsel özgürleşmenin bireyler arasındaki ilişkileri nasıl olumlu olarak etkilediğini gözler önüne seriyor.

Kitap, “Tanışma”yla başlayan ve “Tatil Öncesi”yle sona eren yedi bölümden oluşuyor. Üçüncü bölüm olan “Açılma”ya kadar olan kısım, daha çok grup içinde güven ilişkisinin kurulmasına yönelik tartışma ve farkındalıklardan oluşuyor. İkinci bölüm “Tartma”nın sonunda Tabu, söze karışarak “Burada hepimiz isyankârız galiba. Herkesin var olanın ötesini talep eden bir hali var” diyerek durumu özetleyince, Dr. Q, çarpıcı bir yorumda bulunuyor: “Zaten buraya yalnızca bir ayağı içeride bir ayağı dışarıda olanlar gelir. İki ayağı aynı alanda olanlar, aynı yaşantıları tekrarlayıp durarak ciddi çatışmalar yaşamadan hayatlarını sürdürürler.”

Kitaptaki sahneler, yaşadığımız toplumu en çok zorlayan şeyin sınırların muğlaklığı olduğunu düşündürtüyor. Özerk birer varoluşa sahip bireyler olmamız, sınırlarımız sayesinde mümkün olabilecek bir şey çünkü. Katılımcıların hikayelerini dinleyince, özellikle aileden kaynaklı 'sınır' sorunları olduğu, hislerini ve arzularını anlamakta bu yüzden zorluklar yaşadıkları anlaşılıyor. 

Engin Geçtan, otobiyografik anlatı olarak kaleme aldığı “Rastgele Ben”in sonlarında şöyle diyordu: “Kendimizi ‘ben’ olarak algılayabilmek, o anda içinde bulunduğumuz dünyayla birlikte olduğumuzu fark edebilmeyi içerir.” “Orada Bir Arada”, teknolojinin insanlar arasında duvarlar örerek yalnızlaştırdığı bir dünyada, neden 'bir arada' yaşamak zorunda olduğumuzun ve 'bir arada' yaşayabilmek için de önce 'orada', birbirimizin varlığını hissederek var olmamızın yaşamsal önemini anlatıyor. Kitapta Dr. Q’nun da dediği gibi, 'aidiyet', doğadan kopmuş ve yalnızlığa mahkûm olmuş bizler için hayati bir öneme sahip. Ait olmadan da 'orada' ve 'bir arada' var olabilir miyiz?



"Şikayet ve yakınma, aynı zamanda iyi bir uyuşturucudur"

Engin Geçtan'a yeni kitabı vesilesiyle birkaç soru sorduk. Geçtan Milliyet Kitap ekine hem kitabını, hem de kitaptaki bazı detaylar üzerinden günümüzde karşı karşıya kaldığımız sorunların nedenlerini anlattı.

* Kitaptaki grup psikoterapisinin çerçevesini belirleyen Dr. Q’nun işlevini, sizce gündelik hayatta ne üstlenebilir? Kitapta herkesin birlikte müzik dinlediği o etkileyici ânı düşününce, bu işlevi sanat yerine getirebilir demek doğru olur mu sizce?

