TUHAF ZAMANLAR

Posted: 19 Haziran 2011 Pazar by bülent usta in
0

Seçimlerden bahsetmeye hiç niyetim yoktu. Okuduğum kitaplarla odama açtığım koridorlardan geçip başka dünyaların kapılarını aralamak istiyordum. Ama tüm bu olup bitene bakarak, seçmenlerin oy kullanma tercihinin ve siyasetle ilişkisinin arka planını bir gazete yazarı olarak merak ettiğim için, bütün bir hafta sokaklarda, garlarda, miting meydanlarında, sergi salonlarında ve daha pek çok yerde dolaşıp durmayı tercih ettim.

Merakımı diğer gazete yazarları ve televizyon yorumcularının, hele hele siyasetçilerin gidermesinin mümkün olmadığını biliyordum. Onlar daha ziyade, bulundukları pozisyonu savunma ve kendilerini haklı çıkarma gayretindeydiler. Retorik denilen şey, hakikatle yer değiştirdiğinden beri, Türkiye’nin tam ortasında kocaman bir karadelik belirmişti. Bu yüzden köşe yazılarının da, miting alanlarında söylenenlerin de önemini ya da belirleyiciliğini bir süredir kaybettiğini, bu seçimlerde bir kere daha görüp yaşadık. Kimse Tayyip Erdoğan’a “çılgın projeleri” için oy vermemişti, Kılıçdaroğlu’na “aile sigortası” vb projelerinden ötürü oy verilmediği gibi. Blok adayları, -iktidar iddiasından şimdilik uzak oldukları için- daha çok birer hakikat söyleyicisi ya da sözcüsü olarak belirdiler alanlarda.

Ama gerçeklik, sürekli yer ya da boyut değiştirerek, ciddi anlamda itibar kaybına uğradığı için, kafamdaki soruların tümünü insanların arasında onlarla birlikte arama ihtiyacını öyle yoğun bir biçimde yaşadım ki, kitapların arasından başımı kaldırarak kendimi sokaklara vurmak dışında başka bir seçeneğim yoktu. Aslında kitapların içine gömülü bir halde yaşarken de, görünmez üçüncü kulağımla sokakları dinlemekten hiç vazgeçmemiştim.

Öncelikle, karşılaştığım, konuştuğum hiçkimsenin, kendisine aydınlatılmayı bekleyen insan muamelesi yapılmasını istemediğini gördüm. Yani, sokaklarda bilinçlendirilecek, aydınlatılacak, uyandırılacak, silkinip kendisine getirilecek insan kalmamış. Bu yüzden 70’lerin, hatta 90’ların insan profiline hiçbir yerde rastlayamıyorsunuz. Elbette öyle insanlar da var ama onlar da öyle oldukları için fena halde mutsuzlar ve bir şeyleri kaçırıyor olduklarına dair hisle kendi çıkış yollarını arıyorlar. Televizyonlardaki talk show programlarını ya da internetteki sosyal paylaşım sitelerini takip ederek çağın ruhunu bir yerden yakalayabileceklerini sanıyorlar. Çünkü gündelik hayat denilen şeyin cazibesi öylesine artmış ve öyle kapsayıcı bir hale gelmiş ki, internet bağlantısı ya da cep telefonu olmayanların kayıp insan muamelesi gördüğü zamanları yaşıyoruz. Herkesin hem her şeyden, hem de hiçbir şeyden haberi olmadığı tuhaf zamanlar…

Bu tuhaf zamanlarda insanları, “gelecek güzel günler” söylemiyle ikna etmeniz mümkün değil. Çünkü zaman dediğimiz şey -buna ister bir yanılsama, ister yeni bir hakikat deyin- eskisi gibi “geçmiş-şimdi-gelecek” olarak birbirinden kolayca ayrılamıyor. Gelecekçi bildirgeleri, daha iyi bir dünyanın anahtarını elinde tuttuğunu iddia eden siyasetçileri, sanatçıları, aydınları umursayan yok. Hatta bilakis siyasetçiler, sanatçılar, aydınlar, “gelecek güzel günler”e dair bir anahtara sahip olmadıklarının gayet farkındalar. Daha çok ellerinde bir tomar anahtarla dolaşarak, her kapıyı başka bir anahtarla açmaya çalışıyorlar ki, o kutsal “tek anahtar”ın, “kutsal kâse” gibi mitololojik bir nesneye dönüştüğünü yaşanan tecrübeler onlara ziyadesiyle öğretmiş. Farkında olmayanlara, daha çok yaşı ilerlemiş olanlarda rastlıyoruz ki, onların da sayısı her geçen gün azalıyor. Ellerine geçirdikleri maymuncuklarla anahtarmış gibi oynamayı tercih ettikleri için, onlardan sonra onlar gibi yazacak ya da o söylemi devam ettirecek birilerini bulmaları pek mümkün olmayacak gibi gözüküyor. Çünkü maymuncuğun açamayacağı kapılar da var artık.

Günümüzde çatışmaya dayalı zıtlaşmalara da ihtiyaç duymuyor insanlar. Daha çok yeni kümeleşmeler peşinde koşan kitleler var karşımızda. Bu kümeleşmelerin, çağın en temel ve en derin sorunu olan “kimlik” sorunuyla alakalı olması ve “kimlik” sorununa yeterince önem verilmemesi yüzünden yeni çatışma alanlarının doğması, şimdilik ürkütücü bir noktaya gelmiş değil. Disipliner devlet anlayışının sivil toplum lehine ne ölçüde çözülüp çözülmeyeceği, bu yeni çatışma alanlarının yaygınlığını da belirleyecekmiş gibi gözüküyor. İşte bu noktada, meclis ile sivil toplum örgütleri arasındaki ilişki, her zamankinden daha önemli bir hale geldi. Özellikle, devletin olanaklarını kullanarak, belirli bir sermaye kesiminin desteğiyle ciddi bir oy oranına sahip olan iktidar partisinin izleyeceği seyir, eğer çatışmaya dayalı disipliner devlet geleneğine sıkı sıkıya sarılmak olacaksa, sokakların bu çatışma kültürünün yaratacağı yeni kümeleşmelere terk edileceği muhakkak. Ama hiçbir iktidar partisi, böyle bir sonuçla karşılaşmak istemez herhalde. Bu yüzden, karamsar olanların da, iyimser olanların da düşüncelerinin karşılığını sokaklarda göremedim. Toplum, korku eşiğini çoktan aştığı için, kimse insanları “şeriat geliyor, bölünüyoruz vb” söylemlerle korkutarak siyaset yapamaz artık. Yapılsa da çok düşük ölçekte bir siyaset olacaktır bu. Muhafazakârlığın artması dahil pek çok meselenin, “kimlik” meselesine nasıl yaklaşacağımızla alakalı olduğunu, nedense görmekte zorlanıyoruz.

Sokaklarda gördüğüm bir başka şey de, insanların umutsuz söylemlere rağbet etmediği. Roberto Bolano’nun Metis Yayınları’ndan çıkan “Vahşi Hafiyeler” romanındaki karakterlerden birisi, “ömrü boyunca umutsuz yaşanamaz, beden pes eder, acı dayanılmaz olur, bilinç buz gibi dalgalarla kaçar” diyordu. Umutsuzlar için yazılmış eserleri okumak, nasıl bir süre sonra okumaktan soğutursa insanı, umutsuzluğu yayan bir siyasi söylem de siyasetten soğutur. Muhalif olmak, baktığı her şeyde olumsuz olanı görmek anlamına gelmemeli. Philippe Djian’ın “Betty Blue” adlı romanında yazdığı gibi: “Ve bundan sonra insana sadece ümitsizliğin kaldığına inanmak bir kere daha yanılmaktır. Çünkü ümitsizlik de bir yanılsamadır.”

Bütün bir hafta sokaklarda, garlarda, miting meydanlarında, sergi salonlarında ve daha pek çok yerde dolaşıp evime döndüğüm zaman, sadece siyasetin değil, sanatın da bu tuhaf zamanlarda “gündelik hayat”ın kapsamına girdiğini düşünerek üzülmek yerine, “gündelik hayatı” sanat ve siyaset için yeni bir imkâna dönüştürmenin zaruretiyle yazmaya başladım.

Devamı gelecek...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 15 Haziran 2011)

0 yorum: