DEKODERİN GÖSTERDİĞİ

Posted: 24 Haziran 2011 Cuma by bülent usta in
0

Seçmenlerin oy kullanma tercihini ve siyasetle ilişkisini anlamak için, bir gazete yazarı olarak sokağa inmeye karar verdiğimden bahsetmiştim önceki yazımda. “Gündelik hayatı” sanat ve siyaset için yeni bir imkâna dönüştürmenin zaruretiyle eve dönüp odama kapanmış ve yazmaya başlamıştım.

Bunaltıcı ve sıcak havaya bir de sivrisinek serenatları eklenince, yazdığım şeyleri fırlatıp tekrar sokağa çıkmam uzun sürmedi. Yanımda defter ve kalem götürmeyi de ihmal etmedim elbette. Yazacağın şeyin, ne zaman ve nasıl aklına geleceğini çoğu zaman bilemezsin. Aslında yazarlığı, daha doğrusu gazete yazarlığını bir tür dekoder olma durumuna benzetirim. Nasıl ki dekoderler, şifreli yayınları çözüp televizyonda yayınlıyorsa, gazete yazarlığı da, kanıksanmış olsun ya da olmasın dağınık, düzensiz ve şifreli bilgileri alıp anlamlı bir bütüne dönüştürerek sözcüklere dökmektir bir bakıma. Bu yüzden dekoderin bozuk olup olmaması, ne kadar hızlı çözüp yayımladığı önemli bir mevzu. Dekoderlerin bozuk, cızırtılı yayın yapmasına öyle çok alışmışız ki, eski model dekoderlerin piyasadan kalkması için daha vakit var gibi gözüküyor. Dekoderlerin parazitli görüntü yayınlamasının bir diğer nedeni de, dekoderlerin kullandığı “codec”ler. Yani dekoderin kullandığı sistem dosyaları… Bazı dekoderler, sadece devletten gelen görüntüleri çözecek “codec”ler kullanırken, bazıları holdinglerden, bazıları da siyasi partilere özgü üretilmiş “codec”leri kullanarak gerçekliği yorumluyor.

Benim yaptığım şeyse, tamamen korsan yayıncılık. Sokaklardan topladığım bilgileri, sanatın da verdiği ilhamla tek bir “codec”le değil, her duruma ve olaya özgü yeni “codec”ler üreterek çözümlemek ve yansıtmak… Eduardo Galeano gibi gazetecilerin yaptığı şey de buydu. Bakın o ünlü gazete yazarlarına, hepsinin bir ayağı edebiyatın içinde, bir ayağı da sokaklardadır… Galeano, kendimize başkalarının gözüyle bakmaya şartlandırıldığımız için körleştiğimiz uyarısını yaparak, gazete yazarlarına dekoderleri için “codec” tavsiyesinde bulunuyordu aslında. Belki de bozuk dekoderlerden kendimizi izleye izleye zihnimiz parazitten geçilmiyor, bu kadar bulanık görüyorduk her şeyi… Metis Yayınları’ndan Bülent Kale çevirisiyle çıkan “Biz Hayır Diyoruz” adlı kitabında, insanın sadece etten ve kemikten değil, sözcüklerden de yapıldığının altını çizerek, edebiyatın ve gazete yazarlığının bir zaruret olarak yaşamımızdaki öneminin hiç azalmayacağının işaretini verir.

Benim dekoderimin en iyi çektiği yer, yazılarımda sık sık bahsettiğim “balıkçılar kahvesi”dir genellikle. Deniz kenarındaki bu küçük balıkçı kahvesinde, bayat çayımı yudumladığım zaman, birden dünyaya bakışımdaki bulanıklık kaybolur ve her şeyi olduğu gibi görmeye başlarım. Bu defa da öyle oldu. Kungfu Hikmet’le seçimleri ve sonuçlarını konuşurken, dekoderimin ışığı birden yeşile döndü:

Sokaklarda geçirdiğim süre içinde, Vaneigem’in “insanın hayatının yirmi dört saatinde, bütün felsefelerden çok daha fazla gerçek vardır” sözünün doğrulandığını gördüm. Bu gerçekler, belki hepimizin yaşadığı, bildiği şeyler. Ama öylesine kanıksamışız ki, gözümüzün önünde ne olup bittiğini fark edemiyoruz genellikle.

Öncelikle, “halk” dediğimiz şeyi yanlış algıladığımızın farkında değiliz. Teoride belki doğru tanımlıyoruz ama “halk” sözcüğünün bizdeki çağrışımının duygusal etkileri çok daha belirleyici oluyor. Fransız Devrimi’ni ya da 17 Ekim Devrimi’ni, çoğunlukla devrimi yapanların gözünden, onların anlattığı kadarıyla biliyor olmamızın bir etkisi olabilir bu algı bozukluğunda. O dönem yazılan romanlar bile, çoğunlukla devrimcilerin gözünden ve onları meşrulaştıracak şekilde yazılmıştı. Kimse, o yıllarda halkın “gerçekte” ne yaşadığıyla, devrime hangi duygularla katıldığıyla yeterince ilgilenmemişti. Bugün de aynı şey oluyor. Siyasi partiler, yoksullukla mücadeleyi kendilerine görev bilip çeşitli projelerle çıktılar seçimlerde halkın karşısına. Ama halkın çoğunluğunu, yoksulluğun bu projelerle sonlandırılacağına ikna edemediler.

Bu konuda yapılan yorumların en sağlıklısı, “sınıf siyaseti”nin yerini “kimlik siyaseti”ne bıraktığına dair tespit oldu. Ama sağ ve solu, sadece sınıf siyasetine mal etmek, siyaseti dar bir alan içine hapsetmek anlamına geliyor ki, dekoderlerin bozulması da kaçınılmaz oluyor. Kılıçdaroğlu, her ne kadar iyi niyetli bir biçimde aile sigortası vb projelerle, siyaseti eski kanalına oturtmaya çalışsa da, seçim sonuçları “kimlik siyaseti”nin belirleyici olduğunu bir kere daha gösterdi. Kürt sorunundan muhafazakârlığın artışına kadar pek çok şeyin “kimlik” meselesiyle ilişkisini görememek, kullanılan “codec”lerin eskidiğinin ispatı bir bakıma. Çünkü anlayamıyoruz bir türlü. İnsanların aç kalmayı göze alıp da, ana dillerini kullanmak için bu kadar çok belayı göze alışları ya da bir başörtüsü uğruna okullarını terk edişlerindeki mantık, bazı dekoderlerde görüntüye dönüşemiyor bir türlü. 12 Eylül’ün siyasete düşman iktidarlar yaratmasının elbette bir etkisi var bu sonuçta. Gündelik hayatın her şeyi kapsayarak dönüştürmesinin, kapitalist ahlakın bir virüs gibi toplumun bütün hücrelerini ele geçirmesinin böyle bir sonucun doğmasında etkisi olmuş olabilir. Ama bu duruma bakarak hayıflanmak ne işe yarar ki? Zamanı geriye döndürmek mümkün mü? Üstelik tüm dünyada “kimlik” meselesi, en can yakıcı meseleye dönüşmüşken… Mesela Meksika’da da, hükümetin neoliberal politikaları yürürlüğe sokarak köylü örgütlerine baskı yaptığına, hapisler, işkenceler ve katliamlarla köylü direnişini etkisizleştirmeye çalıştığına tanık olmuştuk. O köylü hareketinin zamanla sınıf siyasetinden yerli halkların kimlik siyasetine evrildiğine tanık olduk daha sonra. Zapatistler, asıl gücünü Cheipas Kızılderililerinden almıştı. Çünkü ortada bildiğimiz anlamda bir proleterya yoktu. Cheipas Kızılderililerinin siyasi bir özne olarak belirmesiyle, Türkiye’de Kürtlerin siyasi bir özne olarak belirmesi arasında büyük bir benzerlik var. Ama solun bir kısmı, siyaseti saf ve mutlak bir şeymiş gibi düşündüğü için, bu değişen sürece adapte olamayıp marjinalleşme sonucuyla karşı karşıya kaldı. Sendikaların sarı sendikaya dönüştüğü ve siyasete düşman devlet anlayışının çokuluslu şirketlerle işbirliği yaparak neoliberal küreselleşmenin atomlaştırıcı etkisini kullandığı bir zamanda, solun sadece sınıf siyaseti eksenine göre hareket etmesi mümkün gözükmüyor.

Balıkçılar kahvesinde otururken, içeriye kaybıyla tesellisi imkânsız bir acı yaşamamıza neden olan Sorumlu Yazı İşleri Müdürümüz İbrahim Çeşmecioğlu’na benzeyen birisi giriyor. O kişinin İbrahim Abi olmadığını elbette biliyorum. Ama dekoderimin ışığı çoktan kırmızıya dönmüş bir kere...

Devamı gelecek…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 22 Haziran 2011)

TUHAF ZAMANLAR

Posted: 19 Haziran 2011 Pazar by bülent usta in
0

Seçimlerden bahsetmeye hiç niyetim yoktu. Okuduğum kitaplarla odama açtığım koridorlardan geçip başka dünyaların kapılarını aralamak istiyordum. Ama tüm bu olup bitene bakarak, seçmenlerin oy kullanma tercihinin ve siyasetle ilişkisinin arka planını bir gazete yazarı olarak merak ettiğim için, bütün bir hafta sokaklarda, garlarda, miting meydanlarında, sergi salonlarında ve daha pek çok yerde dolaşıp durmayı tercih ettim.

Merakımı diğer gazete yazarları ve televizyon yorumcularının, hele hele siyasetçilerin gidermesinin mümkün olmadığını biliyordum. Onlar daha ziyade, bulundukları pozisyonu savunma ve kendilerini haklı çıkarma gayretindeydiler. Retorik denilen şey, hakikatle yer değiştirdiğinden beri, Türkiye’nin tam ortasında kocaman bir karadelik belirmişti. Bu yüzden köşe yazılarının da, miting alanlarında söylenenlerin de önemini ya da belirleyiciliğini bir süredir kaybettiğini, bu seçimlerde bir kere daha görüp yaşadık. Kimse Tayyip Erdoğan’a “çılgın projeleri” için oy vermemişti, Kılıçdaroğlu’na “aile sigortası” vb projelerinden ötürü oy verilmediği gibi. Blok adayları, -iktidar iddiasından şimdilik uzak oldukları için- daha çok birer hakikat söyleyicisi ya da sözcüsü olarak belirdiler alanlarda.

Ama gerçeklik, sürekli yer ya da boyut değiştirerek, ciddi anlamda itibar kaybına uğradığı için, kafamdaki soruların tümünü insanların arasında onlarla birlikte arama ihtiyacını öyle yoğun bir biçimde yaşadım ki, kitapların arasından başımı kaldırarak kendimi sokaklara vurmak dışında başka bir seçeneğim yoktu. Aslında kitapların içine gömülü bir halde yaşarken de, görünmez üçüncü kulağımla sokakları dinlemekten hiç vazgeçmemiştim.

Öncelikle, karşılaştığım, konuştuğum hiçkimsenin, kendisine aydınlatılmayı bekleyen insan muamelesi yapılmasını istemediğini gördüm. Yani, sokaklarda bilinçlendirilecek, aydınlatılacak, uyandırılacak, silkinip kendisine getirilecek insan kalmamış. Bu yüzden 70’lerin, hatta 90’ların insan profiline hiçbir yerde rastlayamıyorsunuz. Elbette öyle insanlar da var ama onlar da öyle oldukları için fena halde mutsuzlar ve bir şeyleri kaçırıyor olduklarına dair hisle kendi çıkış yollarını arıyorlar. Televizyonlardaki talk show programlarını ya da internetteki sosyal paylaşım sitelerini takip ederek çağın ruhunu bir yerden yakalayabileceklerini sanıyorlar. Çünkü gündelik hayat denilen şeyin cazibesi öylesine artmış ve öyle kapsayıcı bir hale gelmiş ki, internet bağlantısı ya da cep telefonu olmayanların kayıp insan muamelesi gördüğü zamanları yaşıyoruz. Herkesin hem her şeyden, hem de hiçbir şeyden haberi olmadığı tuhaf zamanlar…

Bu tuhaf zamanlarda insanları, “gelecek güzel günler” söylemiyle ikna etmeniz mümkün değil. Çünkü zaman dediğimiz şey -buna ister bir yanılsama, ister yeni bir hakikat deyin- eskisi gibi “geçmiş-şimdi-gelecek” olarak birbirinden kolayca ayrılamıyor. Gelecekçi bildirgeleri, daha iyi bir dünyanın anahtarını elinde tuttuğunu iddia eden siyasetçileri, sanatçıları, aydınları umursayan yok. Hatta bilakis siyasetçiler, sanatçılar, aydınlar, “gelecek güzel günler”e dair bir anahtara sahip olmadıklarının gayet farkındalar. Daha çok ellerinde bir tomar anahtarla dolaşarak, her kapıyı başka bir anahtarla açmaya çalışıyorlar ki, o kutsal “tek anahtar”ın, “kutsal kâse” gibi mitololojik bir nesneye dönüştüğünü yaşanan tecrübeler onlara ziyadesiyle öğretmiş. Farkında olmayanlara, daha çok yaşı ilerlemiş olanlarda rastlıyoruz ki, onların da sayısı her geçen gün azalıyor. Ellerine geçirdikleri maymuncuklarla anahtarmış gibi oynamayı tercih ettikleri için, onlardan sonra onlar gibi yazacak ya da o söylemi devam ettirecek birilerini bulmaları pek mümkün olmayacak gibi gözüküyor. Çünkü maymuncuğun açamayacağı kapılar da var artık.

Günümüzde çatışmaya dayalı zıtlaşmalara da ihtiyaç duymuyor insanlar. Daha çok yeni kümeleşmeler peşinde koşan kitleler var karşımızda. Bu kümeleşmelerin, çağın en temel ve en derin sorunu olan “kimlik” sorunuyla alakalı olması ve “kimlik” sorununa yeterince önem verilmemesi yüzünden yeni çatışma alanlarının doğması, şimdilik ürkütücü bir noktaya gelmiş değil. Disipliner devlet anlayışının sivil toplum lehine ne ölçüde çözülüp çözülmeyeceği, bu yeni çatışma alanlarının yaygınlığını da belirleyecekmiş gibi gözüküyor. İşte bu noktada, meclis ile sivil toplum örgütleri arasındaki ilişki, her zamankinden daha önemli bir hale geldi. Özellikle, devletin olanaklarını kullanarak, belirli bir sermaye kesiminin desteğiyle ciddi bir oy oranına sahip olan iktidar partisinin izleyeceği seyir, eğer çatışmaya dayalı disipliner devlet geleneğine sıkı sıkıya sarılmak olacaksa, sokakların bu çatışma kültürünün yaratacağı yeni kümeleşmelere terk edileceği muhakkak. Ama hiçbir iktidar partisi, böyle bir sonuçla karşılaşmak istemez herhalde. Bu yüzden, karamsar olanların da, iyimser olanların da düşüncelerinin karşılığını sokaklarda göremedim. Toplum, korku eşiğini çoktan aştığı için, kimse insanları “şeriat geliyor, bölünüyoruz vb” söylemlerle korkutarak siyaset yapamaz artık. Yapılsa da çok düşük ölçekte bir siyaset olacaktır bu. Muhafazakârlığın artması dahil pek çok meselenin, “kimlik” meselesine nasıl yaklaşacağımızla alakalı olduğunu, nedense görmekte zorlanıyoruz.

Sokaklarda gördüğüm bir başka şey de, insanların umutsuz söylemlere rağbet etmediği. Roberto Bolano’nun Metis Yayınları’ndan çıkan “Vahşi Hafiyeler” romanındaki karakterlerden birisi, “ömrü boyunca umutsuz yaşanamaz, beden pes eder, acı dayanılmaz olur, bilinç buz gibi dalgalarla kaçar” diyordu. Umutsuzlar için yazılmış eserleri okumak, nasıl bir süre sonra okumaktan soğutursa insanı, umutsuzluğu yayan bir siyasi söylem de siyasetten soğutur. Muhalif olmak, baktığı her şeyde olumsuz olanı görmek anlamına gelmemeli. Philippe Djian’ın “Betty Blue” adlı romanında yazdığı gibi: “Ve bundan sonra insana sadece ümitsizliğin kaldığına inanmak bir kere daha yanılmaktır. Çünkü ümitsizlik de bir yanılsamadır.”

Bütün bir hafta sokaklarda, garlarda, miting meydanlarında, sergi salonlarında ve daha pek çok yerde dolaşıp evime döndüğüm zaman, sadece siyasetin değil, sanatın da bu tuhaf zamanlarda “gündelik hayat”ın kapsamına girdiğini düşünerek üzülmek yerine, “gündelik hayatı” sanat ve siyaset için yeni bir imkâna dönüştürmenin zaruretiyle yazmaya başladım.

Devamı gelecek...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 15 Haziran 2011)

ZARFSIZ KUŞLARIN TÜRKÜSÜ

Posted: 8 Haziran 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Metin Lokumcu için yas tutanlar arasında Malezya’dan Filistin’e, Kanada’dan Uruguay’a kadar dünyanın her yerinde “Su Kardeşliği” olarak da bilinen, Dünya Su Aktivistleri”ni görüp, Metin Lokumcu için yazdıkları mektubu okuyunca, yok olup gitmekten çok, yaşarken hayatlarımıza anlam katıp katmadığımızın önemli olduğunu anımsadım yeniden. Alexander Nehamas’ın Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Edebiyat ve Hayat” adlı kitabında Kazancakis’ten şöyle bir alıntı var: “En son, en büyük ayartıya boyun eğdiriyorum: Umut. Bizden istediği için savaşıyoruz; bizi işitecek kulaklar olmamasına rağmen söylüyoruz türkümüzü. Nereye gidiyoruz? Galip gelecek miyiz ki? Tüm bu savaş ne adına? Soru sorma! Savaş!”

Hopa’da ve daha pek çok yerde insanlar hakları için savaşıyor. Blok adayları ve onları destekleyenler, tüm polis ve sivil faşist baskısına, saldırılarına rağmen, özgürlük türküsünü söylemekten vazgeçmiyorlar. Belki de bu özgürlük savaşını kazanacakları günü, Metin Lokumcu gibi göremeyenler olacak aralarında. Denizlerin, Mahirlerin, Alexlerin, Nidaların, hayatlarını feda etmekten çekinmeyişlerini, hayatlarına anlam katmaktan yoksun olanların anlayabilmesi düşünülebilir mi? Siyasal İslam görüşüne sahip birisinin, şu sorunun yanıtını aradığına tanık olmuştum: “Bizler, ölünce cennete gideceğimizi bildiğimiz için hayatlarımızı kolayca feda edebiliyoruz. Peki ya onlar? Onları motive eden şey ne?”

Elinde limonla polisin kullandığı biber gazından etkilenenlerin yardımına koşan Metin hocamızın motivasyonu neydi? Neden evinde oturup, olan biteni televizyonun karşısında izlemedi de sokaklara çıkıp söylenen türküye ortak oldu? Onlarca polisin hastanelik ettiği Dilşat Aktaş’ın derdi neydi de, Metin hocamız için yapılan spontan bir nümayişte o panzerin üzerine çıkma cesaretini gösterdi? Şimdi en az altı ay hastanede tedavi görecek. Denilene göre felç olma tehlikesini de atlatabilmiş değil.

Ne Metin hocamız, ne Dilşat Aktaş, ne de Tahrir Meydanı’na çıkan o binlerce insan, kendi hayatlarını feda etme düşüncesiyle sokağa çıkmadılar. Kendi hayatını kolayca feda edebilecek birisi, umudun değil umutsuzluğun kurbanıdır. Onlar, hayatlarına kattıkları anlamın korkuya karşı kayıtsızlığını yaşadılar sadece. Kendi hayatına değer veren kişi, hayatı savunma ihtiyacı da duyan kişidir çünkü. Dini amaçlarla kendini feda eden birisinden bu açıdan ayrılırlar. Öte dünya için değil, bu dünya için, karşılığında bir ödül beklemeksizin feda ederler kendilerini. Nâzım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiirinde yazdığı gibi “Yaşamayı ciddiye alacaksın, / yani o derecede, öylesine ki, / mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, / yahut kocaman gözlüklerin, / beyaz gömleğinle bir laboratuarda / insanlar için ölebileceksin, / hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, / hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, / hem de en güzel en gerçek şeyin / yaşamak olduğunu bildiğin halde.”

Metin Lokumcu, sokağa çıkıp özgürlük türküsünü söylediği zaman, Malezya’dan Uruguay’a kadar binlerce insanın onu can kulağıyla dinlediğini, bugün dünyanın her yerinden havalanan ve Metin hocamıza doğru uçan “zarfsız kuşlar”dan anlıyoruz.


Otoriterliğin Seçimsizliği


12 Haziran’ın motivasyonu, birileri için nasıl güç ve paraysa, birileri için de özgürlük ve adalet... Aslında seçimlerden çok, halkın erklenme mücadelesi ve bu mücadeleye yeni deneyimler ekleniyor olması önemli. Yoksa temsili demokrasinin itibar kaybı ya da parlamenter sistemin sivil toplum ile devlet arasındaki etkin bir bağlanma aracından başka bir şey olup olmadığı zaten tartışılan bir şey. Hükümran devletten, Foucault’nun tabiriyle “yönetimsel devlet”e geçerken, parlamentonun bir aygıt olarak ekonomiyi nasıl sunacağı, sivil toplum ile devletin bağlanma düzeyi ile belirlendiği için önemli bu seçimler. Devlet –her ne kadar zaman zaman bağlarını az biraz gevşetse de- otoriter bir kültüre sahip toplumsal hayat sürdüğümüz içindir ki, kendisini her şeyin üzerinde görmeye devam ediyor.

Otoriter kültürlerde siyasetçilerin, halkla arasındaki ilişkiyi hem döven, hem seven “baba” rolüne uygun olarak sürdürdüklerine bu seçimde de tanık oluyoruz. Bu açıdan, “memlekete komünizm lazımsa, onu da biz getiririz” diyen “tek parti döneminin” Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ile gazetecileri hizaya sokmaya çalışan, her tür eleştiriye tahammülsüzleşen Tayyip Erdoğan arasında ciddi bir benzerlik yok mu? AKP’li siyasetçilerin “tek parti dönemine” yönelik yaptıkları eleştirilerin aynısı, bugün AKP iktidarı için yapılıyorsa, bunun en önemli nedeni demokrasiyi içselleştirmeyişimiz değil, otoriter bir kültürde başka türlü bir demokrasinin mümkün olamayışıdır aslında. “Demokrasi kültürü”nü yaratacak tek şey, sivil toplum örgütlerinin hem kendilerini, hem de devleti dönüştürecek siyasal alanlar yaratmasıyla mümkün olabilir ki, bu konuda umut verici gelişmeler de var. HES’lere karşı halkın örgütlenmesi ya da Demokratik Toplum Kongresi’nin çalışmaları gibi, başka bir siyaset ve demokrasi kültürü yaratmak isteyenlere, sanatçıların ve aydınların katacağı çok şey var. Sanatçı ve aydınların devlet adamlarına akıl hocalığını yapmayı bırakıp hakikatin sözcüleri olarak halkın arasına karışmaları, sadece halkı değil, kendilerini de özgürleştirecek tek şey belki de... “Yetmez ama evetçilerin”, iktidara yaptıkları akıl hocalığının göstermelik icraatlardan öteye gitmediği, hatta iktidarın onlar üzerinden yakaladığı meşruluk yüzünden her şeyin nasıl sarpa sardığı, bunun bir ispatı değil mi? Tüm deneyimi ve birikimine rağmen, pek çok aydını “özgürlükçü sol” içerisinde artık göremeyecek oluşumuz, yaşanan bu sürecin bir sonucu aslında. Ne diyordu Başbakan: “Taraf olmayan bertaraf olur.”

AKP’nin cemaatlerle arasındaki bağ ve bir cemaatmiş gibi örgütleniyor oluşu, devletin içindeki iktidar mücadelesinde ona başarı kazandırsa da, siyasi açıdan neo-Özalizm çizgisinin takipçisi olarak ortaya koyabileceği tek şey “çılgın projeler” ve istikrar vaadinden başka bir şey olamıyor. Bu tür bir siyaset anlayışıyla da varlığını sürdürmesi neredeyse imkânsız. Sorun, AKP ya da diğer partilerin siyasetsizliğe saplanıp kalıyor olmaları değil, bu siyasetsizliği üreten disipliner devlet anlayışının sivil toplum lehine dönüşüp dönüşemeyeceği. Ve bu dönüşümün, otoriteryen kültüre sahip bir toplumda nasıl yaşanacağı?

Bizi işitecek kulak olup olmadığına bakmaksızın türkümüzü söylemeye devam edeceğiz, 12 Haziran’da da...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 8 Haziran 2011)

SANSÜR ve RİSK

Posted: 1 Haziran 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

T.C. Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu, William S. Burroughs’un “Yumuşak Makine” adlı romanın edebi eser olmadığına karar verirken “kopuk anlatım tarzının benimsenmesi”ni gerekçe göstermesi, önce fena halde şaşırtmıştı beni. Ama sonradan yaşadığımız akıldışı sürece çok uygun bir gelişme olduğuna karar verdim.

Guillaume Apollinaire, William S. Burroughs ya da Chuck Palahniuk’u “toplumun sosyal normlarıyla çatışan” eserler yazdıklarını iddia edip o eserleri yayımlayanları cezalandırmak istemeleri, henüz yayımlanmamış, hatta yazılmamış bir kitabı toplatan zihniyetle birebir örtüşmüyor mu?

Sansür kurulunun “toplumun sosyal normlarını” nasıl belirlediği ya da “kopuk anlatım tarzını” neye göre edebi bulmadıklarını düşünürken, iki buçuk aylıkken açlıktan ölen bir çocuk üzerinden Recep Tayyip Erdoğan ile Kemal Kılıçdaroğlu arasındaki polemiğe takıldı aklım. Ümraniye’de miting yapan Başbakan halka sesleniyor: “Haberimiz yok ya kardeşim, bir telefon edersin, ambulans helikopterimizle, jetimizle biz alırdık onu.”

Başbakan’ın özel jeti, açlıktan ölen çocuk ve seçim mitingleri, zihnimde kopukluklar oluşturmaya başladı birden. Artık hiçbir şey düşünemeyecekmişim gibi bir korkuya kapıldım. Bence “Sansür Kurulu”nun kesinlikle bildiği bir şey var. Zihinsel olarak dağılmış bir halka Burroughs gibi yazarları okutmak büyük bir risk. Burroughs ya da Palahniuk okuyup, “toplumun sosyal normları”yla çatışmak yerine, o sosyal normları sahiplenip, “Sansür Kurulu”nun buyurduğu gibi, “basın-yayın, araç ve organları toplumu bu konuda yönlendirme, ikaz etme, hatırlatma görev ve sorumluluğu”nu da yerine getirmeliyiz. Öyle kolay iş değil, sosyal normlara sahip olmayan bir toplumun varlığını koruyup düzenini sağlayabilmesi. Şimdi Burroughs okuyacağız diye, o kadar bedel ödeyip oluşturduğumuz sosyal normlardan mı olacağız? Aç kalır ölürüz daha iyi. Eğer açlıktan ölmek, bir toplumun sonunu getirseydi, “Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu” yerine “Küçükleri Açlıktan Koruma Kurulu” kurulurdu.

İngiltere’de D. H. Lawrence’ın “Lady Chatterley’in Sevgilisi” adlı romanına açılan dava, 1959’da bilim, edebiyat ya da sanat eserlerinin “kamu yararı”na olduğunu savunan bir yasayla sona ermişti. Bilim, edebiyat ya da sanatın, bizdeki yasalara göre “sosyal normlar”ın karşısında ve onlara düşman olarak konumlandırılması, bizim bilim ve sanatta hangi noktada olduğumuzun ve olacağımızın bir ispatı olarak yorumlanabilir. Ama yanlış. Yazacağınız eserleri, bebekleri leyleklerin getirdiği gerçeği üzerine inşa ederseniz, yaratacağınız sanatsal etki, emin olun çok daha güçlü olur. Cinsellik gibi insan ruhunun karmaşık meselelerine girip “kopuk bir anlatım tarzı”yla ucuz eserler vereceğinize, toplumun sosyal normlarına katkı yapacak, onları güçlendirecek eserler vererek, insan ruhunun güzelliklerini ortaya çıkarma hazzını da yaşayabilirsiniz.

Bize benimsetilen şey, kişisel ahlakımızın toplumsal ahlakla uyum içinde ve değişmez olduğudur. Sanatın yaşamla olan bağını ise, birey üzerinden kurmanız, doğal olarak muhafazakâr değerlerle çatışmanızı getireceği için, içinde yaşadığınız toplum ve o toplumun normları çerçevesinde hareket etmeniz gerekir.

Sansür Kurulu’na sanatçıların vereceği tepki ya arzularını ölçülü bir biçimde yaşayıp yansıtmak olacak, ya da arzuların bastırılmasına yönelik eserler vererek üremeyi öne çıkartmak olacak. Herkesin en az “üç çocuk” yaparak toplumun çoğalmasına katkıda bulunması, o açlıktan ölen çocuğun, ailenin üçüncü çocuğu olduğunu düşünürsek, gerçekten çok mühim. Üç çocuk yapmanın, bu türden ölüm risklerinden toplumu korumak gibi, ihmal edilemeyecek bir yanı da var.

Eğer “Sansür Kurulu”, ahlaki ölçüt olarak kendisine Georges Bataille’ın düşüncelerini temel alsaydı, biz sanatçılara vereceği tavsiye, “toplumun yüksek ahlaka ulaşması için, sanatın insanları kışkırtarak yasakları ve kuralları aşmalarına yardımcı olmak gibi bir görevi vardır” şeklinde olurdu. Bataille, özellikle edebiyata “yüksek ahlak” konusunda özel bir yer ayırır ve edebiyatın risk aldığı zaman gerçek konumuna kavuştuğunu öne sürer. Baudelaire, Sade, Kafka, Blake gibi yazar ve şairler, insanlığın “yüksek ahlak”a kavuşmaları için o riski göze alarak, edebiyatın ve sanatın önünü açmış, insan aklını özgürleştirecek “yüksek ahlak” yolunda önemli adımlar atmışlardır. Geleneksel, toplumsal normların dayandığı ahlak, alışkanlıklardan ibaret ikiyüzlü bir ahlaktır Bataille gibi düşünürler için. Gerçek ahlak, ancak bu ikiyüzlü ahlaktan sıyrılanabildiği ölçüde mümkün olur.

Sivil toplumun devleti emerek, devletleşme sürecini tersine çevireceği günler, şu an çok uzakmış gibi gelebilir bize. Ama eninde sonunda bu süreç tersine işleyecek. Tek sorun, insanlığın acıya katlanma kabiliyetinin de her geçen gün artması. Yaşananlara bakınca, insanların bunca acıya ve o acının ürünü olan saçmalıklara katlanabilme kabiliyetlerine şaşırmadan edemiyor insan. Küçük bir çocuğun açlıktan ölmesinden daha büyük bir acı ve ahlaksızlık olabilir mi? Bu acıya ve ahlaksızlığa nasıl dayanabildiğimiz ise, edebiyatın risk alması gereken temel bir mesele olarak karşımızda duruyor.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 1 Haziran 2011)

KIŞKIRTICI SANAT

Posted: 25 Mayıs 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Lars von Trier’in Nazi olduğunu açıkladığı sahne, hafızalardan kolay kolay silinecek gibi değil. Trier, belki skandal yaratmak için yaptı bunu, belki yorumcuların bahsettiği gibi megalomanlığından, belki de önce bir tepki olarak başlayan Nazilere ilgisi faşizme dönüştü zamanla, kim bilir...

“Hitler’i anlıyorum” gibi, sokakta sıradan faşistlerin ağzından duymaya çok alıştığımız klişe ve ırkçı bir sözü, bir sanatçıdan işitmeyi hoş gösterecek bir gerekçe olamayacağı gibi, Trier’i tüm bu olup bitene rağmen sıradan bir faşist olarak damgalamak da zor gözüküyor. Daha küçük bir çocukken atom bombasından çok korktuğu için, her gece uyumadan önce dünyayı kurtaracağını düşündüğü bazı törensel hareketler yapan, otuzlu yaşlarına kadar kendisini Yahudi sanarak yaşamış, komünist annesinden etkilenerek “Danimarka Komünist Gençlik Partisi’ne üye olmuş, “Dalgaları Aşmak”, “Karanlıkta Dans”, “Dogville” gibi akıllardan kolay kolay çıkmayacak filmlere imza atmış birisinden bahsediyoruz çünkü. Otuz üç yaşına geldiği zaman, ölüm döşeğindeki annesinden babasının Yahudi değil, bir Alman olduğunu öğreniyor. Bütün hayatının bir yalan üzerine kurulu olduğunu düşünerek ciddi bir travma yaşıyor Lars von Trier. Yahudi kimliği sayesinde, modern sanatta özlemini çektiği acıya ve tarihsel bilince kavuştuğuna inanan birisi için, üstesinden gelmekte zorlanacağı ağır bir travma...

Agora Kitaplığı’ndan 2005’te, Begüm Kovulmaz çevirisiyle Jack Stevenson’ın “Lars von Trier” biyografisi çıkmıştı. Yaşanan skandaldan sonra, yeniden o kitaba göz atma ihtiyacı duydum. Trier, Danimarkalı bir sinemacı ve Danimarka, komünistlerin öncülük ettiği bazı direniş hareketlerinin varlığına rağmen Hitler Almanya’sına fazlaca sorun çıkarmadan teslim olmuş bir ülke. Savaş bittikten sonra, Nazi karşıtlığı, neredeyse milli bir tabu haline geliyor Danimarka’da. Bırakın Nazilerden bahsetmeyi, Alman ekspresyonizmini beğenmek bile dışlanmanıza neden olabiliyor o günlerde. Trier, böylesine baskın bir atmosferde büyüyor ve o baskın atmosfere rağmen Alman kültürü ve tarihinin tüm aşırılıklarına inadına ilgi gösteriyor. Onun bu ilgisi, Stevenson’ın hazırladığı biyografinin verdiği izlenime göre, bir tür tepki. Nazilerden bahsetmenin tiksinilen ya da utanılan bir şey olarak üzerinin örtülmeye çalışılması, Trier’e göre derin bir suçluluk hissinin yansıması çünkü... Bu yüzden daha ilk filmlerinden itibaren, iyilik-kötülük-masumiyet gibi temalara ilgi gösteren bir sanatçı olarak, bu suçluluk hissinin üzerine kışkırtıcı bir biçimde gidiyor ve savaş sonrası Avrupa sinemasında ilk defa bir Nazi’nin olumsuz olarak gösterilmediği “Rahatlama Görüntüleri” filmini çekiyor. Özellikle filmde Danimarkalıların bağımsızlığa kavuştukları zaman Nazilerle işbirliği yapanlara yönelik şiddet gösterilerinin yer aldığı sahneler, tepkilere neden oluyor. Trier’e göre, “Bağımsızlık Günü”, “Hüküm Günü”ne dönüşmüş, pasif işbirlikçiler birden vatanperver kesilip sağa sola saldırarak Nazi düşmanlığı yarışına girişmişlerdir. Naziler, sanki uzaydan gelip bunca kötülüğü yapmış gibi bir hava estiriliyor. Zamanında Kenan Evren’in elini öpüp “Allah sizi başımızdan eksik etmesin” diyen sanatçılarımızın, politikacılarımızın, gazetecilerimizin, bugün hep bir ağızdan 12 Eylül’e lanet okuması gibi... Ya da Ahmet Kaya’ya çatal bıçak fırlatılırken ses çıkartmayanların birden Kürt sorununa sahip çıkıp rant peşinde koşması gibi... Avrupa’nın, Nazi geçmişiyle tam anlamıyla yüzleşebilmesi henüz gerçekleşebilmiş değil. Belki Trier gibi kışkırtıcı sanatçıların çoğalması gerek, bu yüzleşmenin sağlıklı yaşanabilmesi için.

Benim üzerinde durmak istediğim asıl mesele, sanatçının toplumsal kabullerle ilişkisinin nasıl olması gerektiği... Stevenson’ın kitabında yer alan Trier’in şu sözlerini bir yere not etmeli: “Sinemamızın üslubu o kadar ince ve sevimli ki kimseyi rahatsız etmesi mümkün değil. Bütün öyküler zararsız bir üslupla çekilmiş, hep zararsız öyküler. Sadece herkesin hemfikir olduğu konular hakkında filmler çekiliyor.”

Trier’in yakınmasında bir doğruluk payı var gibi geliyor bana. Bu sözleri, kendi sanat ve edebiyat ortamımız için de söyleyebiliriz. Bizde “aşırılık” diye sunulan şeyler, daha çok “beat kuşağı”nın taklidi karikatürleşmiş figürlerin kendini tekrarlayan, ergen isyankârlığından ileriye gidemeyen üretimlerinden başka bir şey değil. Farklı şeyler yapmak isteyen sanatçılarımız yok mu? Elbette var. Özellikle güncel sanat pratiği içinde, belki de kamuoyunun merakını yeterince cezbetmediği için kışkırtıcı üretimlere rastlamak mümkün. Ama edebiyat ya da sinema gibi kontrolün elden bırakılmadığı alanlarda, rahatsız edici olmayı göze alacak sanatçılara pek rastlayamıyoruz. Çünkü kamuoyu görüşüne tek başına karşı çıkmanın riski bizde oldukça ağır ve bu riski göze alanlar da kolayca manipüle edilebiliyor

Galerilerin basılıp sanatçıların dayak yediği, heykellerin yıkıldığı, Guillaume Apollinaire ya da William S. Burroughs gibi artık klasikleşmiş yazarların, resmi makamlarca Türk toplumunun ahlak yapısına göre yargılandığı bir ülkede, sanatçıların ortak algıya hitap eden, fazlasıyla temkinli ve hesapçı bir dili tercih etmek zorunda kalması, Türkiye’de sanatın geleceğini de derinden etkiliyor. Ele aldığı meselenin sertliğine uygun olarak, “Press” filmi daha farklı çekilemez miydi mesela?

Aslında “ortak algı”yı üreten kamuoyu denilen şeyin de, televizyon, okullar, basın, üniversiteler ve dini kurumlar aracılığıyla egemen güçler tarafından üretildiğini unutuyoruz genellikle. Bağımsız bir çoğunluk olmadığı için, çoğunluğun seçtiği yönetim de, verdiği kararlar da, sanat beğenisi de bağımsız olamıyor. Sanatın özgürlüğü, çoğunluğun özgürlüğüne bağlı olduğu için de, çözümü sadece sanatın içinde aramak imkânsız hale geliyor. İşte bu yüzden, Kürt sorunu da, yoksulluk da, faili meçhul cinayetler de, basın özgürlüğü de sadece siyasetin değil, sanatın başat sorunu haline geliyor. Max Frisch’in “Günlükler”inde bahsettiği gibi, kamuoyunun baskın olduğu yerlerde dalkavukların çoğalması ve çok olduğunun farkında olan dalkavukların artık dalkavukluğu bırakıp saldırganlaşması, linç kültürünün yaygınlaşmasıyla sonuçlanıyor. Kısacası, sanatın geleceği, dalkavukluk ile kışkırtıcılık arasındaki yol ayrımında belirecek. Ama bu yol ayrımı, hayata düşman olan ile hayatı savunan sanat arasında yaşanacak.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 25 Mayıs 2011)

GERİ GERİ YÜRÜRKEN

Posted: by bülent usta in
0

Önümüzdeki bir noktaya bakarak geri geri yürüyoruz. Cenazeler geçiyor yanımızdan. Ağıtlar duyuyoruz, dağlardan şehirlere inen sisin içinde. Geri geri yürüdükçe kim olduğumuzu unutuyor, rüzgârda uçuşan bir tüy gibi hafifliyoruz. Ama şunu hatırlamakta fayda var: “Tarih, hiçbir zaman durmaz!”

Hava günlük güneşlik olsa da, görünmez bir sis, her yeri ıssızlaştırarak karartmaya devam ediyor aslında. Başkaları yakınınızda olsa bile, sisin içerisinde onları göremediğiniz için gerçekte yokmuşlar gibi geliyor. Yüzlerce kişinin dağlarda cenazelerini aradığını göremiyoruz mesela? O sise polis ve asker cenazelerinden yayılan sis de eklenince, göz gözü görmüyor artık. Birbirini dinleyecek mecali ve tahammülü olmayanlar, kendilerini kuşatan siyasetsizlik iklimine uyum sağlayarak, ezberledikleri fikirlerin kendilerine ait olduklarını sanıp dua eder gibi tekrarlayıp duruyorlar aynı şeyleri. Zaten ezberlenmiş ya da ezberletilmiş fikirler değil mi, bizleri geri geri yürüten?

Pınar Öğünç, Radikal gazetesindeki köşesinde, Dicle Üniversitesi’nde yapılan sınavdaki bir sorudan yola çıkarak, o soruyu soran akademisyenle telefon görüşmesini yayımladı geçenlerde. Ermeni meselesiyle ilgili resmi bakışı öğrencilerine ezberletmeyi kendine görev edinen akademisyen, Ermenilerin hainliklerinden bahseden o bildik ezberi tekrarlayıp duruyordu konuşmasında: “Hakikati geçtik diyelim, devlet bu konuda böyle diyorsa böyledir yani. Başbakanımız da diyor, gelsin bütün dünya tarihçileri bir komisyon oluşturalım, herkes elindeki belgeyi ortaya koysun. Gelmiyorlar. Demek bu bir hakikat. Bizim milletimiz soykırım yapmamıştır. Asıl hainlik eden Ermenilerdir.” “Hakikati geçtik” ya da “devlet bu konuda böyle diyorsa böyledir” diyen bir akademisyenin zihninden dünyaya bakınca, geri geri yürüdüğümüzü fark etmemesi anlaşılır bir şey.

Kimsenin “ortak akıl” gibi bir derdi olmaması, her şeyin retorikle manipüle edilebilir hale gelmesi ve “iç savaş” stratejilerine uygun söylem geliştirmenin bu kadar revaçta olması, pencereden dışarı çıkmak isteyen sineğin inatla cama toslamasına benziyor. Kimse, pencereyi açmayacağı için, sineğin cama toslamaktan vazgeçip çareler düşünmesinden başka bir şansı yok. İşte o çareler, siyaset yapmayı yeniden öğrenmemizle belirecek hayatımızda. Her ne kadar, bütün pencereleri sıkı sıkıya kapalı parlamentonun havalandırma deliğinden içeriye sızmaya çalışanlar olsa da, siyasetin bizim toplum olma becerimizle ve dayanışma güdülerimizle güçleneceği açık.

12 Eylül, en büyük kötülüğü, siyaset düşmanlığını bir devlet politikasına dönüştürerek yapmamış mıydı? Duvara “barış” yazdığı için çocuklara işkence yapılırken, istenen şey, halkın siyasetten soğutulmasından başka bir şey değildi. Anne-babalar, çocuklarını üniversiteye gönderirken siyasetten uzak durmaları için kırk kere tembihler, ideolojik damgası yemiş her şeyden köşe bucak kaçar hale getiriliyordu. Biber gazıyla ve copla terbiye edilmeye çalışılan bir toplumda, siyaset sadece bireysel menfaatler alanına dönüştürüldü. Toplum olma becerimiz, yani örgütlenme kabiliyetimiz felce uğrayınca, parçalanmış kimlikler içine sıkışıp “ortak akıl” üretmekten aciz bir konuma getirilmemiz, muhafazakârlığın yükselmesini de peşinden getirdi. Doğan Kitap’tan çıkan Riaz Hassan’ın “Müslüman Zihinler” kitabı, bu açıdan önemli veriler sunuyor. Türkiye’yi diğer Müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelerle karşılaştıran bu bilimsel çalışmada, henüz durumumuz Pakistan’a benzemese de, “Allah inancına dayalı olmayan herhangi bir devlet kusurlu olacaktır” şıkkına “kesin” bir katılım gösteriyor araştırmaya katılan kişiler.

Matt Ridley’in YKY’nin “Cogito” dizisinden Erhun Yücesoy çevirisiyle çıkan “Erdemin Kökenleri” adlı kitabını okuyorum bu aralar. Kitap, ünlü anarşistlerden Kropotkin’in Saint Petersburg’taki yüksek güvenlikli bir cezaevinden kaçırılışıyla başlıyor. Yazara göre, olağanüstü bir dayanışma ve özveriyle gerçekleştirilen bu kaçış planı, Kropotkin’in yardımlaşma ve dayanışmanın insanın özünde var olduğuna dair kanısını güçlendiriyor. Kropotkin, bencilliğin hayvanlardan, erdemliliğin ise medeniyetten kaynaklandığına her daim karşı çıkmış bir filozof. Yaşamın bencil varlıklar arasında sürüp giden acımasız bir mücadele olduğuna dair o yaygın kapitalist ve devletçi propagandaya karşı, dayanışmanın hayvani dürtüler kadar eski ve güçlü bir gelenek olduğunu, biyolojik verilerden faydalanarak ispatlayan eserler vermişti. Aslında insanın doğasına dair tartışmalar çok eskilere, Antik Yunan’a kadar uzanan derin bir mesele. Hatta insanın bir “doğa”sı olup olmadığı da çokça tartışıldı bugüne kadar. Ridley’e göre, aradan yüzyıl geçmesine rağmen Kropotkin’in tespitleri, büyük oranda geçerliliğini koruyor. Çünkü, Kropotkin’e göre toplum, “onu bilinçli olarak icat ettiğimiz için değil, evrim geçirmiş eğilimlerimizin kadim bir ürünü olduğu için işlerlik kazanır.”

Biyolojiden bahsedince, Metis Yayınları’nın David Sloan Wilson’ın “Herkes İçin Evrim” adlı kitabını yayımladığını da haber verelim. Darwin’in “Evrim Teorisi”ni benimseyen bir akademisyenin gözünden “hakikati geçmeksizin”, hatta “hakikati” mesele hale getirerek, Matt Ridley gibi, toplumsal dayanışma dahil pek çok meseleyi, “Evrim Teorisi” içinden ele alıyor kitabında Wilson. Ve bunu, günlük tutar gibi samimi bir dille, kendi yaşamındaki örnekler üzerinden gerçekleştiriyor. Wilson’ın yakındığı önemli bir şey var: “Halkın geneli, biliminsanlarının üstünlüğünü doğrularcasına adeta her geçen gün daha da aptallaşıyor.” Bu aptallaşmanın nedeni olarak da, insanın zihnini körelten işlerde çalışmak zorunda kalmasına ve boş zamanlarında da bin bir türlü şeyle oyalanıyor olmasına bağlıyor. Bir de buna, bizimki gibi ülkelerde karşımıza çıkan “hakikati geçen” akademisyenleri ve “çılgın projeler” üreten politikacıları da eklersek, durum daha da vahimleşiyor.

Belki de çoğunluğun güçsüz kesimlerden oluştuğunu, güçsüzlerin de rahatsız edilmemek için değişim istemediğini söylerken Max Frisch haklıdır. Belki de, çoğunluk güçsüz olduğu yalanıyla yaşamaya alıştırılmıştır. Ama şurası kesin: Tarihin durduğu ya da geri gittiği görülmemiştir.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 18 Mayıs 2011)

GİZLİ MADDE YAZARLIĞI

Posted: 5 Mayıs 2011 Perşembe by bülent usta in
0

Gazete yazarlığı, gündelik hayata dair uçucu, gevşek şeylerin kaydını tutmak bir bakıma. Ama o uçucu şeyler, gerçekte sanıldığı kadar uçucu da olmayabiliyor. Tanık olduğum şeylerin düşüncelerimin arasına sızmasından ve kalemimden dökülen sözcüklere yön vermesinden hiç rahatsız olmadım bugüne kadar. Galeano gibi hayata çıplak gözlerle bakarak, Sandor Marai gibi insanları ve olayları birbirlerine bağlayan o “gizli madde”yi analiz edebilme istenciyle huzursuz bir ruh olarak dolaşıp durdum sokakların ve kitapların arasında.

Çünkü biliyordum ki, o gizli maddeyi analiz yeteneğinden yoksunsa bir gazete yazarı, tanık olduğu her şey, birbirinin tekrarı, anlamsız, kopuk ve boş gelecektir. Boşlukta yüzecektir kâğıdın üzerindeki sözcükler... Yazdıkça sözcüklerin ağır ağır kararmasına engel olamayacağı gibi, kişisel buhranlara prim veren gevezeliklerle, kıskançlık ve haset kokan sataşmalarla, güç elde edebilme arzusuyla dolu yalakalıklarla yazılan her sözcük, bir lanete dönüşecektir zamanla. Onu, sonsuza kadar çıkamayacağı tarihin lanetliler çukuruna düşüren sözcükler…

Ama günümüzde gazete yazarlığının iyice zorlaştığını kabul etmek gerek. Çünkü “şaşırmama hastalığı” salgın bir hastalık gibi, bütün topluma yayılmış durumda. Tıkış pıkış binilen metrobüs ve otobüslerde seyahat edenler, binlerce insanın, reklam panolarının, gürültünün içerisinde, kendilerini korumak için duyargalarını olabildiğince kapatmak zorunda artık. Televizyonlarda zaman zaman sokak ortasında can çekişen insan haberleri yer alır. O sokaktan geçen hiçbir taşıtın ya da insanın durup yardım etmediğini gösterir kameralar ve spiker “insanlık öldü mü?” diye sorar. “İnsanlık öldü mü” diye sormak yerine, “insanlık neden ölüyor” diye soran kişidir bana göre gazete yazarı. İnsanları duyarsızlaştıran o “gizli madde”nin, kapitalizmin ahlakıyla bir ilgisi olabilir mi mesela? “Her koyun kendi bacağından asılır” felsefesini, örgütsüz bir toplumun üyesi olarak yaşamın içinde defalarca sınamış ve duyarlı olan insanların enayi ya da deli muamelesi gördüğüne tanık olmuş birisinin, sokak ortasında can çekişen kişiyi, zaten tıka basa dolu bir geminin güvertesinden düşmüş talihsiz birisi olarak görmesinden daha doğal ne olabilir.

İnsanlar, her an alabora olacak bir geminin içinde yolculuk yapıyor gibi yaşarken, neler düşünür, neler yapar? Kendisini bekleyen belirsizliklerle dolu geleceğin gölgesinden kurtulmak isteyenlerin din ya da dinleşmiş ideolojilere sığınmaktan, anlık zevklerin peşinde koşmaktan başka bir şansı var mı? Kitapçı bir arkadaşım, hep aynı şeyleri anlatan “kişisel gelişim” kitaplarının çok satmasına şaşırdığını söylemişti bir defasında. “Yaşamın Anlamı” diye bir ada sahip olan kitabı okumak zorunda kalan bir insanın yaşadığı çaresizlikten daha kötüsünü düşünemiyorum. Üstelik o tür kitapların, plazalarda çalışan yüksek gelirli kesimin de başucu kitabı olduğunu biliyoruz. Kapitalizme uyum sağlamak için, dünyayı değil de kendisini değiştirerek varoluşsal sancılarından kurtulmak isteyen bu insanların, çalışmak, eğlenmek ve tüketmekten ibaret kısır bir yaşam döngüsü içinde “Yaşamın Anlamı”nı kişisel gelişim kitaplarında aramalarından başka bir şansları var mı? Yüksek gelir grubu içindeki insanlar, yaşamın anlamını kaybetmiş, düşük gelir grubu içindeki insanlar da hayatta kalma çabası içindeyken, kutuplar arası bir siyasetsizlik iklim içinde gazete yazarlığı da en zor günlerini yaşıyor.

Siyasetçilerin, ürettikleri projelerini “çılgın proje” olarak sunmak zorunda kalmaları da, bu siyasetsizlik ikliminin bir neticesi. Vaat edecekleri şeyler, sadece “çılgınlık”. Bu yüzden, Ankara’ya deniz getirilse bile kimsenin şaşırmayacağı bir zamanda, İstanbul’a ikinci bir Boğaz’ın açılması sadece rant çevrelerini heyecanlandıran bir haber olarak yer aldı hayatımızda.

YSK’dan YGS’ye, henüz yazımı bitmemiş bir kitabın toplatılmasına kadar eşi benzeri olmayan pek çok skandala imza atan iktidar partisinin, seçimlerden birinci parti olarak çıkmasına şaşırmayacaksak eğer, İstanbul’a ikinci bir boğazın açılmasına niye şaşıralım ki? Açılacak kanaldan rant sağlayacak çevreler, eminim epey heyecanlanmışlardır. Ali Ağaoğlu’nun yüzü gülüyordu, “kanalistanbul” projesini televizyonda tartışırken. Ormanlık alanlar yok olacak diyen uzmana, bir milyon ağaç kesersek yüz milyon ağaç ekeriz diyerek, ormandan ne anladığını ortaya koyan birisini, sadece “Yaşamın Anlamı” kitabını okumak da kurtarmaz. Ama böyle bir zihniyete teslim edilecek yaşam alanlarının neye benzeyeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

İnsanlar ve olaylar arasındaki o “gizli madde”nin varlığının farkında olarak yazmanın, sinir sistemimde yarattığı baskıyı, edebiyat sayesinde azalttığımı fark ettim geçenlerde. Edebiyat yazarlığının gazete yazarlığından farkı, yerçekimi kuvvetini değiştirmesinde gizli belki de. Edip Cansever’in “Yerçekimli Karanfil” şiirindeki gibi, insanın içine karanfil düşebiliyor yazarken. Şaşırmayı yeniden öğrenirsek, içimize karanfil düşecek yerçekimini de yaratabiliriz belki… “Yaşamın anlamı”nı, içimize düşen karanfille bulacağımızı bilerek…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 4 Mayıs 2011)

BİR ÇİÇEKLE BAHAR OLMAZ

Posted: by bülent usta in
0

Bu aralar uzun tren yolculukları yaptım. Hatta hızlı tren dediklerine bile bindim Ankara-Eskişehir arasında. Daha çok otobüs ya da uçak yolculuğunu anımsattı bana hızlı trenler. Karşınızdaki ekrandan trenin hızını görebildiğiniz için, pencereden manzara izlemek yerine, herkes o ekrana bakıp, 250 km hız limitini aşan bir aracın içinde bulunmanın farkını yaşamaya çalışıyordu. Aslında o kadar hızlı giderken, pencereden izleyeceğiniz, hayallere dalacağınız bir manzaradan da söz edemeyiz. Bilgisayar oyunlarındaki bulutlara, dağlara benziyordu baktığım yer.

Trenler ile hızlı trenler arasındaki fark, günümüz insanının algı sorunlarını da yansıtıyor bir bakıma. Öyle hızlıyız ki, düşünmeye, hissetmeye, hayaller kurmaya vaktimiz yok. Saatte 250 km hızla Eskişehir’e ilerler gibi geçip gidiyor hayatımızdaki her şey. 250 km hız da yetmeyecek bir gün, ışınlanmak isteyeceğiz gitmek istediğimiz yere. İşte bu yüzden derinlik dediğimiz şey, sıkıcı bir şeye dönüşüyor gitgide. Çünkü her kitap, bir yolculuktur bir bakıma. Mesela Murathan Mungan’ın Metis Yayınları’ndan çıkan “Şairin Romanı”, hızlı tren yolculuklarına benzemiyor hiç. Yazar, sıkıcı bir yolculuk olmasın diye romanını mümkün olduğunca eğlenceli ve sürükleyici kılmaya çalışmış. Ama derinlikli bir bakış isteyen öyle çok ayrıntı var ki, günümüz hız limitlerinin epey bir aşağısında kalıyor ister istemez. Tek bir sözcüğe takılıp uzun uzadıya hayallere dalmanız mümkün “Şairin Romanı”nı okurken.

İnsanların “sıkıcı” bulduğu filmleri ya da romanları, çoğu zaman “sıkıcı” bulmasam da, uzun soluklu metinlerin başıboşluğu da canımı sıkar çokça. Yazar, roman yazarken aklına gelen her şeyi yazıyor, uzun ve ağdalı cümlelerle okurun hayal gücüne müdahale edip, her şeye onun gözlerinden bakılmasını talep ediyor, yani okuru edilginleştirerek okuduğu metne teslim olmasını istiyorsa, orada ciddi bir sorun varmış gibi geliyor bana. Tamam, hızlı tren yolculuğuna benzememeli bir roman. Ama yüzlerce kilometreyi de yürütmemeli okura. Yazar, bizi nereye götüreceğini biliyorsa, yürümeye de razı olabiliriz belki. Ama aynı yerde dönüp duruyor ya da çıkmaz sokaklardan çıkmaya çabalıyor, dağın içinden geçen bir tünel varken, o dağı etrafından dolaşıyorsak, yolculuğa çıktığına pişman olabiliyor insan.

Bizim ülkece çıktığımız yolculuk da böyle bir şey aslında. Ülkeyi idare eden siyasetçiyi, bir roman yazarına benzetebiliriz. İnsanları kendisine oy vermeye ikna edip bir yolculuğa çıkartıyor. Ama işin kötü tarafı, siyasetçi, bu yolculuğun nereye gittiği konusunda genelde bilgisiz. Kendi çizdiği güzergâhın, kendisinden öncekilerin çizdiği güzergâhlardan farkını açıklayamıyor bir türlü. Özal’ın çizdiği güzergâhtan ne kadar uzaklaşabildik mesela? Hepimiz, 12 Haziran’daki seçimlerden sonra, hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyoruz. En fazla hızlı trenlerin hızı biraz daha artacak. Ama hiçbir hızlı tren, devlet ile insanlar arasındaki uzaklığı azaltacak kadar hızlanamayacak. Çünkü siyasetimiz, tıpkı edebiyatımız gibi “aşırılıklar”dan beslenecek kanallara sahip değil. Siyaset, tıpkı edebiyat gibi “deneysellik”lere ve ideallere sahip olarak, çeşitli sınamalarla yanlışların düzeltilmesine ihtiyaç duyar. Bunu yapabilmek için de “aşırılıkçı” fikirlerle yeni yollar keşfederek güzergâhını sürekli olarak değiştirir. Ama siyaset dünyamız, öylesine merkezileşmiş durumdaki, her şeyin “merkez”e dönüştüğü bir yerde artık yönlerden de bahsetmek mümkün olmuyor. Siyasetin bu siyasetsizlik hali, toplumun ideal imgesinin kaybolduğu anlamına geliyor bir bakıma. “Var olan”la, “olması gereken” arasındaki gerilimin bu kadar azalmış olması, çok daha büyük bir gerilimin göstergesi aslında. Gazetelerin üçüncü sayfalarında, cinayet ve tecavüz haberlerindeki artışa bakarak bile bunu görmek mümkün.

Trenin lokantasına oturmuş, Ursula K. Le Guin’in, Aylin Ülçer’in çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıkan son romanı “Rüyanın Öte Yakası”nı okuyordum ki, romandaki Uzaylı kahramanın “bir çiçekle bahar olmaz” sözüyle birlikte, gözüm masalardaki yapay çiçeklere kaydı. Sanki her şeyi özetliyordu bu “yapay çiçekler”...

Bir çiçekle niye bahar olmaz? Herkes kendi iç dünyasında yetiştirdiği çiçeği, başka çiçeklerle buluşturmalı demek istiyordu sanki Uzaylı. Kimsenin kimseye ihtiyaç duymak istemediği bir zamanda, ancak bir Uzaylı biz insanlara böyle nasihat edebilirdi. Romanın bir yerinde, faydacılığa karşı çıkan Orr, her şeyin illa bir amacı olması gerekliliğine, sanki “evren bir makineymiş de her parçasının faydalı bir işlevi varmış” gibi gösterilmesine isyan ediyordu. Ama Orr’un altını çizdiği önemli bir nokta vardı: “Asıl önemli olan bütünün içinde bir parça olmamız. Bir kumaşın içindeki iplik ya da kırdaki bir ot sapı gibi. O nasıl öylece varsa, biz de öylece varız. Bizim yaptıklarımız, çimenleri yalayıp geçen rüzgâra benziyor.”

Acaba öyle mi? Ursula K. Le Guin, rüyalarıyla dünyayı yeniden tasarlayan kahramanlar aracılığıyla, bu meseleyi derinlemesine tartışıyor. Evrenin gidişatına müdahale mi etmeli, yoksa ona uyum mu sağlamalı? Tanrı rolüne soyunan insanın dünyaya vereceği zararı, bugüne kadar verdiği zararlardan görmek mümkünken... Kendisini Tanrı gibi gören insanın müdahalelerine karşı pasif kalmanın da bir çözüm olmadığı ortada. Toplum mühendisliğine elbette karşı olunmalı, ama bu bakış, her şeyi akışına bırakmak anlamına gelmiyor. Çünkü toplumsal olan her şey, müdahalelerle mümkün olan bir şey. AKP, Kemalizmi, “toplum mühendisliği”ne soyunan elit bir kesimin icraatları olarak eleştirirken, kendisinin de “toplum mühendisliği”nden uzak durduğunu söyleyebilir miyiz mesela?

12 Haziran seçimleri, yapay çiçeklerin arasına karışmış birkaç gerçek çiçeğe rağmen, demokrasimizin sahte bir baharı nihayetinde. Rengârenk çiçeklerle süslü gerçek bir baharı yaşamak için, bütün gerçek çiçekler 1 Mayıs’ta alanlarda toplanacak. Bekleriz… Bir çiçekle bahar olmaz çünkü…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 27 Nisan 2011)

KAYIP ÇAĞIN İNSANLARI

Posted: 13 Nisan 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Kendinizi hiç, Pessoa gibi “yazılmamış bir kitabın gereksiz yere uzatılmış yorumu” olarak düşündüğünüz oldu mu? Ya da var olmayan bir şehrin varoşu gibi… Bir süredir neden böyle hissettiğimi kendime sorup duruyorum. Sonra etrafıma bakınca, Türkiye’nin tam da böyle hissetmek için ideal bir yer olduğu kararına varıyorum. Pessoa gibi yazarlarla bu denli güçlü bağlar kuruyor oluşumuzun, kayıp çağın insanı oluşumuzla bir ilgisi olsa gerek.

Henüz yazılmamış bir kitabın yasaklandığı bir ülkede, henüz yazılmamış bir kitabın “gereksiz yere uzatılmış” bir yorumu olmaktan daha kötüsü, bunun böyle olmadığını düşünerek yaşamak... Böyle yaşayanlar için ne kadar üzülsek az. Kayıp çağın kayıp insanları olarak, refah ve lüks içinde yaşıyor olsalar dahi, bir hayatın nasıl yaşanmadan harcanabildiğinin en acıklı hikâyeleri olarak, insanlık tarihinin sayfalarında hüzünlü bir yere sahip olacaklar. Bu yüzden, kendimi şanslı olanlardan birisi olarak görüyorum. En azından dünyayı ve kendimi algılayışım otomatikleşmeden, yağmurun kokusunu içime çekerek gelecek güzel günlerin hayalini kurmaya devam edebiliyorum.

Emin olun bir gün, yağmuru bile makineler aracılığıyla koklayacağız. Koku duyusu uzmanı Averry Gilbert’in Süleyman Karahan çevirisiyle Epsilon Yayınları’ndan çıkan “Bir Burun Anlatıyor” kitabında, gelecekbilimcilerin koku duyusunu evrimsel bir fazlalık olarak gördüğünden ve bizim yerimize koklamak için geliştirilen “e-burun”lar, yani koku reseptörlerinden bahsediyor. Gilbert’e göre, kokular yalnızca kafamızın içinde. Havada dolaşan moleküllerin bazılarını “koku” olarak algılamamız mümkün olsa da, kokular, dünyada var olan şeyler değiller. Bir feniletil alkol molekülünü, gül gibi koklayabilmemizin sırrı, o molekülden daha çok zihnimizle ilgili bir mesele.

Rus biçimcilerden Şklovski, algının alışkanlığa dönüştükçe otomatikleşmesinden, bilinçdışı alışkanlıkların hayatımızı hiçliğe sürükleyişinden bahseder. Alışkanlıkların bu yok ediciciliğini, ancak sanat önleyebilir. Sanat, nesneleri yadırgatıcı hale getirerek, nesnelere ve kendimize dair alışkanlıklarımızı kırdığı için sahici bir hayatın kapılarını aralar biz fanilere… Ama ya sanatçılarımızın kendileri, onları kuşatan otomatikleştirme sürecinin kurbanlarına dönüşmüşlerse? “Piyasa sanatçıları”, tıpkı bir reklamcı gibi hedef kitleye yönelik ürünler üreterek, algının otomatikleştirilmesinin failleri arasındadırlar genellikle. Alışkanlıkları kırmak zordur çünkü, pahalıya patlar. Marquis de Sade’ın başına gelenleri biliyoruz. Intihar ya da isyan edenler dışında, kendi köşesine çekilip usulca silinmeye terk edilenlerle doludur sanat tarihi. Ama yaşarken silinmeye terk edilenlerin bıraktığı izler de öylesine derindir ki, sanatın içinden kolay kolay kopartılıp atılamaz o “şanslı” uyumsuzlar…

Otomatik Algı

12 Haziran seçimleri yaklaşırken algımızı otomatikleştirecek propaganda sürecinin iyice yoğunlaşacağına da tanık olacağız yeniden. Sokaklar iplere dizili “naylon” parti bayrakları ile donatılacak, partilerin seçim şarkılarını yüksek sesle çalan araçlar evlerimizin önünde fink atacak… Aynı nakaratı binlerce kere dinlemek zorunda kalacağız. İnsanların oy tercihlerinde, bu türden seçim çalışmalarının etkili olması, aşağılayıcı gelmiyor mu size de? Çünkü gerçekten de etkili oluyor. Şklovski’nin bahsettiği “algının otomatikleşmesi” tam da böyle bir şey ve reklamcılığın da en etkili araçlarından birisi olmaya devam ediyor.

Politikacılar, reklamcılar gibi düşünür genellikle. Siyasi düşünceler, pazarlanması gereken bir üründür onlar için. Politikacı ile pazarlamacı arasında bu yüzden pek bir fark yoktur. İkisi de güven verme ve ikna etme konusunda eğitimli olmak zorundadır. Hitler’in, politikaya atılmadan evvel bir ağacın karşısına geçip aylarca bağıra çağıra konuştuğu ve hitabet yeteneğini geliştirmek için çabaladığından bahseder tarih kitapları. Bir politikacının ne kadar engin ve derin düşündüğü değil, düşündüğünü nasıl ifade ettiği belirleyicidir genellikle. Seçim listelerinde yer alan milletvekili adayları arasında avukatların ağırlığı da bunun bir kanıtı değil mi?

Reklamcılığın bir başka prensibi de, satışını yapacağınız şeyi, öncelikle bir ihtiyaçmış gibi sunma becerisidir. Solun, pek çok reklamcı yetiştirmiş olmasına rağmen, bu becerisini yeterince kullanamadığı aşikâr. Çünkü öncelikle kendilerini ve düşüncelerini önemsemeleri gerekiyor ki, tanık olduğumuz pek çok şey, başarısızlık duygusunu karşımıza çıkarıyor. Sanatın da benzer bir başarısızlık duygusu içinde debelendiğinden daha önce bahsetmiştim. Mağduriyet psikolojisi, sanatçılarımız için neredeyse otomatik bir algıya dönüşmüş durumda. Dergilerin yazar ve editörlerle yaptığı mülakatlarda bunu açık bir biçimde görmek mümkün. Neredeyse yazar ya da editör olduklarına pişman olmuş gibi bir halleri var. Gençleri “piyasa sanatçısı” olmaya özendirdiklerinin farkında bile değiller. Halbuki, yaşanan tecrübelerden ders çıkarıp “yeni” bir anlayış geliştirmeleri gerekmez mi? Belki yanlış olan “kendileri”dir. Belki yerlerini gençlere terk etmelerinin vakti zamanı gelmiş de geçmiştir. Başarısız olan belki de edebiyat değil, miras alıp tabulaştırdıkları değerlerdir. Sanatın ve edebiyatın bu kayıp çağdaki zaruretine rağmen yaşanan bu süreç, ister istemez bu kuşkuları da peşinden getiriyor. Belki de “iyi edebiyatı” nasıl pazarlayacağımızı, görünür hale getireceğimizi bilmiyoruzdur. “İyi edebiyatı”, bir ihtiyaç olarak sunabilmek için, öncelikle “iyi edebiyat”ın mümkün ve ihtiyaç olduğuna inanmak gerekiyor ki, bu konuda epey bir anlaşmazlık var. Çünkü “iyi edebiyatı” ayırt edebilecek birikime sahip eleştiri anlayışı, piyasa koşulları içinde ya tasfiye edildi ya da görünürlülüğü sınırlandırıldı. Ama sanatta da, siyasette de, “Tahrir etkisi” dediğimiz bir sürece, eninde sonunda gireceğimiz aşikâr. İstediğiniz kadar “e-burun”lar geliştirin, birileri yağmurun kokusunu merak edecek ve o kokuyu içine çektikçe anımsayacak unutturulan şeyleri.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 13 Nisan 2011)

SONSUZ VAATLER DEMOKRASİSİ

Posted: 7 Nisan 2011 Perşembe by bülent usta in
0

Derrida’nın edebiyat tanımını çok beğenirim: “İnsanın her şekilde her şeyi söylemesine olanak tanıyan kurum…” Edebiyatın bu olanak sayesinde varlığını sürdürdüğü muhakkak. Ama bu olanağı kullanması için sadece kendi varlığı yetmiyor. Derrida, Otonom Yayıncılık’tan çıkan “Edebiyat Edimleri” kitabında, edebiyatın “her şeyi söyleme yetkisi”nin modern demokrasi fikrinin doğuşuyla mümkün olduğunu da söylüyor. Modern demokrasi derken, yürürlükte olan demokrasilerden bahsetmiyor elbette.

Edebiyatın her şeyi söyleme yetkisi, “kurallardan kurtulma, onları yerinden etme ve hatta bundan şüphelenme gücü verir”. Edebiyatımızın belki de en temel eksikliği de, kendi gücünün farkında olamayışı. Tıpkı işçi sınıfının kendi gücünden habersiz, umudunu sistem partilerine, sendika ağalarına bağlaması gibi. Edebiyatçılarımız da güncel olana, tarihsel olana, piyasaya, görünürlüğünü sağlayacak iktidar mekanizmalarına hak ettiğinden fazla ilgi göstererek, edebiyatı çıkışsızlığa mahkûm ediyor. Yayınevlerinin çoğunun da, iyi edebiyattan çok, ne kadar satıp satmayacağının hesabını yapmak zorunda kalması, “okur”un yerini “müşteri”ye bırakması, eleştiriden çok tanıtıma ağırlık verilmesi gibi ayrıntılar da, çıkışsızlığı daha da derinleştiriyor.

“Sıcak Nal” edebiyat dergisinin 7. sayısında bu meseleyi tartışan bir yazı yazmıştım. O yazıda Italo Calvino’dan yaptığım bir alıntı var: “Edebiyatta, yaygın bir başarısızlık duygusu, her şeye sil baştan başlama hissi hâkim” diyordu Calvino, 20. Yüzyıl Avrupası’nın edebiyat dünyasını kast ederek. Aynı duygunun katmerlisinin bizim edebiyatımızda da bulunduğunu ve bu duygudan kurtulmanın çarelerini aramıştım o yazıda.

Mesela Metis Yayınları’ndan çıkan Orhan Koçak’ın “Bahisleri Yükseltmek” kitabı oldukça mühim bir çalışma. Çünkü bu kitap sayesinde, ancak ciddi bir Turgut Uyar okumasına tanık olabildik. Sırada daha o kadar çok yazarımız, şairimiz olmasına rağmen, edebiyat ortamımızın eski ustalara karşı sahte güzellemeler üretmekten öteye gidememesi, yapılan olumlu şeylerin de Orhan Koçak gibi eleştirmenlerin kişisel çabalarıyla sınırlı kalması, üzüntü verici. Çünkü başarısızlık duygusunu fena halde içselleştirmişiz. Türkiye’deki solun da benzer bir durumda olduğunu söylemek yanlış olmaz. Edebiyatımızda olduğu gibi solda da aynı dışa kapalılığa, gelenekçiliğe, küçük cemaatler şeklinde örgütlenme anlayışına ve nefes almasını engelleyecek kadar sarıp sarmalayan o nostalji duygusuna tanık oluyoruz.

Yapılması gereken pek çok şey arasında iki tane önemli şey var: Öncelikle eski doğruları, yeni bir gözle tekrar gözden geçirmek. Çağdaş eleştirel teoriler ışığında klasiklerin yeniden okumasını yapmak gibi. Ikincisi de, “aşırılık”tan korkmamak. Ancak “aşırılıklar” sayesinde alternatif bir dünya istenci yaratılabilir. Tüm aşırılıkların törpülendiği bir edebiyat ya da siyaset, nihayetinde edebiyatı ve siyaseti yoksullaştırır.

“Express” dergisinin son sayısında Göksun Yazıcı’nın, merkezine Ömer Laçiner ve Ahmet İnsel’i alarak, Gramsci ve Ulrike Meinhof üzerinden “aydın” eleştirisi yaptığı hoş bir yazı var. “Merkezin içine yuvalanan uslu eleştiri”nin eleştirel kültürü değiştirerek yeni hegemonyaya “ufuk önerme”görevini yerine getirdiğinden bahsediyor. Fena halde can yakıcı bir yazı. Özellikle Ahmet Şık’ın henüz basılmamış, hatta yazılması dahi bitmemiş kitabının başına gelenlerden yola çıkarak, aydınların tutumuna yönelik yaptığı tespite katılmamak imkânsız. Ahmet İnsel örneği üzerinden “politik doğruculuğu” tartışırken “merkezi eleştirinin, eleştirel gücü düşürülmüş bir doğruculuğa” nasıl vardığını, Ahmet Şık’ın tutuklanmasına karşı çıkan bazı aydınların “münferit bir olay” havası yaratarak iktidarlarla uzlaşmayı ihmal edemeyişlerinin ibret verici bir manzarasını çizmiş Göksun Yazıcı.

“Uslu eleştiri” ya da “merkezi eleştiri” denilen şeyin, aşırılıklardan ürken, hatta aşırılıkları törpüleyerek iktidarlara hizmet eden bir yapı olarak yerini sağlamlaştırması, solun başarısızlık duygusuna borçlu biraz da. Edebiyatın ve solun halini ortaklaştırdığım için, aynı şeyi edebiyatımız için de rahatlıkla söyleyebiliriz. Başarısızlık duygusu içinde debelenen edebiyatımız, “uslu” ve “merkezi” bir eleştiriye sığınmış durumda. Şiirde durum, başarısızlık duygusunun azlığından olsa gerek, biraz farklı. Derrida, şiirin modernlik öncesiyle olan güçlü bağlarına atıfta bulunarak, şiiri edebiyatın içine pek de dahil etmiyor zaten.

“Express” dergisinde bir de Ahmet Şık ile mektuplaşarak yapılmış uzun bir söyleşi var. İnternette yayımlanan taslak halindeki kitabı, bu söyleşiyle birlikte okumak çok faydalı. Ahmet Şık’ın söyleşide dile getirdiği iddialar vahim bir manzara çiziyor. Derin devlet belasından kurtuluyoruz derken, çok daha büyük bir belanın içine doğru sürüklendiğimize dair “derin” kuşkular uyandıran bu iddiaları, yeterince ciddiye alıp almadığımızdan endişeliyim.

Yine Derrida’ya dönecek olursak, Derrida, “sonsuz vaat”ten bahsediyor kitabın bir yerinde. Öyle bir demokrasi düşünmeliyiz ki, “yarının demokrasisi”ni değil, “kavramı gelecek-olanla bağlantılı bir demokrasi”nin “sonsuz vaatler”ini düşünerek hareket etmeliyiz, muhafazakâr demokrasinin sınırlarına geri çekilerek değil. Edebiyatımızın kurtuluşunun bile buna bağlı olduğunu bilerek... Devletin, kendi derinliklerine gömüldüğü bir demokrasi…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 6 Nisan 2011)

MÜREKKEP LEKESİ DÜNYA

Posted: 30 Mart 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Bahar, kara bulutların arasından şöyle bir yüzünü gösterip içimi azıcık ısıtsa da, edebiyatımızın değerli bir yazarı ve dostum Ali Teoman’ı kaybetmiş olmanın hüznüyle üşümem geçmiyor bir türlü. Adalet Ağaoğlu, romanlarından birisine “Ruh Üşümesi” adını vermişti. Her şeye karşı derin bir isteksizlik, her şeyde bir sessizlik ve yoksunluk hissi… Ali Teoman, YKY’den sıcağı sıcağına çıkan Taş Devri adlı öykü kitabının “Ateş Ayinleri” adlı öyküsünde yazdığı gibi, dünya gözüme “kocaman kapkara bir mürekkep lekesi” gibi gözüküyor: “Kalmamı istiyordu ve ona karşı koyacak gücü kendimde bulamıyordum. Sıfırı konuşacaktık, birbirimizi yani. Karanlık çağların üst üste gelen kırgınları, ülkeyi çöle dönüştürmüştü. Madde aşınmış, yıpranmış, bozunmuştu. Pıyrım pıyrımdı elimde tuttuğum parşömen. Bir zamanlar taptığımız o ilk yazı, artık okunmuyordu. Nükleer atıklar ve asit yağmurları tahrif etmişti yazıyı. Bütün harfler birbirlerine, ona ve hiçbir şeye benziyorlardı. Kocaman kapkara bir mürekkep lekesiydi geriye kalan.”

Gözümüzü dünyaya açtığımız zaman da, karşımızda kocaman kapkara mürekkep lekesinden ibaret bir dünya vardı. Felsefeyle, sanatla, devrimlerle, o mürekkep lekesini okunabilecek güzel bir yazıya dönüştürmek için çalışanlarla, o mürekkep lekesini kutsal sayıp dokundurtmayanlar arasındaki savaş hâlâ sürüyor. İnsanların ya nükleer enerjinin ya da denizlerin, balıkların tarafını tutmasına benziyor bu mücadele. Denizlerin ya da balıkların değil, asit yağmurlarının yazıyı tahrif edeceğini bilerek yazmak gerekiyor. Şimdi ben böyle yazınca, gözlüklerinin üstünden anlamlı anlamlı bakıp, mesaj verme kaygımın seni gülümsettiğini görür gibiyim sevgili Ali. Denizler ve balıklar için o mürekkep lekesinden öyküler ve romanlar çıkarmaktan yılmamıştın hiç. Ah bir de şu üçlemeyi bitirebilseydin…

Sel Yayıncılık’tan çıkan Eşikte adlı romanında şöyle yazmıştı Ali Teoman: “Yaşam bir tiyatro sahnesi, yaşam bir oyun, yaşam bir senaryo, yaşam bir öykü, yaşam bir düş, ne yaparsak yapalım bizden kaçan, parmaklarımızın arasından kayıp giden, rüzgârın oradan oraya savurduğu ufak kâğıt parçacıkları…”

İşte o ufak kâğıt parçacıklarından birini tutuyorum elimde. Parmaklarımın arasından kayıp gideceğini bildiğim o ufak kâğıt parçacığına ne yazarsam yazayım, anlamlı tek bir söz bile ortaya çıkmayacakmış gibi hissediyorum. Ama yazma arzusu dediğimiz şey, zaten böyle bir şey değil mi? Gözlerin artık görmez hale gelene kadar seni yazmaya kışkırtan bu his değil miydi? Yazdığın sonraki cümlede, sonraki yapıtta gizliydi her şey ve sen ona tam anlamıyla kavuşamayacağını bile bile yazmaya devam ettin. Foucault’nun Nerval için söylediklerini senin için de rahatlıkla söyleyebiliriz: “Nerval’in metinleri bize bir eserin parçalarını değil, yazmak gerektiğinin; yalnızca yazmak için yaşandığının ve ölündüğünün tekrarlanan tespitini bırakmıştır.” Üstelik yazdığımız o kâğıt parçacıklarının, parmaklarımızın arasından kayıp gideceğini bile bile yazmak ve yaşamak… Yazma arzusunun kölesi olmak bir lanetse, sen bu lanetle yaşamayı iyi bildin dostum.


Tekdüzeleşen Akıl Dışılık

Pessoa, hayatı tekdüzeleştirmenin bir bilgelik olduğundan bahseder. Hayat, tekdüzeleştiği zaman, insanı en küçük şeyin bile şaşırtması kolaylaşır. “Dünya turu yapan gezgin için, beş bin kilometreden sonra yenilikler biter” der Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı'nda. Bizim durumumuz, Dünya turuna çıkan o gezginden farksız değil. Baksanıza, akıl dışı olaylara öylesine alıştık ki, henüz basılmamış, taslak halinde bir kitabın toplatılması ve imha edilmesi bile yeterince şaşkınlık yaratmıyor artık. Araştırmacı gazeteciliğin onuru Ahmet Şık’ın içeride, “yüzlerce kişiyi öldürdüm, işkence yaptım” diyen Ayhan Çarkın’ın dışarıda olması da…

Henüz basılmamış bir kitabın toplatılması, BirGün’e kesilen para cezası, Orhan Pamuk’un tazminat ödemeye mahkûm edilmesi, Hükümet’in “Demokratik Açılım”ı KCK davasıyla birlikte yürütmesi, nihayetinde bir şey anlatıyor. Devlet, Başbakan’ın ya da Bakanların açıklamalarıyla değil, verdiği cezalarla anlatır derdini. Dertse çok büyük. Her zamankinden büyük bir dert olduğu, yaşanan akıl dışı süreçle iyice görünürleşiyor. 12 Haziran yaklaşırken, daha pek çok şeye tanık olacağız, tekdüzeleşen bu akıl dışılık içinde.

Aslında akıl dışılığın ne olduğunu, bize verilen akıl ölçütleriyle anlayabiliriz sadece. Birisine göre akıl dışı olan, başka birisi için hiç de akıl dışı değildir. Siyasetin gerçekliğini yitirip retorik oyununa dönüşmesi, siyasetçinin oynadığı rolün gereği olarak ağlamasını ya da racon kesmesini kolaylaştırıyor ister istemez. “Kurtlar Vadisi” dizisinde rahatlıkla rol alabilecek yetenekte olmaları, milletvekili aday adaylarının rajon kesme dersi almalarını zorunlu hale getiriyor. İbrahim Tatlıses’e kadına yönelik şiddet suçlamaları dile getirildiği dönemde, hayranı kadınların “beni de döv, beni de döv!” diye çığlık çığlığa sahneye koşmaları aklıma geliyor, Başbakan’ın rajon kesme hünerinin halk üzerinde yarattığı etkisine bakınca.

Ama bize ne tüm bu racon kesmelerden, yalanlardan, sahte gözyaşlarından… Ahmet Şık, henüz bitiremediği bir kitap yüzünden içeride, yüzlerce insanın kanına girdiğini söyleyen Ayhan Çarkın aramızdayken, dünyanın kocaman kapkara bir mürekkep lekesine dönüşmesi nasıl engellenecek? Karanlık bir çağın sonu, daha büyük bir karanlıkla mı gelecek? Herkes kendi köşesine, kendi karanlığına dönüp, bu uzun gecenin bitmesini mi bekleyecek? Elimizden gelen neyse, onu yapmanın zamanı geçiyor azar azar. Azar azar geçip gidiyor hayat…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 30 Mart 2011)

GÜNAH KEÇİLERİNİ KAÇIRMAK

Posted: 23 Mart 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Bu aralar bir tuhafım. Üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam’ı rüyalarımda görüyor, onunla edebiyat ya da sanat değil de uluslararası ilişkiler konuşuyor, sonra da kendimi Libya çöllerinde bir damla su ararken buluyorum. Bana su diye petrol içirmeye kalkışan Sarkozy kılıklı zebanilerle boğuşa boğuşa kan ter içinde uyanıyorum. Uzun zamandır gözükmüyor ortalıkta İvam. O olmayınca ne yazacağımı bilemiyorum hiç. Kim bilir belki Yemen’dedir İvam, belki Libya’da. Direnişçilerin arasında onlara moral vererek dolanıp duruyordur. Benim dedem Yemen’deymiş bir zamanlar. İhtiyarlayıp dönmüş oralardan da, babaannem tanıyamamış onu kapıda görünce. Ne zaman “Yemen Türküsü” çalsa, gözlerim dolar dedemi hatırlayıp: “Havada bulut yok, bu ne dumandır…”


Bir halk nasıl iradesizleştirilir, erksizleştirilir? Askeri darbelerle yaşadık biz bunu. Şimdi Libya halkı yaşıyor. Diktatörlükle geçen uzun yılların ardından, kâbustan uyandıkları gün, NATO çetesinin savaş uçakları başlarına bomba yağdırmaya başladı. Libya’ya yapılan müdahale, tıpkı Kenan Evren ve arkadaşlarının 12 Eylül’deki müdahalesine benziyor. O kadar alçakça ve kalleşçe yapıyorlar ki bunu, sanki Libya halkını umursuyorlarmış gibi, özgürlük savaşçısı makyajı altında sırıtarak, petrol aşkına bomba yağdırıyorlar.

O zaman da Kenan Evren, kardeş kardeşi öldürüyor diye, askeri darbeyi meşrulaştırmaya çalışmıştı. Gerçekten de kardeş kardeşi öldürüyordu, ama kardeşin kardeşi öldürmesini seyreden ordu, alttan alta gizli operasyonlar, derin devlet oyunlarıyla çatışmaları kızıştırarak askeri müdahalenin uygun zamanını beklemişti. Bilinçsiz kitleler, bu oyunu daha yeni yeni fark ediyor, devletin kirli çamaşırları tarihin tozlu ve kanlı raflarındaki yerlerinden çıkarıldıkça.

Libya’da da Kaddafi’yi silahlandıran, onun diktatörlüğünü destekleyen Sarkozy’ler, Berlusconi’ler, Merkel’ler, avuçlarını ovuştura ovuştura, insancıl amaçlar görüntüsü altında çıkarlarını garanti altına alacak askeri müdahale için koşulların oluşmasını beklediler, hatta o koşulların oluşması için ellerinden geleni de en iyi şekilde yaptılar.

İktidarı, halka değil de emperyalistlere teslim etmeyi göze alacak kadar gözünü hırs bürümüş Kaddafi, NATO çetesini yanıltmadı. Mübarek gibi çekilmek yerine, halkına katliam yapan Kaddafi, tam da Sarkozy’lerin arayıp da bulamayacağı bir diktatör figürü olarak belirdi. Kaddafi, sadece bir insanlık suçlusu olarak değil, Libya halkına kimsenin, hiçbir gücün yapamayacağı ihaneti gerçekleştirmiş bir tarihi kişilik olarak anılacak her zaman.

Kaddafi çıkıp, ülkemizi dış güçler karıştırdı diyor ya. Libya’da dış güçlerin bir ajanı varsa, o da Kaddafi’den başkası değil. 12 Eylül darbecilerinin, dillerinden düşürmedikleri dış ve iç mihrakın ta kendileri olması gibi. İleride şöyle şeyler okuyacağımıza eminim: NATO çetesi, Saddam’ın Kuveyt’e girmesini teşvik ettiği gibi, ajanları vasıtasıyla Kaddafi’ye de direnmesini salık verdi. Hatta NATO çetesine üye ülkeler, Kaddafi’ye el altından lojistik destek verip, halkı erksizleştirerek bir kurtarıcı arayışına girmesini beklediler. Libya halkı, Kaddafi’den sonra, gözünü petrol bürümüş G20 ülkeleri ve NATO çetesiyle mücadele edecek anlaşılan.

Devletin Kökeni

Kaddafi ya da Mübarek, kendi halkları gözünde “günah keçisi”ne dönüşmüş durumda. Onların gitmesi, yeterliymiş gibi geliyor çoğu kişiye. Onların yıllarca diktatör olarak kalmasını sağlayan iktidar mekanizmaları ve kadrolar üzerinde pek durulmuyor. Bizde de 12 Eylül’le hesaplaşmak denilince, sadece Kenan Evren gibi simge kişiliklerin yargılanmasının anlaşılması gibi. Halbuki 12 Eylül’den nemalanan işadamlarının, politikacıların, gazetecilerin, bürokratların yaptığı kötülüklerin, Kenan Evren’in yaptıklarından aşağı kalır yanı yok. Hatta o yıllarda görev yapan gardiyanından, sıradan polisine kadar, liste çok daha derinlere kadar iniyor. Bir toplum, böylesine derinlere inen bir hesaplaşmayı kolay kolay kaldıramaz. Bu yüzden simgeleşmiş kişiliklerin “günah keçisi”ne dönüştürülmesiyle yetinilecek muhtemelen. Mısır’da da, 30 yıl süren bir iktidarı devirdikten sonra, durumun pek farklı olmayacağı kesin. Ama bu hesaplaşma, “günah keçisi”yle yetinmeyip sonuna kadar götürülmezse, yeni Kaddafi’lerin, Mübarek’lerin ortaya çıkması nasıl engellenebilir ki? Bir de iktidarların yarattığı, tamamen masum “günah keçileri” var ki, bizim ülkemizde onlardan bolca var. Laikler, İslamcılar, Kürtler, solcular, iktidarı ele geçiren güce göre “günâh keçisi”ne kolayca dönüştürülebiliyorlar. BDP’li milletvekillerini her şeyin sorumlusuymuş gibi hedef tahtasına koyan gazete manşetlerine bakmak bile yeterli. Yakışır mıymış bir milletvekiline, tokat atmak, taş atmak? Üniversite öğrencileri, gaz bombalarıyla yıkanıp coplanırken, o emri verenlere yakışıyor ama. Bütün mesele, kimin “günah keçisi” olduğu.

René Girard’ın, Mükremin Yaman ve Ayten Er çevirisiyle Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıkan “Kültürün Kökenleri” adlı kitap, “günah keçisi” meselesine, Girard’ın “mimetik kuramı”ndan bakan ve Girard’la yapılan söyleşilerden oluşan bir kitap. “Mimetik kuram”, Régis Debray gibi düşünürlerin epeyce bir tepkisini çekmiş, Girard’ın düzmece kanıtlarla dinselliği yeniden gündeme getirdiği iddia edilmişti.

Ama Girard’ın “mimetik kuramı” öyle kolay kolay bir köşeye bırakılacak bir kuram değil. Kitabın bir yerinde şöyle diyor Girard: “Olanaklı tek uzlaşma –yani bunalımdan çıkışın ve topluluğun kendi kendini yok etmesini önlemenin tek çaresi-, bu öfkeyi ve bu ortak kudurmayı bizzat mimetizm tarafından belirlenmiş, herkesin de benimsediği bir kurbana doğru yönlendirmektir.” Herkesin katılımını olanaklı kılan bu linç ayini, Girard’a göre, devletin de kökenini oluşturuyor. Devlet, toplumu kurbanla hiçbir kirletici ilişkiye sokmadan, herkesin katıldığı ama hiç kimsenin sorumlu olmadığı infazlarla kendisini var etti bugüne kadar. İvam olsaydı, “günah keçi”sine dönüştürülüp yakılan Cadılardan bahsederdi şimdi. Ah bir Cadı olsaydı da şimdi, insanlığı saran bu laneti bozabilecek bir büyü yapsaydı. İşimiz büyücülere kalacak böyle giderse…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 23 Mart 2011)

ÖZGÜR AKIL TUTSAK AKLA KARŞI

Posted: 19 Mart 2011 Cumartesi by bülent usta in
0

Modernizmin simgesi “akıl”a karşı, “delilik”i yüceltmek sık rastlanan bir hata. Şair olmak için akıllı olmak değil, duygusal olmak gerektiğine dair yaygın kanı da öyle. Akıl ile şiir yazmak, şiirin matematiğinden, felsefesinden, siyasetinden bahsetmek pek çok kişi için uzak mevzular. Önemli olan “hangi akıl”dan ve “hangi delilik”ten bahsedildiği aslında. Mesela İzzet Yasar’ın Yasakmeyve’den çıkan yeni şiir kitabının adının “Başka Akıl Peşinde” olması, bir ipucu...

Şöyle diyor kitaptaki bir şiirinde İzzet Yasar: “mademki bu akıl beni kan içinde bırakmış / başka akıl peşinde koşuyorum”

Başka akıl peşinde koşmaktır şiir... Bu yüzden akıl işidir şiir ve bu yüzden deliliktir...

Aslında bütün mesele, bütün insanlık tarihi, şiirin ve sanatın taraf olduğu “tutsak akıl” ile “özgür akıl” arasındaki ayrımda gizlidir. Şairin sahip olduğu “özgür akıl”ı, aklı tutsaklaştıranların delilik olarak tanımlaması, bu yüzden anlaşılır bir şey. Eğer “özgür akıl”ı “delilik” olarak kodlayacaksak, delilik olmadan yaratıcılığın olamayacağı iddia edilebilir. Ama “delilik”ten anlaşılan şey “özgür akıl” değil de akıl hastalığı ise, yaratıcı olmak için akıl hastası olmak gerektiğini öne sürmenin pek de akıllıca olmayacağı kesin.

Şairlerin birincil kaygılarından birisi, “özgür akıl”larıyla dili de özgürleştirmek istemeleri. Bunun için deneysel çabalara girip, imgelerle, metaforlarla aklın sınırlarını darmadağın ederler. Onlar için neyi anlattıkları kadar, nasıl anlattıkları da önemlidir ve şiir, şairlerin “nasıl anlatmalıyız” derdi yüzünden hareketli bir tarihe sahiptir. Aslında şiir, şairi buna zorlar da. Çünkü şiir kendisini okuyan kişiyi baştan çıkarmak ister. Baştan, yani akıldan, aklı tutsaklaştıran etkilerden... Ve elinde “dil” gibi, düşünceye müdahale edecek güçlü bir araç vardır.

Şairleri delilik değil, normalliğin deliliği ürkütmüştür her zaman. Arno Gruen, Normalliğin Deliliği (1) kitabında uzun uzadıya bahseder, normal olmanın yıkıcı etkisinden. Gruen’e göre, insanlar iktidar uğruna kendi benliklerinden vazgeçerler. Yüzüklerin Efendisi filminde Frodo karakterinin “iktidar” olmayı temsil eden yüzüğü her parmağına geçirişinde kaybolması gibi. Çünkü iktidar, kendi benliğinden vazgeçmeyi zorunluluk olarak dayatır. İktidardan pay almak ve kendi sorumluluğunu iktidarın üzerine yıkarak, o büyük yükten kurtulmaya çalışan insanın zayıflığı, burada temel bir sorundur. O yüzden bir orduya dahil olmuş bir asker ya da hiyerarşik bir örgüte üye olmuş bir militanın artık gölgesinden, benliğinden bahsetmek zorlaşır. Peki neden insanlar bu kadar çok isterler varoluş sorumluluğundan kaçınmayı? Çünkü bu sorumluluğu taşımak, tercihlerde bulunmak ve bu tercihlerin sorumluluğunu üstlenip bedellerini göze almak, gerçekten de korkutucudur birçok kişi için. Ama bu sorumluluktan kaçış, o kişiye çok daha büyük bir bedel ödetir ki, bu da kendilik nefretidir. Benliğine sahip çıkamamış bir insan, içinde benliğine karşı güçlü bir nefret biriktirir. Bu nefret, empati yeteneğinin kaybolmasına ve gündelik şiddetin doğmasına neden olabilir. Yeter ki benliğini teslim ettiği iktidar ilişkisi, onun göstereceği şiddetin meşru zeminini oluştursun.

Gruen’in söylediklerinden iki tür delilik tanımıyla karşılaşıyoruz. Birinci tür delilik, psikiyatristlerin tanılarına göre belirlenmiş olanken; ikinci tür delilik, sistemin gerçeklik olarak tanımladığı, hiyerarşik ilişkilerce kuşatılmış, din, devlet, aile gibi daha pek çok iktidar mekanizmasının dayattığı normlarla kendisini konumlandırarak varoluşunun sorumluluğunu bu kurumların üzerine atmış, gölgesiz bir kalabalığın içinde erimiş bir delilik.

İnsanları normların içine hapsederek delirten iktidar mekanizmalarına ve oluşlara karşı ne yapılabilir peki? Deleuze’e göre, iktidar ilişkilerinin dışında bulunanlar sadece şizofrenlerdir. Çünkü şizofrenler gerçeği kendisine sunulduğu şekliyle almaz. Bir şizofren, Odipal hapishaneye düşmeyeceği için özgürce yaşamın doğrularıyla temas edebilir. Çünkü bilinçdışı, iktidar mekanizmalarıyla çarpıtılmış, yabancılaştırılmış ve karmaşıklaştırılmıştır. Deleuze ve Guattari’ye göre şizofren, paranoidleştirilmiş faşist kuşatma karşısında, kendisini özgürce ama yalnız bir özne olarak konumlar.(2) Hiçbir üst anlatıya bağlı kalmaksızın ve hesap vermeksizin istediğini söyleyebilir ve yapabilir. Ondaki bu özgürlük, delirme korkusunu artık dışarıda bırakması, bir hapishane gibi tasarlanan benliğinin duvarlarını yıkmasıyla gerçekleşir. Arzu eğer aklın egemenliğinden kurtulamazsa yaşayacağı acı deneyim paranoya ile kendisini görünür kılacaktır. Paranoya, devlet gibi yaşamdan yana olmayan iktidar mekanizmalarının özelliğidir bu yaklaşıma göre. Foucault, Deliliğin Tarihi adlı ünlü yapıtında (3), aklın delilikte kendisini ortaya koyan arzuyu nasıl öldürmeye çalıştığını tüm çıplaklığıyla göstermiş ve delilik hakkında birçok soru ve yaklaşım ortaya koymuştu. Engizisyon mahkemelerinin nasıl paranoyakça şeytanı, şeytanla özdeşleşen arzuları tek tek bireylerde arayıp cezalandırdığını gözünüzün önüne getirmeniz bile, bu savın haklılığı konusunda bir bakış açısı verebilir.

Arzuların öldürülmesi ya da yönlendirilmesi bugün için de sayısız yöntemle ve uygulamayla ölümden yana (yaşamın karşıtı) olan iktidarların varoluşu için kaçınılmaz. Çünkü arzunun kuralsızlığı, kurallarla var olan iktidarların korktuğu bir şey. Arzunun ya yok edilmesi ya da yerine sahte bir arzu konularak yanıltmaya gidilmesi gerekir. Öyleyse başkaldırı, ancak bireysel arzu kolektifi yaratarak, sistemin sahte arzularıyla mücadele etmek, deliliği bu şekilde kavramak ve şizofrenliği bilinçli bir şekilde kuşanmakla mümkün olabilir. İşte bu üçüncü tür delilik, aklın özgürleşmesinden başka bir şey değil.

Antonin Artaud’nun Van Gogh hakkında yazdığı kitabı düşünün(4). Artaud’nun delilikle ilişkilendirilen intiharların, delilikle ilgili olmadığı, toplumun kendi normlarından uzak insanlara yönelik gizli ya da açık kuşatıcı ve yok edici tutumunun neden olduğu savını dile getirdiği bu kitap, psikiyatri ve onun söylemine yönelik ciddi bir itirazı içinde barındırır. Hatta psikiyatrinin İsviçreli bir muhafız gibi insanın içindeki isyan dürtüsünü engelleyip kökünden söküp atmak için iş başında olduğunu iddia eden Artaud, “tutsak akıl” ile “özgür akıl” arasındaki o amansız mücadelenin savaşçılarından birisi olarak anılacak hep.

Şairler, delirmekten korkmayan baştan çıkarıcılar olarak, sahte arzuları sözcüklerin büyüsüyle kazıya kazıya, başka akıllara tüneller açtıkları için, şiir yaşıyor... Bu tünellerden habersiz “tutsak akıl” sahipleri, hâlâ nasıl olur da şiir yazılıyor diye şaşırıyorlar. Yazılıyor işte... İnsan var olduğu sürece de yazılmaya devam edecek...

Dipnotlar:

1- Gruen,A., Normalliğin Deliliği, çv. İgan, İ., Çitlembik, 2005

2- Deleuze, G., Guattari, F., Kapitalizm ve Şizofreni I-II, çv. Akay, A., Bağlam,1993

3- Foucault, M., Deliliğin Tarihi, çv. Kılıçbay, M., A., İmge, 2. Baskı, 1995

4- Artaud, A., Van Gogh, Toplumun İntihar Ettirdiği, çv. Soysal, A., Nisan Yayınları, 1991


Bülent Usta (Yasakmeyve şiir dergisi, 48. sayı, Ocak-Şubat 2011)