Vaktiyle biri bana “Müzik sizi değiştiriyor” demişti, daha önce farkında olmadığım doğru bir saptamaydı, müziğin değiştirdiği kişiler tabii ki benimle sınırlı değil. Müziğin insanları birleştirici bir yanı olduğu görüşünüze katılıyorum. Milli marşlar bu amaçla yazılmamışlar mıdır? Yine de tutkunu olduğum bu konu, yani müzik, tek başına Dr. Q’nun işlevine eşdeğer bir etki yaratamaz. Sorunuzun cevabı  metnin başka bir yerinde geçiyor: “Yaratıcı düş  gücüne olabildiğince alan açmak.” Mevcut eğitim sistemleri hafız modelini hâlâ sürdürmekte. Nitekim dünyadaki eğitim kalitesi sıralamasında 101’nciyiz. Geçmişe baktığımda kendim de hayatla ilgili çoğu şeyi okulda değil, dışarıda öğrendiğimi görüyorum. Yakın zamanda Finlandiya’da okullarda dersleri kaldırdılar. Amerika’da da benzer bir deneme yapıldığını duydum. Neden dönüp oralarda ne oluyor diye bakmıyoruz? Ülkemizdeki eğitim sistemlerinin bir bölümü, boş zamanlarını, telefonda içeriği boş sohbetlerle, sabun köpüğü TV programlarını seyrederek, futbol dedikodusu yaparak, başkalarının hayatlarını izleyip onları yargılama ya da onlara tapınma ile geçiren ve dünyaya hiçbir açılımda bulunamayan cahil bireylerin yetişmesine zemin hazırlama potansiyelini içermekte. Tek doğru kendisininki olduğuna inandığı için, dünyadaki farklı modellerden esinlenmekten yoksun toplumların kültürel zenginleşmesi sığ seviyelerde kalmaya mahkûmdur. Üstelik bunu aşmış kişilere geliştirdiği hasetle. Üst-sistemlerin kendilerine verdiği şekille yetinip, kendilerine yine kendileri olabildiğince şekil vermek için hiç çaba göstermeyen insanlardan söz ediyorum.

* Kitabın bir yerinde, 'dışı boş mikrokozmos' tanımlaması yapılıyor. Günümüzde kimlik sorununun çözümü sanki 'dış boş mikrokozmos'larda aranıyor, Dr. Q’nun Mahidevran’la ilgili tespitini düşününce. Kendi çiftliğinde doğayla haşır neşir olması, iyi bir hayat sürüyor olması, Mahidevran’ın aidiyet sorununu çözmüyordu. Kimlik sorunu, yanlış bir yerden tartışılıyor olabilir mi?

Her figürün bir fonu olması gerekir, fonu olmayan figür olamaz. Kimliğimiz de kendimizle başlayıp biten bir şey değildir ki. İçinde yaşadığımız toplumun, hatta dünyanın yarattığı fon üzerinde gelişir. Kendi sınırlarının ötesindeki dünyalardan bihaber kişilerin kimlikleri de cılız kalmaya mahkûmdur. Mahidevran’ın üstesinden gelmeye çalıştığı şey de buydu.

* Kitap, tıpkı dünyanın şu an içinde bulunduğu durum gibi fazlasıyla gergin bir atmosferde başlıyor. Dr. Q, bu gerginlik karşısında hiç panik yapmadan, herkesin birbirini anlaması için zamana ihtiyaç olduğundan ve bunun olabilmesi için de önce herkesin kendisini tanıması gerektiğinden bahsediyor. Bir söyleşinizde insanın kendisini tanımasının önündeki en önemli engelin 'üst sistemler2 olduğunu söylemiştiniz. Nasıl mücadele edilebilir 'üst sistemler'le?

Doğduğumuz andan itibaren üst-sistemlerin etkisindeyiz, ilk temsilcisi olan anne ile beraberliğimizle başlayarak. Üst-sistemi yukarılarda aramaya gerek yok. O, yanımızda, sağımızda, solumuzda, her yerde ve tabii içimizde. Yani üst-sistemlerin dışında onunla mücadele edecek kimse yok ki! O zaten hepimizin içinde. Ama belki saf kalabilmiş Avustralyalı Aborijinlerden bu konuda bir şeyler öğrenebiliriz.

* Kitapta karakterlerin hikayelerini kendi sözleriyle okurken, hikayelerin kurgusunun ve onların nasıl yorumlandığının önemi ortaya çıkıyor. Asma’nın anlattığı hikayeye, Karyoka’nın “Sence sen hayat mağduru musun Asma?” yorumu, Asma’nın “Bilmiyorum” diyerek suskunlaşmasıyla sarsıcı bir yüzleşmeye dönüşüyor. Mağdur olmanın cazibesi ve işlevi hakkında ne söylersiniz?

Mağdurla özdeşleşenler genellikle kendilerini ezik ve mağdur hisseden, ama bunun bilinçli olarak farkında olmayan insanlardır. Ancak bizim kültürümüzde mağduriyet, çevreyi yönlendirmek için saldırgan amaçlarla da kullanılır. Mağdur kişiden fazla sorumluluk beklenmez, üstelik taleplerinin karşılanma olasılığı yüksektir. Şikayet ve yakınma, aynı zamanda iyi bir uyuşturucudur ve kültürümüzde çok yaygındır. Başka kültürlerde, örneğin Amerika’da şikayet hiç hoş karşılanmaz, grup terapide de öyle.

* Kitapta, karakterlerin kişilik özellikleri, patolojileriyle uyumlu bir biçimde verilmiş. Örneğin bir katılımcıyı anlattığı hikayeye ve verdiği tepkiye bakarak hemen “Narsisistik kişilik bozukluğu” tespiti yapmak mümkün, ama yanıltıcı da olabiliyor bu elbette. Bu anlamda, bu kitap aracılığıyla, okuru bir grup psikoterapisi deneyiminin nasıl olabileceği bilgisini de vermek istediğinizi söyleyebilir miyiz?

Evet, özellikle bu tür konulara ilgi duyan okura ve grup psikoterapi konusuna henüz aşina olmayan genç meslektaşlarıma ve adaylarına... Psikiyatri son zamanlarda psikobiyolojik boyutuna ağırlık verme eğiliminde, öyle olması da beklenir bence. Ancak iletişim konusunda yaşanan zorluklar göz önünde bulundurulduğunda, grup psikoterapi tarzı çalışmalara yine de ihtiyaç duyulacaktır. Nitekim metindeki karakterler günlük hayatımızda her zaman çevremizde bulunan ya da ilişki halinde olduğumuz nitelikte kişilerdir. Katılanlar adına konuşamam ama üye olmadığım halde yıllarca sürdürdüğüm bu beraberliklerden kendim de bayağı yararlanmış olduğumu düşünüyorum.

* Kitabın sonlarına doğru Dr. Q, “Çünkü doğadan kopmuş varlıklar olarak, aidiyet hepimiz için hayati bir ihtiyaç” tespitini yapıyor. Bir söyleşinizde, doğadan edinilmiş bilgeliğin ancak arınmayla, 'insanın hâlâ saf ve arı olduğu en derinlerine doğru bir yolculuk'la mümkün olduğunu ve bunu engelleyen tek şeyin de sadece para ve mal ile sınırlı olmayan 'mülkiyet tutkusu' olduğunu söylüyordunuz. Aidiyet için mülkleşme de denebilir mi?

Bence denilebilir. Doğadan kopma sonucu birbirimize muhtaç varlıklar halinde yaşıyoruz, o nedenle de biraz kızgın. Aidiyet güvenlik sağlar, güvenlik ise bağımsızlığımızdan ödün vermeyi gerektirir. Bir anne bebeğini "Benim bebeğim" olarak algılar ve sever, kendi uzantısıymış gibi. Sonu ‘m’ harfiyle biten kelimelerle konuşmaya çalışın konuşamazsınız. O ‘m’lerin çoğu mülkiyetle ilintilidir.

* Kitabın sonunda yer alan açıklamada, sinema ve tiyatronun görsel olanaklarından yoksun olmanın zorluklarından bahsediyorsunuz. Bu eserin tiyatroya ya da sinemaya uyarlanması hakkında ne düşünürsünüz?

Sinema filmleri genellikle hareket ve mekan değişiklikleri içerir, hatta bunun için çekim öncesi uygun mekanlar aranır. Bu metinde yaşananlar farklı zamanlarda bile hep aynı mekanda geçiyor. Yıllar önce Ankara’da bir sinemada sürekli aynı mekanda geçen “Who is Afraid of Virginia Wolfe” filmini seyrederken seyircilerin bir kısmı zamanla salonu terk etmişti. Tiyatrodan söz ettiğinizde bir an olabilirmiş gibi geldi, tabii isabetli bir casting ile. Ama konu beni yine de aşar, bence böyle bir değerlendirmeyi ancak tiyatro sanatçıları yapabilir.


 Bülent Usta (Milliyet Kitap, Ekim 2017)