12 Eylül travması... Kitaplar arasında bir gezinti...

Posted: 9 Ocak 2014 Perşembe by bülent usta in
0

Nasıl bir ABD’li için 11 Eylül’ün taşıdığı anlam, tarihte bir güne sığamayacak kadar çoksa, bizim de karanlık mı karanlık, derin mi derin, kocaman bir 12 Eylül’ümüz var. O kadar kocaman bir günkü 12 Eylül, ne etkileri, ne de anlatılacak hikâyeleri bitiyor. Daha doğrusu, ülkece 12 Eylül’den 13 Eylül’e geçemiyoruz 31 yıldır. Ama bunun için çabalar da yok değil. Dakika dakika o koca günü sona erdirecek olan şey, sadece kurum ve kuruluşlarını ortadan kaldırılması ya da o yıllarda yapılan hak ihlallerinin yargıya intikal etmesi değil, kuşaktan kuşağa aktarılan o büyük travmayla yüzleşebilme kabiliyetimize bağlı aslında.

Bu travmayla hakkını vererek yüzleşemeyişimiz, siyasetimizi felce uğratan Kürt sorunu ya da 12 Eylül’ün tüm kurum ve kuruluşlarıyla varlığını sürdürmeye devam ediyor oluşuyla açıklanabilir belki. 80’lerde Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan süreç, aynı zamanda bir kırılmanın ve kopuşun da vücut bulması anlamına geliyordu. Ve şimdi o kopuşun maaliyeti, 12 Eylül travmasının derinleşerek varlığını sürdürmesine neden olyor.

II. Dünya Savaşı’yla benzer bir travma yaşayan Avrupa, kısa bir süre içerisinde, Nazilerden ve savaş suçlularından hesap sorup onları mahkûm ederek, yaşadığı travmanın etkilerini tamamen yok edemese de azaltmayı başarmıştı. Bizde bu süreç daha yeni yeni ve ağırdan alınarak gerçekleşiyor. Yani işimiz oldukça zor. Şöyle rahat bir nefes alıp “bize ne olduğunu” anlamamız için daha çok bekleyecekmişiz gibi gözükse de, 12 Eylül yıldönümünü yaşadığımız bugünlerde, meselenin sadece mağduriyet kısmıyla ilgilenmeyen, yaşadıkları travmayla aralarına mesafe koyarak sorunun derinlerine inen yazarların kitapları peş peşe yayımlanmaya başladı.

Avrupa’da, konusu “II. Dünya Savaşı”nda geçen bir külliyat nasıl oluşmuşsa, biz de artık “12 Eylül” külliyatı yavaş yavaş oluşuyor. Yiğit Bener’in “Heyula’nın Dönüşü” ve Irmak Zileli’nin “Eşik” adlı romanlarıyla, Yaşar Ayaşlı’nın roman tadında anılarından oluşan “Yeraltında Beş Yıl” kitabı, 12 Eylül’e üç farklı pencereden bakmamıza olanak vermesi açısından oldukça önemli. Bu üç kitabın ortak noktası ise, otobiyografik özellikler barındırması ve yazarlarının yaşadıkları travmayla aralarına mesafe koyabilme becerileri.

Yiğit Bener’in romanındaki kahraman, tıpkı kendisi gibi 12 Eylül’de yurt dışına çıkmak zorunda kalan birisiyken, Irmak Zileli’nin romanındaki Eylül karakteri de yazarın kendisi gibi devrimci bir anne-babanın çocuğu. Yaşar Ayaşlı ise, ünlü “Adressiz Sorgular” kitabının yazarı olarak, bu defa kendisinin ve arkadaşlarının 12 Eylül’de gördüğü işkenceleri değil, bir avuç yoldaşıyla 12 Eylül darbecileriyle nasıl mücadele ettiklerini, yine kendi anılarından yola çıkarak anlatıyor.

Bir sürgünün, bir çocuğun ve bir devrimcinin gözünden 12 Eylül’ü nedenlerinden çok sonuçlarıyla irdeleyen bu üç kitabın, deneyim yüklü gerçekçi ayrıntılara ve akıcı bir dile sahip olduğu da söylenebilir.

Sürgünden dönen ya da cezaevinde yıllarca yatıp çıkan birisini bekleyen hayat, Yiğit Bener’in “Heyulanın Dönüşü” romanının konusu. Değerli romancılarımızdan Erhan Bener’in oğlu olan Yiğit Bener, babası gibi bir dil ustası olduğunu bu romanında da göstermiş. “Heyulanın Dönüşü”nü yazarken, klasik roman okurunu şaşırtması muhtemel farklı bir teknik kullanmış. Neredeyse bir anlatı düzeyinde ilerleyen roman, birbiriyle ilişkili farklı hikâyelerden ve ana hikâyeden bağımsızmış gibi duran aforizma tadında yazılmış ve yazar tarafından “Parantez” olarak adlandırılmış kısımlardan oluşuyor.

Bener’in romanındaki anlatıcı, yani “Heyula”, ölüp de dirilmiş birisi. “Heyula” sözcüğü sözlükte “korkunç hayal”, felsefede de “ilk madde” anlamına gelse de, yazar “öteki tarafa gidip gelmiş kişi” anlamında kullanıyor. “Heyula”, bir metafor olarak gidenin geri gelmesi olarak oldukça çağrışım yüklü. Sürgünden dönen, uzun yıllardan sonra cezaevinden çıkan, komadayken yıllar sonra uyanan birisi de olabilir “Heyula”. 12 Eylül, çok sayıda “Heyula” üretti bugüne kadar, hatta “Heyula” üretmeyi bir sisteme dönüştürdü. Işte bu yüzden Bener’in anlatıcısı, oldukça tanıdık gelecek okura, bir “heyula” olarak kendimizi ya da bir yakınımızı görebiliriz anlatılanlarda.  “Heyula”, geri döndüğü topluma ve sosyal hayata yabancı birisi. Yabancı olduğu için de, o toplumun yaşadığı değişimi en ince ayrıntısına kadar tespit edebiliyor. Zaten romanın en çarpıcı kısımları da anlatıcımız “Heyula”nın bu gözlemlerinde gizli. Muhafazakârlaşan toplumdan solun iç meselelerine, değişen kent silüetleri ve insan davranışlarına kadar bir dolu gözlemle beraber “Heyula” olmanın inceliklerini öğreniyoruz. Bir “Heyula”, metropole nasıl uyum sağlar, diğer insanlarla nasıl ilişki kurar ve bir “Heyula”yı “Heyula” yapan özellikler nelerdir bir bir anlatıyor Yiğit Bener, “Heyula”nın düşlerinin dahi içine sızarak. Bener’e göre 12 Eylül travmasıyla nasıl mı başedeceğiz? Öncelikle bir “Heyula”ya dönüştüğümüzü kabul edip travmalarımızla yaşamayı öğrenerek… Romanın kahramanı öyle yapıyor.

Irmak Zileli de ilk romanı “Eşik”te, farklı bir teknik denemiş. Üçüncü tekil bir anlatıcı yardımıyla bir çocuğun bakışaçısına göre kurmuş romanı. Romanın başkahramanı olan çocuk, yani Eylül’ün bakışını on yaşına kadar antıcının sesiyle öğreniyoruz, sonradan Eylül de anlatıcıya eşlik etmeye başlıyor. Eylül, belki de 12 Eylül’ün en çok mağdur ettiği ama üzerinde çokça durulmayan, çoğunlukla akıllara “Uçurtmayı Vurmasınlar” filmindeki Barış’ı getiren ve onunla simgeleşen çocukları temsil ediyor bir bakıma. Eylül, Barış gibi hapishanede değil belki, ama tüm ülkenin hapishaneye dönüştürüldüğünü düşünürsek pek de bir fark kalmıyor aralarında. 12 Eylül günlerini çocuk olarak yaşayanlar, Eylül’le rahatlıkla özdeşlik kurabilirler. Roman, babasını kaybettiğini kapısının önüne bırakılan bir bavulla öğrenen kadının yaşadığı şokla başlıyor. Bavulla birlikte İngilizce olarak yazılmış bir not da var, içinde “varis”, “mülk”, “teslimat” gibi sözcüklerin yer aldığı. Önce bavula karşı ilgisiz davransa da Eylül, bavulun çağrıştırdığı şeylerden kurtulamayıp babasının bıyıklarını ne zaman kestiği sorusuna takılıyor aklı. Bu sorunun yanıtını düşünürken de her şey bir bir gözlerinin önünde canlanıyor Eylül’ün. Madlen kurabiyesi nasıl Proust’un hayalgücünü harekete geçirip zamanda yolculuk yapmasına neden olmuşsa, Eylül’ün babasının bıyıkları da aynı etkiyi uyandırıyor.
Irmak Zileli’nin kendi yaşadığı deneyimleri, bir roman kurgusu içine yedirebilmesindeki hüner ve yıllardır kitap eklerine yazılar da yazan bir editör olarak dili ustalıkla kullanıyor oluşu, romanı sahici ve sürükleyici bir yapıya kavuşturuyor. Küçük bir kız çocuğunun genç bir kadına dönüşmesindeki ayrıntıların yaşanan politik süreçle ilişkili olarak anlatılıyor olması da romanın bir başka başarısı.


Yaşar Ayaşlı’nın “Yeraltında Beş Yıl” adlı 12 Eylül anılarından oluşan kitabını, bir yakın tarih çalışması olarak da, bir deneyim aktarımı olarak da, bir yüzleşme ve politik eleştiri olarak okumak da mümkün. Ama anlatımındaki ayrıntıcılık ve sahip  olduğu dil, bir macera romanı okuyormuş hissi de veriyor insana. Sözün bittiği yerlerde dahi söze devam ederek, 12 Eylül’ü otopsi masasına yatırarak yüzleşmeyi tercih ediyor.

Bülent Usta (Milliyet Kitap, Haziran, 2011)

0 yorum: