SONSUZ VAATLER DEMOKRASİSİ

Posted: 7 Nisan 2011 Perşembe by bülent usta in
0

Derrida’nın edebiyat tanımını çok beğenirim: “İnsanın her şekilde her şeyi söylemesine olanak tanıyan kurum…” Edebiyatın bu olanak sayesinde varlığını sürdürdüğü muhakkak. Ama bu olanağı kullanması için sadece kendi varlığı yetmiyor. Derrida, Otonom Yayıncılık’tan çıkan “Edebiyat Edimleri” kitabında, edebiyatın “her şeyi söyleme yetkisi”nin modern demokrasi fikrinin doğuşuyla mümkün olduğunu da söylüyor. Modern demokrasi derken, yürürlükte olan demokrasilerden bahsetmiyor elbette.

Edebiyatın her şeyi söyleme yetkisi, “kurallardan kurtulma, onları yerinden etme ve hatta bundan şüphelenme gücü verir”. Edebiyatımızın belki de en temel eksikliği de, kendi gücünün farkında olamayışı. Tıpkı işçi sınıfının kendi gücünden habersiz, umudunu sistem partilerine, sendika ağalarına bağlaması gibi. Edebiyatçılarımız da güncel olana, tarihsel olana, piyasaya, görünürlüğünü sağlayacak iktidar mekanizmalarına hak ettiğinden fazla ilgi göstererek, edebiyatı çıkışsızlığa mahkûm ediyor. Yayınevlerinin çoğunun da, iyi edebiyattan çok, ne kadar satıp satmayacağının hesabını yapmak zorunda kalması, “okur”un yerini “müşteri”ye bırakması, eleştiriden çok tanıtıma ağırlık verilmesi gibi ayrıntılar da, çıkışsızlığı daha da derinleştiriyor.

“Sıcak Nal” edebiyat dergisinin 7. sayısında bu meseleyi tartışan bir yazı yazmıştım. O yazıda Italo Calvino’dan yaptığım bir alıntı var: “Edebiyatta, yaygın bir başarısızlık duygusu, her şeye sil baştan başlama hissi hâkim” diyordu Calvino, 20. Yüzyıl Avrupası’nın edebiyat dünyasını kast ederek. Aynı duygunun katmerlisinin bizim edebiyatımızda da bulunduğunu ve bu duygudan kurtulmanın çarelerini aramıştım o yazıda.

Mesela Metis Yayınları’ndan çıkan Orhan Koçak’ın “Bahisleri Yükseltmek” kitabı oldukça mühim bir çalışma. Çünkü bu kitap sayesinde, ancak ciddi bir Turgut Uyar okumasına tanık olabildik. Sırada daha o kadar çok yazarımız, şairimiz olmasına rağmen, edebiyat ortamımızın eski ustalara karşı sahte güzellemeler üretmekten öteye gidememesi, yapılan olumlu şeylerin de Orhan Koçak gibi eleştirmenlerin kişisel çabalarıyla sınırlı kalması, üzüntü verici. Çünkü başarısızlık duygusunu fena halde içselleştirmişiz. Türkiye’deki solun da benzer bir durumda olduğunu söylemek yanlış olmaz. Edebiyatımızda olduğu gibi solda da aynı dışa kapalılığa, gelenekçiliğe, küçük cemaatler şeklinde örgütlenme anlayışına ve nefes almasını engelleyecek kadar sarıp sarmalayan o nostalji duygusuna tanık oluyoruz.

Yapılması gereken pek çok şey arasında iki tane önemli şey var: Öncelikle eski doğruları, yeni bir gözle tekrar gözden geçirmek. Çağdaş eleştirel teoriler ışığında klasiklerin yeniden okumasını yapmak gibi. Ikincisi de, “aşırılık”tan korkmamak. Ancak “aşırılıklar” sayesinde alternatif bir dünya istenci yaratılabilir. Tüm aşırılıkların törpülendiği bir edebiyat ya da siyaset, nihayetinde edebiyatı ve siyaseti yoksullaştırır.

“Express” dergisinin son sayısında Göksun Yazıcı’nın, merkezine Ömer Laçiner ve Ahmet İnsel’i alarak, Gramsci ve Ulrike Meinhof üzerinden “aydın” eleştirisi yaptığı hoş bir yazı var. “Merkezin içine yuvalanan uslu eleştiri”nin eleştirel kültürü değiştirerek yeni hegemonyaya “ufuk önerme”görevini yerine getirdiğinden bahsediyor. Fena halde can yakıcı bir yazı. Özellikle Ahmet Şık’ın henüz basılmamış, hatta yazılması dahi bitmemiş kitabının başına gelenlerden yola çıkarak, aydınların tutumuna yönelik yaptığı tespite katılmamak imkânsız. Ahmet İnsel örneği üzerinden “politik doğruculuğu” tartışırken “merkezi eleştirinin, eleştirel gücü düşürülmüş bir doğruculuğa” nasıl vardığını, Ahmet Şık’ın tutuklanmasına karşı çıkan bazı aydınların “münferit bir olay” havası yaratarak iktidarlarla uzlaşmayı ihmal edemeyişlerinin ibret verici bir manzarasını çizmiş Göksun Yazıcı.

“Uslu eleştiri” ya da “merkezi eleştiri” denilen şeyin, aşırılıklardan ürken, hatta aşırılıkları törpüleyerek iktidarlara hizmet eden bir yapı olarak yerini sağlamlaştırması, solun başarısızlık duygusuna borçlu biraz da. Edebiyatın ve solun halini ortaklaştırdığım için, aynı şeyi edebiyatımız için de rahatlıkla söyleyebiliriz. Başarısızlık duygusu içinde debelenen edebiyatımız, “uslu” ve “merkezi” bir eleştiriye sığınmış durumda. Şiirde durum, başarısızlık duygusunun azlığından olsa gerek, biraz farklı. Derrida, şiirin modernlik öncesiyle olan güçlü bağlarına atıfta bulunarak, şiiri edebiyatın içine pek de dahil etmiyor zaten.

“Express” dergisinde bir de Ahmet Şık ile mektuplaşarak yapılmış uzun bir söyleşi var. İnternette yayımlanan taslak halindeki kitabı, bu söyleşiyle birlikte okumak çok faydalı. Ahmet Şık’ın söyleşide dile getirdiği iddialar vahim bir manzara çiziyor. Derin devlet belasından kurtuluyoruz derken, çok daha büyük bir belanın içine doğru sürüklendiğimize dair “derin” kuşkular uyandıran bu iddiaları, yeterince ciddiye alıp almadığımızdan endişeliyim.

Yine Derrida’ya dönecek olursak, Derrida, “sonsuz vaat”ten bahsediyor kitabın bir yerinde. Öyle bir demokrasi düşünmeliyiz ki, “yarının demokrasisi”ni değil, “kavramı gelecek-olanla bağlantılı bir demokrasi”nin “sonsuz vaatler”ini düşünerek hareket etmeliyiz, muhafazakâr demokrasinin sınırlarına geri çekilerek değil. Edebiyatımızın kurtuluşunun bile buna bağlı olduğunu bilerek... Devletin, kendi derinliklerine gömüldüğü bir demokrasi…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 6 Nisan 2011)

0 yorum: